28 Mart 2011 Pazartesi

baharın korkunç güzelliği


:)
ve
korku...

efendim, sabah iş yolu güzergâhımda kulağımda müzikle ilerlerken... kokular ve isimler... üzerlerinden geçen ağır kış, onları bana unutturmuştu. hatırladım, kokuları ve isimleri...

kaldırımlarda, parklarda açan beyaz erik çiçeklerini gördüm. her bahar olduğu gibi, papatyalardan sonra ilk açan erik çiçekleri. öğlen yemeğini, tatlı kokular ve güneşli bir hava eşliğinde yedim.

bugün gördüm, bahar gelmişti ve toprağın üzerine tüm cazibesiyle yayılmıştı. koynuna çekiyordu, içine, rahat bırakmıyordu bir türlü. uydum ona, uydum ve tanrıya gülümsedim: "ne kadar güzelsin tanrım, ne kadar..." bahar bu kadar güzelse...

eve geldiğimde büyük kase salata yaptım kendime, kekik serpiştirdim üzerine.

öğlen yemeklerine çıktığımda restoranlardan küçük kekik poşetlerini çalıp ceplerime kouyuyorum. elimi cebimi her attığımda alıp kokluyorum. tarçın ve kekik, ah...

pekala, şimdi bir bahar şarkısı ekleyelim: Kardeş Türküler - Gülüşün Gülden Güzel
bu şarkı her bahar dinlediğim listebaşı şarkılarımdandır ve feryal Öney'in müthiş sesi beni kış uykusundan uyandırır. çok sesliliğin aynı ritimle aynı güzelliği örselemesi, ona yeniden hep yeniden şekil vermesi çok şaşırtıcı. Kardeşlerim benim, müthişsiniz.

İstanbul'un en tatlı, en içkin vaktidir. şöyle tabanı ince bir çift ayakabı, içi boş küçük bir çantayla parkların, denizin olduğu yerlerde, aşiyan taraflarında, üsküdar sahil boylarında, cihangir sokaklarında ince ince yürüyeceksin. derken nisan yağmurları başlayacak. ama onu sonra yazacağım, nisan yağmurları... neydi o mısra unuttum; baharın yakasındaki çiçek nisan... gibi...

cemrelerin havaya suya toprağa düşme vakitlerinde, insana da bir şey düşüyor, bir şey değiyor, hatta içine nüfuz ediyor olmalı. içerimden çığ gibi patlayan coşkunluk hissini bir aşkta bir de bahar aylarında yaşıyorum. ve korkuyorum; yaşam çok güzel tanrım, çok güzel bahar. ve çok güzel, "badem çiçekleri, korkma!" hatırlıyorum -12 mart-

d..f..

27 Mart 2011 Pazar

al beni yarana bandır


dün gece içimde bir sancı vardı. iç sıkıntısı gibi değildi tam olarak. doğum sancısı gibi, bir birikme hali vardı. yazmamak için direndim. başımı yastığa koyduğumda hücum eden kelimelerin ağırlığına dayanamayıp yastığım altındaki kağıt-kaleme davrandım. sonra uyudum. rüyamda saçlarımı tarıyordum, kısacıktı saçlarım ve yana doğru tarıyordum onları. bir köy çocuğunun saçına model verme arzusu gibiydi.

sonra bugün bir şey okudum gazetede. oyuncu Olgun Şimşek diyordu ki; "hayatla bir derdi olan kendi kendisiyle konuşur. Derdi olmayan her yerde konuşur, mutludur" bu cümle beni çok mutlu etti. ben de çok konuşurum kendi kendimle. konuşmak istediklerimi konuşabileceğim kimse yok. çocukluğumda da kendi kendime çok konuştuğumu hatırlıyorum. demek böylesine güzel bir yalnızlığım olacağı için, kendi kendime yetmeyi öğrenmişim. bir ben daha vardı konuştuğum ama susmamı istedi ona. ve ben yine kendime konuşuyorum eskisi gibi.

üsküdar iskelesindeyim. bekleme salonunda, pencerenin dibinde yanaşan vapuru seyrediyorum. halatlar atılıyor, gemi iskeleye bağlanıyor ve ağzını açıyor. insanlar koşar adım vapurun kapısından inip benim ağzıma giriyorlar. ve akşam bu kalabalık lokmayla başlıyor. karaköy sahiline bakıyorum vapurdan. ışık oyunları, kararmış sular. oarada bir yerde, diyorum içimden. yaşıyor, şehir gibi canlı, vücudumdaki bir organ gibi. bana nereden hayat verdiğini bilmiyorum.

tüneldeyim. uçta durmuş raylara bakıyorum. işte çocukluğuma giden tünel bu Tünel. kısa, yokuş ve diğer tarafı çok yakın olmasına rağmen görünmüyor, sadece hissediliyor.

istiklaldeyim. lokmalarım çoğalıyor. ayakabılara bakıyorum, bir yere bir göğe arada bir insanların kıçlarına bakıyorum. ellerinde neler taşıdıklarına. hiçbirinin gözü yok. o sırada bir grup kör geçiyor, görerek, gülümsüyorum. mephistodayım. yine aynı rafların önünde diz çömüşüm, o şiiri arıyorum. yok. onlarca kitaba değiyor elim. biri var, elime aldım, içimde büyük bir korkuyla açtım kapağını, bir cümle okudum, sonra bir cümle daha. sustum, kapağını okşayarak yerine bıraktım. onu hiçbir zaman almayacağım. müziklere baktım, selva erdener çalıyor "seherin vaktinde ötüyor kuşlar"...

d&r'dayım. aynı rafın önünde. aradığım kitapların hiçbiri yok. elimi bir atıyorum ferid edgü. bırakmıyorum onu geri. sonra bir kitap daha görüyorum. onu da alıyorum. hepsi dağ şarkıları söylüyor aslında ağıt, şarkı da değil. ağıt şarkı değildir. gözyaşı şarkıysa, ağıtta şarkıdır.

kalabalıktayım. yürüyorum, çok hızlı ama. kalabalıktan mı, yavaş yürümeyi beceremiyorum. kuledibine geldiğimde terlediğimi farkediyorum. bir kahveye son sigaramı yakıyorum. hep iki şeker koyuyor, ben de dört şekerli içtiğimi bir türlü söyleyemiyorum. oysa sütlü mü diye sormuyor artık. yürüyorum galatadan, halk otobüsüne biniyorum. ayaklarım sızlıyor. bir süre kımıldamıyorum. sonra kalabalık lokmalarımı kusma isteği beliriyor, çok güçlü bir istek bu.

yol boyunca, hiç durmadan yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. gerçekten yazmayı isterdim ama yalnızca düşünüyorum, yazar gibi. işte bu an, kendi kendime konuştuğum andır.

parlak ayakabıları hatırladın mı, caddenin vitrinleri yansımıştı üzerine.
- evet, mor ceketli kadın, siyah benekli çoraplarıyla taşları örseliyordu, elinde bir sigara vardı, sevgilisine içiriyordu gah. ayakabıları rugandı, vitrinin ışığı yansıyordu.
neyi hatırlattı sana?
- hoşuna gidiyor değil mi, kendine bunu yapmayı seviyorsun.
...
- evet, bunu hatırlamak beni uzaklaştırıyor sanıyordum. her yer taş, her taşın altı dolu. parlak ayakabıları seviyorum.
içinden geçenleri biliyorum.
- içimin içi, içimden geçenlerin başka biçimi yok, sen içimsin. vicdan azabı çekiyorum. azap çekiyorum, vicdanım kurusun.

ayaküstü okuduğum yeni sesler kulağımda yankılanıyor. rüyamda taradığım saçlarım, kendiyle konuşan adam. ve bana artık olgunlaştığını söyleyen eski... bunu düşünmüştüm, olgunlaşmayı yani. öyle bir anda çöken ağırlık gibi değilmiş. biraz sinsi, sis gibi çöküyor insanın ruhuna. yerleşiyor. her şeyi sevemiyorsun eskisi gibi, yeni bir yerde oturmak istemiyorsun, aynı eski şehrin yeni eski köhnelerinde gezinmek istiyorsun. tünele girip, kaybolmak istiyorsun. bir de biliyorsun, nerde olsan, orası olmak istediğin yer değil ve buna rağmen hala başka yerlerde olmak istiyorsun. hala gitmek... ne güzel sözdür gitmek. "ben gidiyorum" ne güzel basit cümle.

paco pena - pedregales - claroscura... yol boyunca dinlediğim paco pena, beni gidebileceğim her yere götürdü. kendimle konuşturdu. yordu, susturdu. -paco pena'nın tarzı orhan gencebay müziğinin altyapısına katkı sağlayan flamenkodur, tüm tınılarda bulabilirsiniz-

sonra evime geldim. dün gece sürpriz yaparak ankara'dan gelen ağabeyimi evde bulurum umuduyla, yoktu.
....

uyuyorlar.
ben
uyanığım tüm uykularda.

kestane kabuğu güneş,
insanlar birer kirpi.
bahar
çürümüş kış kokuyor.
al beni
güneşi yeniden yaz,
iyiliğinle uyut.

dünyanın gözleri beton tutmuş
yeşiller ters
kuzey
batıdan yana.
al beni
lale konuş
sarı yut
kaldır kuzeyi yarım dünyadan.

atom masalı
kuşku mayası
kuru, yağandır.
al beni
suyuna bandır.


incinmiş elma çekirdeği
süklüm püklüm kapı
gıcırdıyor dişleri hala
ağrılarımın.
kalabalık
öznesi gizli yangın.
al beni
yanına...
al beni
yarana bandır.

d..f..

- resim; veli sapaz -


(...)

24 Mart 2011 Perşembe

devamım, öte'n...

bir ucum
devamım
adımlarında.

sürüklenmez ses
sürükler.

bir ucum
devamım
atacağın adım.

ve ötesi
ve öten
atların toz kustuğu yer
benim çöllerimdir
senden önce
kuruttuğum
adınla.

d..f..




Joaquin Cortes - flamenko dans..

22 Mart 2011 Salı

Bahar ve Ritim


ben iyi bir müzik dinleyicisiyim. güzel olan her türlü müziği severek dinlerim. ama bazı müzikler özeldir benim için. bunların başında flamenko gelir. flamenko denilice de iki isim vardır benim için; tony gatlif ve paco de lucia... ama tabi, flamenko arap müziğinden, caza pekçok müzikle çok güzel anlaşabilen nadir müzik türlerinden biri. hepsinden önemlisi, flamenko ritmi en güzel veren müziktir.

bu sebeple flamenko dinlemek için jesse cook'tan, camaron'a, jorge pardo'dan, paco pena'ya, esperanza fernandez'e pekçok sevdiğim müzisyen var. flamenko hem dans, hem söz hem de müziktir.

klasik gitarı çok sevmem ama flamenko, ritim verdiği her enstrümana can veriyor.

esperenza'nın ve tony'nin film albümlerinde müthiş sözlü yorumlar vardır mesela; anlatmak çok güç ama tüm bedenime işliyor o sesler. çok güçlü, çok işgalci...

bahar mevsiminde flamenko dinlemeyi çok seviyorum... ben her mevsim, her ay başka bir müzik dinlerim. mesela nisan geliyor, nisan şarkılarım vardır, o ay dinlenir. bir şarkıyı ilk duyduğumda, bu şu ayın şarkısı diye ayırırım köşeye.

müzik müthiş bir şey; enstrümanlar özellikle. yabancı dilim yok mesela, ama çok fazla yabancı müzik dinliyorum. bunun bir de avantajlı yanı var. bazen sözler müziği daraltabiliyor. sesin götürdüğü derinliği, sözler kısırlaştırabiliyor. ama sözü bilmediğin zaman kendin veriyorsun anlamı. mesela benim flamenko şarkılarım için sözlerim vardır, her biri için, ayrı ayrı birikmiş kelimelerim vardır.

mesela arjantin tangosu dinlerken de özellikle D'arianzo'da koşarım içimden. sürekli tepeli bir yolda, hatta şu küçük prensin dünyası gibi bir küçük gezegende koştuğumu hissederim. yüzümde rüzgarı hissederim. D'arianzo da nisancılarımdandır. güldürür beni, mutlu eder, "hıh" dedirtir içimden, burun kıvırtır, koşarken... tangoyu da çok severim ama arjantin tangosunu.

ama en çok baharda, uzun yürüyüşlerde, çiçeklerin yeni açtığı, dünyanın iç seslerimle uyandığı... adım adım günaydınlarımı sunduğum günlerde, ritimle karşılarım yeniliği. seslerin, insanların ruhunda esen fırtınalarla karşılarım... dünyanın öteki ucundan, buraya sesten bir köprü kurarım... ve kimse duymaz benden başka. yürürken içimden düşündüğüm absürd şeylerin dudağıma düşürdüğü tebessümü gizleyerek, yürür giderim.

şimdi bunca sözden sonra, bir flamenko dinletmeden olmaz, ayıp bana :)

buradan buyurun: dave holland - pepe\03. Camarón (taranta)
D'arienzo'da borcum olsun, nisan ayına...

nisanı iple çekiyorum.
-her şeye rağmen-

d..f..

20 Mart 2011 Pazar

dünyanın uykusu deldi küpünü


gecenin bir vaktidir. dışarısı berbat, dünyanın özeti gibi.
sis, kirli hava, yağmaya üşenen yağmur, rüzgarlı sokaklar, izbe ve ıslak...

uyumakta çok güçlük çekiyorum. kendimi hain hissediyorum, vurdumduymaz, çok rahat, cehennem gibi zalim bir yüreğim olmalı.

birazdan uyuyacağım. mışıl mışıl. yatağım sıcacık, evim sıcacık. hiçbir eksiğim yok. hamdolsun.
bu kadar rahatlık içindeyken, insan ne yapar, uyumaktan başka?

başımı yastığa koyduğumda dev dalgalara kapılan insanların çığlığını duyuyorum. bir anne ve kızını birbirinden ayıran korkunç bir camın varlığını görüyorum. insanların yıkıntılar arasında umut aramaktan yılmış olduğunu görüyorum. yirmi bin insanın, bir anda aramızdan ayrılışını düşünüyorum. sesler ve görüntüler... tüm bunların üzerine nükleer santralin soğuduğunu, tehlikenin azaldığını duyunca sevinebiliyorum.

sonra, dünyanın başka bir yerinde, yapay ve sanal kamuoyuyla bir diktadörü tahtından indirmek için, başına örülen çorabı canlı canlı izliyorum. demokrasi diyorum içimden, ey tanrı gibi kullanılan şeytan! nasıl girdin dünyanın hayatına? ve sen özgürlükleri biçerken dişlilerinle senin için hala ölenler var! demokrasi, hiç eskimeyen yalan.

şimdi, şuanda, bir yerde bomba palıyor, bir yerde insanlar aç, bir yerde bir şehir can veriyor. ve ben, sıcak yatağıma girip mışıl mışıl uyuyacağım. Allahım, hamd olsun demeye utanıyorum.

bir söz bulayım teselli olsun. sarılıp uyuyayım.
" Onlardan yana üzülme. Kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkıntıya düşme." Nahl 70
....

Gördüm, onları, gördüm,
Çatlak gözleri vardı
Kenevir sakalları
Geçtiler patikadan.

Canımı alıverdi içlerinden birisi
Ve şimdi benim canım tıpkı bir çan gibidir
Onun cebinde çalan.

Derimi alıverdi derken başka bir adam
-Kimseye duyurmayın-
Farkı yoktur derimin
Pörsümüş bir davuldan.

Bu kaskatı toprağa
İplerle bağladılar beni ayaklarımdan;
Bana bakın, bana bakın
Kelimeyim artık ben.
...
E.verhaeren - Deli Şarkısı


küpünü deldi, uykusu dünyanın

d..f..

15 Mart 2011 Salı

Bahar Kızıyım

on iki yıl önce 33 yaşındaydım,
bir yıl önce 17 yaşında...
şuan parmaklarıyla hesap yapan
küçük bir kız çocuğuyum.
birazdan başımı yastığa koyduğumda
ölüm kadar yaşlanmış olacağım.

içimde
mevsimleri dönüştüren el...

tespihten günler döndükçe
hep aynı yokluğa çıkıyorum.
döndükçe
içime doğru derinleştiğim
doğurgan yol...

gülümsesin bana
lodosun yüzü
sarılsın sımsıkı parmaklarıma
savursun hayatımı yeniden.
kabarsın yine
bahardan damar.

yüzler
bir koleksiyon,
saklansın duvarımda.
baksın gecenin gözleri
ardımda sakladığım kalabalığa.

neden burada
sözcüklerin içinde
yok yeri kimsenin.
koskoca bir boşluk yazıyorum.
okunurken korkutan!

Tanrım!
hayat çok güzel.
korkutuyor beni
bunca güzellik.

ben bir bahar günü
yolda ses arıyorum.
yok.

ne tuhaf,
hala annemin bağıyla
soluk alıyorum.

oysa
kozamı nerede bırakacağım
kim bilir?

d..f..


bahar gelmiş, neden mişli geçmiş zaman kullandığımı açıklayayım. bir arkadaş her gün baharın geldiğini söylüyor coşkuyla. görüyorum ben de ama yetişemiyorum onun coşkusuna. bir bahar çocuğuyum oysa, bir bahar kızı...

korkutuyor beni bu büyük güzellik. pazar sabahı okunan sela sesine mukabil annemin söylediği sözü anımsıyorum: "bu vakitlerde ölenlere daha çok üzülüyorum, dünyanın bu güzel zamanını göremiyorlar" diyor. yani baharı son bir kez göremeden gidenler... çok güzel bahar, korkutacak kadar güzel. her bahar gelişinde doğduğum yerin kokularını duyumsuyorum. hemencecik dün gibi, dönüp baksam açan mart çiçeklerine dokunacakmışım gibi canlı her şey.

teşekkür ederim Biriciğim.
herşeyimi borçlu olduğum yegane tanrım, Allahım.
neşelerim, hüzünlerim, kederlerim tatlı mutluluklarım için
çok teşekkür ederim.
verdiklerin, çok istesem de vermediklerin için
çok teşekkür ederim.
bu baharı da bana gösterdiğin için teşekkür ederim.
annemi hala bana bağışladığın için çok teşekkür ederim.
güzel, sıcak ve dünya güzeli ailem için çok teşekkür ederim.
seni seviyorum.

bu sene sessiz geçti.
bu yıl unuttular galiba.
artık geçen yılların şaşalı kutlamalarıyla teselli bulacağım :)
böylesi de pek güzel oluyormuş meğer.
yarın kendime bir yürüyüş ısmarlayacağım.

hoş geldin 34... çok fazla yerleşme olur mu?

kendime bir şiir ve bir şarkı armağan ediyorum:

Sevda kuşun kanadında - Cem Karaca

....
sevdalılar bilir
bir kuş yağmurudur ilkbahar
sevmeyi beceremeyenlerin koyduğu yasaklar
çözülüp gider çocuk gölgelerinde yazın
ve ağzımızın içinde dağılır aşk
sapsarı bir şeker gibi erirken sonbahar
bitmeyen bir kıştan söz açılırsa sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

...

A.Akova - "yalnızca kanatlarına güven" şiirinden...

d..f..





11 Mart 2011 Cuma

bugün gözkapaklarımı yarıya indirdim

(Kız Çocuğu - Sevingül Bahadır'dan)
kayaların dili tutuldu
taş kesildiler bugün.

ne çok kardeşimiz var,
onlar gittikçe anladığımız.

bastığım yerkürenin ötesinde
şimdi yok ayakları.


ne çok kardeşimiz var,
isimsiz.
neyi sevdiklerini bilmediğimiz
neyi özlediklerini...
bize bıraktılar ne varsa
onların yerine seveceğiz
daha çok özleyeceğiz.

bugün
göz kapaklarımı yarıya indirdim.

ne çok kardeşimiz vardı,
gitti bir çoğu.
bizlere isimlerini bile söylemeden.


***

taş gibi sözler söylemek istiyorum:

tüm ömrümü zamana verdim
o da benim gibi,
en sevdiğini öldürüyor.

d..f..

9 Mart 2011 Çarşamba

ellerin dünyası


size iki dünyanın ellerinden bahsedeceğim. aslı tohumcu, yıllardır düşündüğüm ve gözlemlediğim bir bakış açısını "taş uykusu" romanında işlemiş. benim bakış açım biraz daha farklı tabi ama olayın mihengi toplu taşıt yolcuları...

Yaşadığım ilçe ile çalıştığım ilçeler arasında çok uzun mesafeler olmasa da bir "ıraklık" var. Kültür, yaşam ıraklığı bu… bir iki somur örnek vereyim.

burada bindiğim metro sürüsücü (vatman) "kapılara dayanmayın diyorum!" şeklinde hırçın anonslar yaparken on durak sonraki aktarmada başka bir metroda anons yapan kadın "plase..." diye başlar, yumuşak sesiyle.

Burada metroya binenlerin elleri yara ve bere içindeyken orada yumuşak, bakımlı eller, demir kolları kavrıyor. Burada demir, ellerden incinirken, on durak ötede eller, demirin sertliğinden inciniyor.

Burada toplu taşımalar bazen ağız, bazen yağlı saç çoğunlukla ter kokusu yaygındır. Çok nadirdir hoş kokulu bir vagona denk gelmek. Ama on durak ötede tatlı kokar tüm kısa yolculuklar. Tatlı, güzel, ıtırlı...

"bu otobüs Türkiye'dir" diyor aslı tohumcu kitabı için. Spesifik bir yaklaşım… "Dünyadır" deseydi keşke. Dünyanın her yerinde aynı ellerin, aynı kokuların on durak arayla büyük farklıklar gösterdiğini kim yalanlayabilir?

Esasen yaralanmış sert eller, yumuşak ellerin eseridir. Onlara o estetiği veren, sert ellere yüklenen sorumluluklardır. Sert ellerin memleketinde ne yaşansa “suç” sayılırken, yumuşak ellerin memleketindeki suçlar bazen “kültür-sanat” formuna bile girebiliyor.

Zannederler ki, sert ellerin ülkesi, yumuşak ellerin ülkesini işgal edecek, ele geçirip, talan edecek. Hayır! İsterler ki; kendi ülkeleri de yumuşatsın ellerini, gidersin yaralarını. Talan değil de bir süreliğine takas etmeyi isterler ama… Bir günlük saadet için değil, görsün isterler, yumuşak eller, buralarda da insanların varolduğunu, burada aynı ellere hayatın ne kadar sert dokunduğunu…

Bu, bir savaştır. Gözlerimiz, bilincimiz algılayamıyor bu savaşı. Doğayı örnek almış kötü bir taklit...

Burada, aynı şehirde iki ayrı dünya yaşıyor. Dünyalardan biri “yumuşak ellerin dünyası”, diğeri “sert ellerin dünyası” … bu iki dünyayı ayıran, “eller”… Belki ötekileştirme, belki indirgeme, belki yok sayma, belki belki… Ama derin bir “yabancılık” var özünde.

Bu dünyada asfaltlar çamursuz, her ev bahçeli, her bahçe ağaçlı, çiçeklidir. Marketlerinde daha koyudur çikolatalar, içecekler daha saftır. Hatta size bir sır vereyim mi? Sert ellerin ülkesinde burada satılan ürünlerin bir miktarı satılmaz. Bu ellere özeldir o ürünler.

bu yüzden mi toplu taşımaları hep güzel kokar, kaptanları hep kibar beylerdir? bu yüzden mi yolcuların elleri yumuşak, ayakkabıları parlaktır?



Bu yumuşak eller cimridir ama. Bir simit alırken en pişkinini, en susamlısını seçer, giyecek alırken; hep ikinci indirimleri bekler. Ucuz sayılanı alırken bile, kırk kere evirip çevirip inceler. Değerlidir onların kuruşları, zayi olursa kıyameti koparırlar. Öyle de bir çirkeftir cimri yanları. sorun çıkarmaya bayılırlar.

Yumuşak ellerin sorunsuz dünyasında kimler yoktur ki? Dile, dine, ırka bakmazlar. Ellerinin yumuşaklığıdır ortak yanları, bu yeter onları bu ülkede yaşatmaya beraberce, kardeşçe(!)

Gel gelelim sert eller ülkesine. (Siz gelin, ben zaten bu ülkedeyim.) Tüm ayrışmalar bu ülkededir. Kürtleri Türklerden ayırırlar, Alevileri Sünnilerden, Ermenileri Yahudileri, ayıracak ne varsa ayırırlar, pirincin yanındaki taş gibi ayırırlar. Kimini çürüğe çıkarırlar. Kabadır bu ülke vatandaşı. buna mecburdurlar. Ayırmazlarsa, ekmek vermez yumuşak ellerin sahipleri.

d..f..

aslı tohumcu romanını tavsiye ediyorum. orjinal karakterler var. acıklı ve drajikomik... tıpkı memleketimiz gibi. unutmadan, aslı bu kitabı yazarken 2-3 ay ümraniye yaşayıp bol bol toplu taşıma kullanmış. bir de küçük dokundurma yapayım: bir yumuşak el, sert elleri anlamk için ülkemize deşrif etmiş. olsun/du...

7 Mart 2011 Pazartesi

uçmak



uçmak,
kanatsız olur.

5 Mart 2011 Cumartesi

Kimse beni kendimden daha fazla acıtamaz


sabahları, aynı saatte, yolda şiş gözlerimi soğuk rüzgarla açmaya çalışarak işe koyuluyorum. alışamadım bu gözlüklere. baktıklarımın yarısı gözlük çerçevesinin dışında kalıyor, oysa ben bir bütün görmek istiyorum her baktığımı. nasıl olacak? zaten sürekli bir yerlerde unutuyorum. olmayacak gibi, bu yaştan sonra yeni bir alışkanlık kazanmak, sigarayı bırakmak kadar zor.

sabah yolda, metrobüsle, ayvansaraydan şişliye doğru giderken, galata kulesine bakıyorum:

camın ardından ısıtan güneş,
kulağımda bir memleketli ses
enseme nefesi değen kadın yolcu...

gözlerim yarım perdeden bakarken,
geceden kalma düşünce hiç yorulmuyor.
ben bir şehirim,
içinde sürgünler taşıyan...
şimdi ne yazsam
terkedilmiş kokuyor.
***

içimde devamı olan bir şiir bu. yazdıkça acıtacaktır beni, yazmayacağım. yazmaktan mı kurtulmalıyım, neden yazmak istediğim sorgusundan mı? beğenilme hissini şiddetli bir ikiyüzlülük olarak kabul ediyorum. ama, beğenilmek de istiyorum. ve en kötüsü, bu beğenilme isteği beni öfkelendiriyor, üzüyor. kendi ikiyüzlülüğüme katlanamıyorum.

sevgili Tezer, "artık sözcüklerin beni rahat bırakmasını istiyorum" diyor. ... ve devam ediyor: "yaşamın yazından daha güçlü olduğunu sanır, yaşamdan hiçbir şey kaçırmak istemezdim. ama gene de edebiyatın içinde yaşamaktan kendimi sıyıramaz, bu ikilmin müthiş çelişkisi altında bunalırdım" diyor.

bu cümleleri duymak ne güzel. beni rahatlatıyor. iyi geliyor. daha iyi gelen başka bir cümle daha var: "yazının, yaşamdan daha canlı bir olgu olduğunu ve yaşamdan taşarak oluştuğunu kavrıyorum" bu cümle edebiyatın yaşamdan soyutlandığı düşüncesini uyandırmasın sizde. çünkü Tezer devamında edebiyatı oluşturan insanların sokaklarda yaşayanlar olduğunu söylüyor.

bir başka açıklama okuyorum radikal kitap ekinde. ilaç arıyorum köşelerde, dileniyorum. Mario Vargas Llosa, bir konuşmasında şunları söylemiş:
"edebiyat, bize sahip olmadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudunu sunduğunda, ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan kattığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir. işte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur."

ölümlülüğümüzü hafifletmek... öyle mi gerçekten? tüm sorularımın cevabı içimde. kendi adıma, ölümlülüğümü hafifletmek değil de, varlığımın yeryüzüne verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemek için yazıyorum. ölümlülük beni hafifleten bir duygu, ölümün varlığı kadar huzur veren başka ne var? şu dünyada insanların iyiliği dışında zerre kaygısı olmayan biri olarak... beni bu dünyada mutlu edecek hiçbir şey göremedim.
nilgün'ün o sarsan mısrası gibi: "Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben"... oysa yaşamı güzel buluyorum. dünyada binlerce güzellik var, binlerce yaşanılası şey...

her sabah işe giderken içimde kıpırdayan neşeyi seviyorum. ama insanların hayatlarını çok atıl buluyorum. güzelim yaşamlarına düğümler atıldığını ve her geçen gün körlük ve duyarsızlığın bir hastalık gibi daha da şiddetlendiğini hissediyorum. tanrım! bu çok kederli, ve ben gerçekten buna dayanamıyorum. mutluluk dediklerinin içinden ölümcül acılar çıkıyor. her örtü bir uzaklığı saklıyor, bu bir gerçek. ben, içime doğru küçülerek bir yumak olmak ve küçük bir noktayla sonlanmak istiyorum.

bu sebeple tanrıya inanıyorum, en büyük nimeti ölüm olduğu için ona tapıyorum.

Tezer beni Pavese şiirlerine sürükledi. ona hayır demeyeceğim. ben bir şehirim, içinde sürgünler yaşayan. kimse beni kendimden daha fazla acıtamaz.

d..f..

-yazmak, yanmak gibi... -

resim: Vildan Doğramacılar

2 Mart 2011 Çarşamba

taş yağmurlu rüyalar

ellerinin
güzelliğine
aitim.

d..f..

-kendinden incinme-



taş yağmurlu rüyalar

rüyalarımı ayıklıyorum.
taş yağıyor kimine.
uyanınca
yaralı buluyorum kelimeleri.
kimi kırılmış,
ortaya saçılmış içi.
o gün başka bakıyor anlam.
"ses" kırılmışsa
tüm gün konuşamıyorum.
"yüz" yaralanmışsa
yüzümü asıyorum.

bugün
ellerimi sokacak cebim yoktu,
bir kayalık aradım şehirde,
soğuktu.

taş yağıyordu,
elleri gördüm.
dokunuşlarım boğuktu bugün,
cebim kırıktı.

ayıklarken taşları rüyalarımdan,
içi bir kelimenin,
ölmüştü.
kayalık aradım şehirde
çocuk gömülmüştü.


d..f..

- al benden rüyalarımı -



Kadinsky