27 Nisan 2011 Çarşamba

Kirpiklerimin Güzü


rüzgar
savuruyor
tülden yorgunluğumu.

nisan,
yağmur olmuş
adınla.

parmak uçlarım
delindi yine bugün.

bugün
konuştum kendimle;

hiçbir yer bu oda kadar geniş değil,
sesim yankılanmıyor
buradan başka bir yerde.

ben
rüzgara
en değerlimi verdim.

bahar bitiyor,
dökülen kirpiklerimin güzü
gücü sözün...

bahar yitiyor
ve sen beni kalın bir harf yığınının altına gömüyorsun.

"...tut derdim..."

d..f..

- resim: Bedri Rahmi Eyüboğlu

26 Nisan 2011 Salı

methiye şapşalları


Kapı üç kere çalındı. “girin” sesinden sonra içeri girdi. İri yarı, genç bir erkekti. Yüksek ve tok bir sesle;

- Efendim, arabayı yıkattım, eksikleri aldım, fatura ve arabanın anahtarları burada!

Tek adım ileri çıkarak anahtar ve faturayı masasının üzerine bıraktı. Masadaki, dudaklarını büzüştürerek;

- Hımm... Güzel! Teşekkür ederim!

Genç adam iri endamıyla masadakinin karşısında bir emir kulu edasıyla duruyordu, devam etti:

- Başka bir emriniz var mı efendim? Taze çay demledim, içmek isterseniz…

Bu sözler masadakinin buzdan egosuna adeta sıcak su etkisi yaptı; genleşti, büyüdü... Koltuğuna yaslanarak sağa sola döndü. “Şu gördüğünüz arazi benim emrimde” diyordu gözleri, çook içeride bir istihza vardır. Kabaran egosunu ses tonuyla dışa vurdu:

- Olur! Çıkabilirsin…

Çıktı genç adam, işini iyi yapmış olmanın verdiği gururla. Onun bir egosu yoktu. Masadaki, belli belirsiz mırıldandığı “ıhııı hıı hııı” şeklindeki taht şarkısını tekrarladı. Sonra küçük krallığını yönetmek üzere yüzünü ona döndü. O her zamanki gibi not alıyordu; insanın pişkin egosuyla nasıl küçük ve komik duruma düştüğünü kaydediyordu. Gülümsedi, masadaki anlamadı, Onu görecek yakınlıkta değildi.

Kendimden biliyorum; başarıma övgü aldığımda damarlarıma başka bir kan pompalanıyor sanki. İçimde beni şaşırtan, çok tanıdık olmadığım duygular, bedenime dökülüyor ve şapşallaştığımı saklamak için büyük çaba sarfediyorum. Ama beceremiyorum ve utanıyorum o halimden. Aynı şeyleri başkalarında da görüyorum. Kendine dair methiyeleri duyunca gözleri parıldayan, dudakları kıvrılan, yüzüne “ben” diye haykıran bir gülüş yerleşiyor insanların. Ve o haldeyken gerçekten çok şapşal görünüyoruz.

Bunu sizin için değil; kendim için yapıyorum.

d..f..

23 Nisan 2011 Cumartesi

sıradan yaşamlar

Dinle: Minoo Javan - Doghtar Boyerahmad

daha iyisini istiyorsan, elindekini kaybetmeyi göze almalısın. biliyorum, aforizmalardan çok sıkıldık. şurada, sanal ortamda, sözlerimizle varoldukça, aforizmalarla iletişim kuracağız. söyleyecek çok yeni sözümüz yok, evet yok! dünyanın bir tane anlamı var, onu bir nar tanesi gibi çoğaltıyoruz kendi kanımızdan. o anlam için, her şey... tüm yeni sözler onu anlatmak için, bir merdiveni çıkar gibi zamanda...

ben bir şey yaptım, hiç yapmadığım bir şey. bir kapıyı vurup çıktım, ardıma bakmadım. önüme baktım ama çok da önemsemedim önümdekileri, o an çıkmak vardı sadece, kaybetmeyi istemek...
***
yaşamımı dolduran, anlamladıran tüm şeyler, toplu taşımaların koridorlarında unutulup gidiyor. bir pencereden dışarı bakarken on beş dakika, bir hikaye yazıyorum kafamda. öyle şaşalı değil ha, yaşam kadar sıradan, bizden, insandan... sonra kapı açılıyor ve inip gidiyorum, o hikayeler orada sahipleriyle devam ediyor yolculuğuna...

metronun penceresinden, tünelden sıçrayarak yüzüme vuran ışıkları sayıyorum. bir an aklıma izlediğim film geliyor, neydi ismi hatırlamıyorum. vatman bir baba ve bir gence aşık kızı ile iki kişilik sıradan küçük bir hayat... tren raylar üzerinde ilerlerken bu ışıkları gösteriyordu, aynı benim dünyamdakiler gibi. bu bana orhan veli'yi hatırlattı. orhan veli şiiri, dönemin akademik çevrelerince, şiir olarak kabul edilmiyordu. uçarıydı, saçmaydı, günlük dille yazılıyordu. o dönem ahmet hamdi okulda asistan ve hocaları veli'nin şiirlerini şert bir dille eleştiriyor, dolaysıyla kendisi de orhan veli şiirlerini, şiir olarak kabul etmiyor. ahmet hamdi bir gün bir yolun karşısından gelen bir adam görüyor; elinde yemek kabı, yorgun kıyafetleri ve bıkkın yürüyüşü ile orhan veli'nin şiirlerinde anlattığı memura benziyor, hatta tıpkı o! bu iki görüntü üst üste oturunca, ahmet hamdi, orhan veli'nin gerçek bir şair olduğuna karar veriyor. çünkü gerçeği, hayatı resmediyor şair.

metroda yolculuk ederken, yolcuları didikliyorum. ellerine, ayakabılarına, yakalarına ve yüzlerine bakıyorum. ne iş yaptığını anlamaya çalışıyorum. sonra hayatlarını düşünüyorum, aklından geçenleri tahmin etmeye çalışıyorum. bunları yaparken, onların dışında hatta tepeden bakan bir yerde görüyorum kendimi. yüzüme çarpan ışıklar sayesinde kavrıyorum bu gerçeği. tepeden bakışa bu kadar öfke duymama, karşı çıkmama rağmen ben de yapıyorum bunu, kendimi yakaladım, evet! oysa, onlarla yıllarca aynı metroyu kullanarak; onlardan bir farkım olmadığını biliyorum. benim de dünyam küçücük. her sabah aynı saatte işe gidiyor, akşam geç saatlerde eve dönüyorum. neredeyse her gün salata yiyorum. her sabah bir kahve içiyorum. her cuma aynı gazete ekini okuyorum. alışkanlıkların ele geçirdiği, tespih sallamak, sigara içmek gibi... onların en sağlam parçasıyım.

... sanatın ne olduğunu keşfediyorum. izlediğim filmin beni taşıdığı yer, kendimim. bu film orhan veli şiiri gibi bana hayatı gösteriyor, aynayı yüzüme tutuyor ve gözaltımdai şişlikleri gösteriyor. bu benim! küçük insanlara küçük, basit hikayeler uydurarak, kendini yükseğe koyan ahmak yolcu.

biliyorum, hepimizin içinde bu ahmaktan bir tane var ama farketmiyoruz onu.
***

şükrü erbaş, yastık altı şairim oldu son günlerde. onun dışında evrim alataş'ın romanını okumaktayım. köy enstantaneleriyle beni çocukluğuma götüren haşarı ama yalın bir dil... köyün ve köylülüğün ayrıntıları çok güzel. deniz'e yazılmış bir ağıt gibi. henüz ortaladım, içinden ilginç ve de güzel cümleler sakladım.

bunun dışında pınar selek istanbul'a gelmiş, ne güzel... siyaset yazmak istemiyorum artık. o kadar içine girdim, o kadar çok yüzünü gördüm ki siyassetin ve siyasilerin, tiksiniyorum.
****

bir mektup var aklımda. onlarca kez düşünüp yazmadığım. neden üzülüyorum hala, neden azalmıyor? kaçtıkça ayaklarıma sarıla sarmaşık gibi, baktıkça batan dallar...

bir kuş olsaydım eğer
zamansız olurdu gökler,
isimler
ve
kaçardım suçluluğumdan.

d..f..

***

suç bendim ceza kalbi
çok eski bir kapı
bir daha kapandı...

ş. erbaş - alınlık şiirinden...
***
ey alışkanlığın dayanılmaz gücü
nasıl yaşardık sen olmasaydın..

ş. erbaş - mumdan zamanlar

-yazıların kusurunu bağışlayın, tekrar okumuyorum.-

resim; kandınsky

13 Nisan 2011 Çarşamba

av ve bahar


"...dürbünü gözlerime götürüyorum. karşı yamaçta kurtlar. bir sürü, on on iki kurt, bir geyiğin peşinde. tek başına bir geyiğin. nereye kaçacağını bilmeyen, sağa sola şaşkın kuşkulu gözlerle kaçmaya çalışan geyiğin. sanki bana doğru geliyor. tüfeğimi alıyorum, ağzım kupkuru. kurtlardan biri geyiğe varıyor, boynuna atlamaya çalışıyor. geyik bir an durup boynuzlarını kurdun böğrüne saplıyor. yeniden kaçmaya başlıyor sonra. zikzaklar yaparak kaçıyor. kurt sürüsü şaşkın, kar üzerinde kan izlerini görüyorum. tüfeğimi ateşliyorum, sürünün başındaki kurt ayakları üzerine doğruluyor sonra düşüyor. onu vuruyorum. diğer kurtlar bir an dağılıyor. sonra toparlanıp yeniden geyiği kovalamaya başlıyorlar. yol büyük bir uçuurmda bitiyor. aşağısı kayalık. geyik uçurumun başında durup aşağıya bakıyor. sonra kurtlara dönüp bakıyor. ve kendini uçurumdan aşağıya bırakıyor. kurt sürüsü oraya gelip aşağıya bakıyor, geyiği seyrediyorlar bir süre, huysuz huysuz tepiniyorlar. geyiğe bakıyorum dürbünümle, boynuzları çarptığı kayalarda kırılmış, can çekişiyor usul usul. avcılık yaşamımda gördüğüm ilk intihar. onu kurtaramadım, imkanım yoktu.

aşağıda duruyor, gözleri açık, gökyüzüne bakıyor, boynuzları kırık..." Ferid Edgü - Yaralı Zaman

okurken hepimiz bir geyik oluyoruz. hepimiz, avcının beceriksizliğe kızıyoruz. sonra düşünüyoruz, önce kurtların şartlarını bilseydik...? bir dağ başı, aç bir kurt sürüsü, geyiği yiyemezse ölecek hepsi. açlıktan ölecekler. doğanın kuralları gereği bu olağan bir gidişat... kurtlara da hak veriyoruz, onların çerçevesinden düşününce. sonra avcı oluyoruz; profesyonel bir avcı... ve bu doğal hadise karşısında duygusal davrandığımızı düşünüyoruz. kurtlar kovalamasaydı belki biz vuracaktık geyiği..?

insan her şey olmaya çok müsait. ama doğa değil. rüzgar sadece esiyor, kurtlar karın doyurmak için avlanıyor, geyik sonunu kestirebiliyor. ama insan hem rüzgar, hem kurt, hem geyik hem yalçın bir dağ başı olabiliyor. insanın hamurunda her şey var. ve insan neye en yakın ise, o oluyor.

bu hikaye, ferid edgü'nün kitabındandı. olduğu gibi aktarmadım, içinde zap suyundan, avcılığa, insana her şey olduğunu anlatan gözlemler ve hikayeler var; hikayeler, gerçeğin ta kendisi! kısacık sayfaları, incecik bedeniyle yüz sayfalık bu kitabı bitirmek istemeyeceksiniz. istemeyin zaten, istemeyin.

****

yüzünü siliyorum günle
kararıyor
ansızın gece oluyor.

kalabalıklar...
homurdanan bakışlar...
düşüncelerimi düşürüyorum,
ekmek kırıntısı gibi
düşürüp unutuyorum...

köprülere yürüyorum
köprülerde
kanmışlığını arıyorum,
kanmışlığını...

kendime yeni bir hikaye arıyorum
yalanları daha az
daha az acıtan
aynı yaramı.

inatçı bir kayboluş bu bendeki;
karın doyurmaz şeyler uğruna.

sana da oluyor mu,
bilmiyorum.
her ikindi bir kez
kırıyor beni kanatlarımdan
bu gökyüzü
uçmak istiyorum diye mi?

kanatlarımdan...!

gülmek istiyorum diye dudaklarımdan
anlatmak istiyorum diye sözcüklerimden
sevmek istiyorum diye kalbimden...

ona bakarken bir pencereden,
gökyüzü...

oysa
her şeyim ben
kırılırken bile
tomurcuklanıyor
göğüs kafesim.

çocuklaşıyor bahar
ben büyüdükçe...
düşlerimde her zaman
her zaman
ellerini uzatıyor
görünmez gövdesinden.
bir elma uzatıyor
tanıyorum onu parmaklarından,
ansızın dönüyor sonra
tanıyorum onu
geride bıraktığı rüzgarından.

sonra
iğne görüyorum
deliniyor kavuşmam.

bakıyorum
gece solmuş
kaçmış rengi günde doğru.
ağaçlar tomurcuklarını uzatmış pencereme.
kalbim burkuluyor
bu mahsun uzanışa.

ben
bu baharı şımartacak
mutuluğa sahip değilim.

d..f..

(d..f.. / Fatma Sancak imzasıdır)

6 Nisan 2011 Çarşamba

kendini sokan akrebin adaleti...*


bugün garip bir şeye tanık oldum.
bir kadın köhneye tünemiş dileniyordu. buraya kadar "normal" her şey...
fakat kadın dilenirken "Allah kimseyi muhtaç etmesin, Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin" diyordu dilenirken. dilencilikte postmodern yöntem diye geçirdim içimden.
hiçbir şey eskisi gibi değil.
***
işe giderken metrobüse binen orta yaşlı, düzgün görünümlü kadın, çantasından iri bir domates çıkardı ve iştahla domatesi dişledi. üzerine akan domates suyuna aldırış etmeden, yemeğe devam etti. yıllardır domatese hasret olan ben, imrenen gözlerle kadına baktım, durdum. o an olsa da yesem dedim, o kalabalık tıkış tıkış yerde, olsaydı yerdim valla.
***
son günlerde gündemi işgal eden konuların ruhumuzu sıkan, inciten yanlışlarını düşündükçe, arkadaşımın sözlerini anımsıyorum. benzer şeyleri yazmıştım buraya. her şey büyük bir anlamsızlık içinde. bu kadar yanlışın içinde, hatanın, adaletsizliğin içinde var olma hali, doğruyu anlatma kaygısı, anlamlandırma telaşı, iyiye tutunma gayreti o kadar yorucu ki...

işte bahar geldi, tomurcuklar açtı, 'defne' yaprakları koktu, içimiz coştu da coştu derken tereddüt ediyor insan. doğanın bu harikulade dönüşümü, disiplini karşısında, hiç mi görmüyoruz, örnek almıyoruz, 'güzel' diyerek özümseyemeden geçiyoruz sanki. anlayamıyoruz, varlığı anlamlandıramıyoruz sanki.

bir kitap okuyorum. okurken titriyorum. çok güzel hikayeler, çok güzel cümleler. ferid edgü - yaralı zaman... kitapta bir av hikayesi var. onu paylaşmak isterim. okuduğum başka bir hikayeyi anımsatıyor. okurken kah geyik oluyorsun boynuzları kayalara çarpan, kah aç kurt, kah nişan alan kafası karışık insan... bu çelişkiler bütünü, sana her şey olabileceğini, her şey yapabileceğini hatırlatıyor.

dünyanın acımasızlığı, işte böyle bir şey. kalbine bastırarak sevdiğin, kalbini ısırıp kanatıyor. güven duygusu kevgire dönüyor, anlamamak, merakını köreltmek istiyorsun. nasıl olur ki böyle.

Ruhi Su - Aşağıdan Gelen


ah nisan...
***
.
.
Ne uykudayız, ne de uyanık
biziz, başka bir şey değil işte!

An ayrılmakta kendi kendinden
ve duraksamaların oluşturduğu
geçite dönüşmekte.

O. Paz - Gitmekle Kalmak arasında, şiirinden...

***

sen sus şair,
bu kez uçma.
gölgenin taldasına gir.
bak
gök
acıyı doğuruyor
güneş ışıklarından.


aldatan,
sıcak
sarı
sevgili
ışıklarından...

d..f..

*adaletin...