31 Aralık 2011 Cumartesi

ölüm ve dans


insanlar zamanın başına üşüşmüş,
büyümesini izliyorlar
ve dans ediyorlar mutlulukla.

uzak yerde
insandan eski olan ölümün
kokusu tazeleniyor.

vadilerden
sokak aralarına taşıyor şarap,
unutturuyor ölümü,
yaşamın mutlak varlığı olan ölümü..

d..f..

28 Aralık 2011 Çarşamba

sevgili oğlum


eğer bir oğlum olsa idi ona her yıl bir mektup yazardım.

sevgili oğlum,
6 yaşındasın ya da 7 tam kestiremiyorum :)

sana senden bahsetmeden önce biraz kendimden bahsetmek isterim. çünkü beni bilmeden, benden kendini dinlemek biraz eksik olacaktır.

eskiden arkadaşlarımızla geleceğimiz hakkında konuşurduk. nasıl yemek yapacağımızı, evimizi, nasıl bir aile kuracağımızı anlatırdık birbirimize. ve bir gün bu anılarımızı torunlarımıza anlatacağımızı söylerdik. o zamanlar bir evcilik oyunu gibiydi her şey. senden bahsetmek tatlı bir hayaldi sadece.

ve bir gün gerçekten bir ailem oldu, sen gerçek oldun. güzel yemekler yapabilecek kadar büyümemiştim henüz. ama anne olmuştum, annen. oğlumun annesi... çok sevdiğim uykuyu terkedecek, daha güzel yemekler yapmayı, dar zamanlarda çok işler becerebilmeyi öğrenecektim. sana arkadaş olmayı ve seni dinlemeyi çok sevecektim. öyle de oldu.

sen büyürken, ben de seninle büyüdüm yeniden. senin dişlerin çıkarken dişlerimi, sen emeklerken dizlerimi, yürürken kendi adımlarımı keşfettim. sana okuduğum her hikayede iyiliği öğrendim seninle, senin için. şen kahkahalar atarken, sesinin kalbimdeki coşkusunu dinledim. sevincinin ve mutluluğunun hayatımdaki en büyük eksiklik olduğunu fark ettim. oğlum, sen benim öteki yaşamımsın, doğmadan önce hiç bilmediğim, gitmediğim yepyeni bir ülke, bir cennet parçasısın.

doğduğun günün üzerinden seneler geçti ve sen okula başladın. ben de güzel yemekler yapmayı, daha becerikli olmayı öğrendim. ama hala dizlerinin üzerine düştüğünde içimden bir şeyler kopmasını engelleyemiyorum. terlediğinde elimde yeni bir çamaşırla peşinden koşmaya, ıslak saçlarını geriye doğru atmaya doyamıyorum. sana baktığımda iri gözlerini örten kirpiklerini, o masum harikulade yüzünü seyretmeye doyamıyorum.

oğlum, çocukluğumun şahidi, mutluluğum...
senden sonra hayatım değişti. artık bütün planlarımda sen varsın, senin üzerine dönüyor yaşamım... ben ve baban, senden bahsedince mutlu oluyoruz. seni bir sevdiğimize anlatırken gururla kabarıyor göğsümüz. sen Mevlamın bize verdiği en muhteşem armağansın. Allah bahtını açık etsin, seni tüm insanlığa hayırlı insan eylesin. (amin)

başarılı, faydalı, iyi, dürüst ve sevgi dolu bir insan olman için çalışacağım.
dilerim, yüzündeki masumiyet ömrün boyunca silinmez.
her zaman yanında olacağım.

annen h...

d..f..

-empatinin yetersiz kaldığı tek yürek anne yüreğidir sanırım. annemden biliyorum.-

20 Aralık 2011 Salı

siyah tül kokusu

http://www.youtube.com/watch?v=UZXmJWw3W2w

eski kiremitlerin üzerinde yürüyorum. çocukların süt dişleri bembeyaz parlıyor güneşte. dama atılmış, daha sağlam kökler için göklere... sonra çatlıyor bir kiremit ve kırmızı tozlar dökülüyor tahtalar arasından. yağmur başlıyor, kayalara tutunan yosunlar yeşeriyor yeniden. bir mart çiçeği, beyaz, dere boyunca yürüyorum, iri çakıl taşları topluyorum, suyun yumuşattığı. kervan düzlüğüne çıkıyorum, cevizlik gibi, ağaç dallarından göğün görünmediği, yeşil kokan bir düzlük. siyah bir tül takılmış dala, rüzgar emiyor kokusunu. alıyorum elime, kokluyorum. küçücük bir çocuğum, kalemtraşta parmağını açıp kanatacak kadar küçük. yeniyim, olmayan şeylerden korkacak kadar yeni. bayır aşağı çayırların arasından koşarken, rüzgarı parmaklarımla toplayabileceğimi zannedecek kadar yeniyim. çok yüksekten kendimi bırakınca uçabileceğimi zannedecek kadar yeni... siyah tülü alıp kokluyorum. yeniyim, seninle ilk orada karşılaşıyorum. neden ağladığımı bilmiyorum.

d..f..

-...-

18 Aralık 2011 Pazar

gelgit (me) lodos


aralık akşamı, lodosun yumuşak şefkatli varlığı, tüm gövdemi sarmaladı ve tatlı duygular bıraktı ruhuma. öylece oturup bir köşede, konuşmadan, dinlemek uğultusunu lodosun. derinden verdiği sesleri, yaşayıp göçen insanların bize bıraktığı, gelecekteki hayatların birikmiş seslerini... tahta kapıların, pencerelerin aralığından sızıp dağ ninnisi söyleyen en kadim dostum, sesini, tenini nerede olsa tanıdığım, sevdiğim... biriciğim gibi, bıkmadan, biriciğim gibi içinde ama uzaktan.

ne kadar kederli, kırık ve parçalanmış olsak da bütün insanları havuzunda toplayan o muhteşem zaman dilimi, çocukluğumuz... nedir sırrı, gizemi? her gün çoğalan kirin içinde ihram gibi bembeyaz bakan bize geçmişimizden. saf, temiz, henüz giyinmemiş üzerine yaşamın korkunç yüzünü. bu sebeple her konuştuğumuzda ağzımız kulaklarımızla kaç kez birleşir, kaç kez okşarız çocukluğumuzu öz sözlerimizle, okşatmak isteriz başkalarına da. ben çocukken çok mutluydum. bir daha hiç o kadar mutlu olamadım.

çocukluğumdan başka, kendimi hiç bir yere ait hissetmiyorum bu yerkürede. elime verilen bu muhteşem yaşamı bırakabileceğim değerde bir yer bulamıyorum. zaman geçiyor ve ben telaşla koşuşturuyorum. neresi?

biriciğim,
ellerimi bıraktım lodosa
değdi mi parmak uçlarına?

bağladım ayaklarımı bugün,
ellerimi, gövdemi.
ruhuma yapışan istekle kayboldukça
genişleyip yuttu beni zaman.

günlerin kuşu, cumartesi
beklemeye adanmış bir düştür.
bedenimden kesip atmak istediğim bir uzuv,
her hafta üzerime çöken siyah tören.

incitme daha fazla,
susma, ırama...
küçücük oyunuma bak,
taşlarıma, ağaçlarıma
"ve" dar sokaklarıma.

"ve" inancıma saplanan kuyu
bölüyor beni kanatlarımdan.
tut kelimelerimi
duy rüzgarımı
hisset...

de ki;
"oyununu izliyorum uzaktan,
duyuyorum"

kapı aralıkları kanıyor karanlıktan.
"tut beni" soğumayan kelimelerimden.
düşmeden ..

d..f..

-gelgitlerin erittiği, dağlar düşüyor bir bir-


*resim: gürkan coşkun

14 Aralık 2011 Çarşamba

aynı


yuvasında büyüyen
aynı
soluğumuzla yaşayan, bizimle
aynı
acısızlıktan korktuğumuz, kaçmaktan...
aynı
anlamların rüzgara kök saldığı
aynı
ve ağaçların, ağacın
aynı
köklerden toprak olduğu, aynı göğe dallarını sunak yaptığı güz
aynı
bir çocuk bakıyor penceresinden ihtiyarın
aynı
büyüdükçe daha iri hatırlanan çocuk
aynı
ve biz sukûnetiyiz sensiz geçen baharların, baharların
aynı...
d..f..

de ki;
aşk unutulacak kadar sığ değil;
yaşanacak kadar canlı derinliği...

8 Aralık 2011 Perşembe

kış uykusu

huzurun karanlığını besleyen ev
loş ışıkta yutar sesleri.
karanfiller pencere dibinde
barışa yeltenir her sabah.

tavus kuşu
belki hüdhüd...
gövdesiz ağaçları saklar.

gezindiğim ev
dokunmadığım eşyalar
zaman kokuyor.
gördüm,
ölüsün sen,
yüzün
bu yüzden soluyor her gün.

yola çıkarken
artık seni yanıma almıyorum.
bunu biliyorsun,
yorgunsun,
bekleyişinin içi kimsesiz.
ve hala bana benziyor her şey.

birazdan seni üzerimden çıkarıp
geride kalacak geceye asacağım.
uyandığım gün üzgün
ve çok daha yorgun olacak.

hoş çakal...

d..f..

-kayıtsız kalınan hiçbir sevgi yoktur. bunu (sezgiyle) biliyoruz.-

29 Kasım 2011 Salı

kuru zaman parçası



bir tatlı kuru zaman parçası ve yap-boz gibi birbirine eklenen diğerleri...

sonra oluşan bir hayat manzarası...


uzun zamandır kimseyle konuşmuyorum. geçen akşam konuşur gibi oldum,

kendimi yabancı hissettim. işteyim şu an. çalışacak dermanım kalmadı.

son aylarda tüm gücümü çalışmak için kullanıyorum.

bu bir yönüyle iyi bir yönüyle de kötü.

kendini unutmak iyi ama bazı şeyler de kaçıyor, uzaklaşıyor benden.


yazmak da öyle... ne zaman harflerle göz göze gelsem, hep acıyı hatırlıyorum.

depremleri, yangınları, savaşları ve ölümleri...

kaçabilir mi insan gerçeklerden? evet, çocukluğuna kaçabilir.

ben öyle yapıyorum, bir lodosa bırakıyorum saçlarımı,

tatlı bir güze ve dağların arasındaki bakir yaşama...

sahi, nasıl çıktım oradan? neden?



yüzüme aşk eyleyen acı

içine yarım bir kadın doğurdu.

ilk elma yeşil miydi kırmızı mı?

ilk yaratılan aşk

bahar değil miydi?

bu çok güzel olanlar

bir gün bırakmıyor mu ellerimizi?

kaderimizde olmayanı

arayıp oyuyoruz.

altını iskemlelerin

ve tahtların...

kuru çayırların rüzgarda bıraktığı uğultu

suya kavuşunca dinginlik...



karıncalandığında beynimiz

ve üşüdüğünde kelimelerimiz

bir zaman sığınağına sokuluyoruz.

al ellerimi,

başımı tut,

kelimelerimi soğut

diyoruz.

kelimelerimi soğut!


beni dünya acılarının içinde

aşkla yalnız bırakan...

boşluğa bıraktığın bu yalnızlık

tanrının bana kurbanı

sana sözüdür.

kelimelerimi soğut tanrım.

ve granit kayalarla gözlerimi kanat.

yüzümde aşk eden acı

kusurun güzelliğidir.

kulluğun bilinci...

beni onunla affet

ve kelimelerimi soğut.


(amin)



d..f..












24 Kasım 2011 Perşembe

aramam, sormam, vefasızın biriyim.


geçtiğimiz günlerde, on yıl evvel, aynı evi paylaştığımız okul arkadaşım aradı. en son iki yıl önce aramıştı. benim vefasızlığımdan dem vurmuştu yine. (haklı) yine aynı cümleleri kurdu, yine beni yerdi. sözlü olarak kendimi iyi ifade edemediğim için, içime dert oldu. "evlendik, çocuğumuz oldu vs vs şeyler yaşadık, hiçbirinde yoktun, aramadın dahi..." dedi. tabi, okuldaki onca yakın arkadaştan çok azıyla görüşüyor olmam, bu sitemlerden çok fazla duymama sebep oluyor. dört yıl önce çok yakın arkadaşım, onu aramadığımı-sormadığımı söyleyerek bana acı acı sözle söyledi. öfkelendim ve numarasını sildim telefon rehberimden. bir daha da aramadım. (çok arıyormuşum gibi) neden böyleyim? sadece bana mı oluyor bunlar, gerçekten vefasız mıyım?

"vefasızlık" durumu gerçekten can sıkıcı. gerçek şu ki; herkes aranmak, ilgilenilmek istiyor, evleniyor, çocuk sahibi oluyor ve bu güzel günlerinde sevdiklerini yanında görmek, bu değişimi, gelişimi beraber yaşamak, paylaşmak istiyor. bunu anlayabiliyorum. ama herkesin kendine göre bir hayatı var. lanet olası okul bitti ve hayatlarımız değişti. biz değiştik. ben değiştim. herkesi görmek istemiyorum, üzgünüm. herkesi aramak, sormak, dinlemek istemiyorum. bu doğal değil mi? üstelik, hayat akarken yeni insanlar tanıyoruz, yeni arkadaşlıklarımız oluyor. elbette eski dostluklar önemlidir, güzeldir ama herkesle aynı devam etmesi mümkün olmuyor. hayata bakışlarımız değişmiş, dönüşmüş oluyor. ister istemez uzaklaşıyoruz. eskiden yeni insanlarla tanışmaya bayılırdım. ama artık ondan da yorgun düştüm. bir zaman sonra tanıdığım her yeni insan eskilerden birine benziyor. bu garip bir şey ama gerçek. sadece geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaşı sevdim ve keyif aldım. (laf aramızda kimseye benzetemediğim için) bu istisnanın dışında, yeni tanıştıklarımla yüzeysel şeylerin dışında bir şey paylaşamıyorum. bana kalsa, edebiyat, siyaset, şiir ve annemden konuşurum. söylesenize, bu sıkıcı sohbetten kim hoşlanır?

yani durumum budur. ve bu sitem dolu telefon konuşmalarından, suçlanmaktan gerçekten çok sıkıldım. aramayın beni. lanet olası cep telefonundan da nefret ediyorum. öyle işte...

d..f..


22 Kasım 2011 Salı

kör olası çöpçüler



bu aylarda çöpçülere hep imrenmişimdir. elime bir kürek bir süpürge verseler, park bahçelere salsalar beni, yaprakları süpürsem, süpürsem süpürsem... nereden çıktı derseniz...?

efendim, ilk dönem çocukluğum malum biricik köyümde geçti. 9 yaşında geldim İstanbul'a... fakat 9 yaşımdan sonra geçen dönemi çocukluğuma dahil edemiyorum. aslında İstanbul'da da güzel bir çocukluk dönemi geçirdim. her ne kadar çok arkadaşım olmasa da, özgür bir çocuk oldum hep. fakat ilk çocukluk dönemim bambaşkadır. her zaman ömrümün en güzel dönemi, en çok özlediğim zamanlar olarak kalacaktır.

çöpçülük sevdama gelince...
ilk çocukluk dönemimde bu mevsimlerde yaprak süpürme zamanıdır. bize ait olan ormanlık arazimizin düz ve biraz güneş gören bölümleri, çalı süpürgelerle süpürüldü. bu işi yapmış değilim, benim görevim başkaydı. yaprakları, kış aylarında ahırdaki ineklerin altına sermek için süpürürdük. ablalarım süpürdükleri yaprakları diğer sepetlerden çok daha büyük, seyrek örülmüş çubuk sepetlerle taşırdı. evdeki ufaklıklar ise, sepetle gelen yaprağı basmak ile görevliydi. evimizin "hayat" dediğimiz bölümünden ahıra açılan küçük kapaktan aşağıya boşaltılan yapraklar, üzerinde tepinilmek suretiyle basılırdı.

bu çok eğlenceli bir işti bizim için. orada bir kuru yaprak deryasında, kuru yaprak kokuları arasında zıplamak, yaprakların arasına dalmak, çıkmak ve bunu defalarca yapmak... bugün, AVM'lerde çocukların küçük toplar arasında zıplamasını bu oyuna benzetiyorum fakat, çok yapay geliyor. söylesenize, kuru yaprak kokusunun hüznünde zıplamanın yerini tutar mı plastik oyunlar? tıpkı ikinci çocukluk dönemim gibi, her şey yarı yarıya yalan...

her sabah caddenin kuru yaprağını süpüren çöpçülere biraz da darılıyorum. azıcık birikse, ayağımıza değre, hışırtısını çıtırtısını duysak n'olur? dökülür müyüz?

biz ne kadar sıkı tutunursak tutunalım, o bizi bırakacak bir gün...

d..f..

-çocukluğuma derin özlemle..-

18 Kasım 2011 Cuma

güğüm ve konuşan su

bakır sesi duyuyorum
güğümden.
su,
avuçlarıma sığmayan.
bakırla konuşuyor, gülüyor.
annem çıkıyor merdivenden,
alnında kazan karası, elleri süt kokuyor.
eteklerine sarılıyorum,
beni itiyor.

aklımı kazıyıp
su kuyusuna akıtıyorum.
geceleyin gelecek olan,
kurban edecek onu.
ya da ninem,
bizden önce davranıp,
kazıyacak kuyudan
aklımı yitirdiğim o suyu.

bakırla gülüşüyor su,
güğümle konuşuyor:
"ninem pantolon giymeme çok kızıyor"
bunu bir yerden hatırlıyorum.
"gece gelen ölüler,
kapıların ardına saklanıyor.
ve ben yattığım karyoladan tavana bakıyorum.
tek ayağı olmayan siluet adam
bana durmadan göz kırpıyor."
ve ben bunu da hatırlıyorum.

annem çıkıyor kapıdan yine.
göğümü götürüyor.
sabah doldurduğu
kuyunun ilk suyunu...
ocağın kancasına takıp
altını gürgen odunlarıyla dolduruyor.
su ağlıyor,
güğüm suskun.
dinliyorum:
"ninem pantolon giymeme çok kızıyor,
çok sevdiğim pantolonum,
düğmesi olmayan hani...
naylon bebeğimin kendinden naylon saçları,
ocağın ateşinde yanıyor.
ben çok akıllı bir suyum,
içim kaynamaya başlıyor.
affet! kendimi yakarken
seni de acıtıyorum."

bunları bir yerden hatırlıyorum.
annem beni dizlerine oturtup
anlamsız şarkımızı söylüyor:
"tat tat taaa, tat tat taaa"

d..f..



16 Kasım 2011 Çarşamba

ah ve ey..!

ah kör karmaşam, ayağımı çarparak uyandığım kaval kemiği acım, hapşırdığımda boğazımda beliren tatlı kaşıntı, lodosun değdiği, değerken mutluluktan acı verdiği tatlı rüzgarlar, ah gökte yan yana görmekten mutluluk duyduğum üç sönük yıldızım, sokulgan kedilerin sıcaklığı, aç karına yediğim tatlılar, ilk aldığım eşyalarımın ruh işlenmemiş tabii kokusu, annemin büsbütün varlığı ve doyumsuzluğu, ah kekik ve ıhlamur ağacı kokusu, çocukların hınzır gülüşü, ahşap aralıktan sızan tozlu güneş ışığı, kurumuş çayır kokusu, kırdığım kuş yumurtaları, tahta kanatlar, Tanrının yeryüzündeki ve gökyüzündeki ayetleri ve ateşi, ve ateşin içimi ibrahim'e çevirdiği gül, kutsanmış duvarlar ve duvarımdaki gölge hayatlar, ilk kavgam, sözün ağırlığından korkup ilk susuşum ve kıvranışım içime, sabrımın tohumunu gözlerinden içime taşıdığım ilk, ey ve ah....

iki kapı,
iki yapı arasındaki adaletsiz mesafe!
ez beni ve göm gülüşünün kadife rengine.

iki muhteşem inşa
saç ve el,
tanrının uyumdaki seçkin zarafeti.

beni körlüğümden bağışla,
içini sezişimden yargıla
ve heyecan sağanağına as yeniden.

çarpan kalbim
çarpan kalbindir.
fışkırmak için siretine
duvarını yumruklayan atışlar...

öp üstünü toprağımın, göğümün,
kuşlarımı sözünle buğula,
inatlarımı talan eyle,
duruşlarımı, bekleyişlerimi ziyan eyle.

ah ve ey..!
yol beni yerken dişlerimden
ağaçlarım döküldü tek tek,
gururlandım yaşamdan
ve bir güz şarkısı okudum:
ah ve ey..!
sana seslenişim
kendimi aşağıya bırakmaktır bu uçurumdan.

ah ve ey..!
kule ve kuyunun arasında
gittikçe uzayan zaman
bana yol gösteriyor hala
varlığın özüne saklanmış
o sarmaşıktan.

ah ve eyy..!
öp ve uyandır beni
bu tatlı yaşamdan.

d..f..

-mutluluk nakartıma-


15 Kasım 2011 Salı

kız çocuğu ve anne

taşların soğukluğu ayaklarıma işliyor. ve soğukta kısalıyor her şey; yollar, nefesler, sesler, günler... bir köşeye yüzümü dönüp sallanıyorum, bir sağa bir sola... bir gel git halidir bu, sallanan kız çocuğu... eşik, karanlık ve duvarlar... imgelerin güzelliği koruyor beni yapaylıktan ve korkudan. sarılıyorum, içinde anne olan geceye. taşların soğuttuğu yerde, tek sıcak ve uzun yer burası. ama burada da bir rüya sağanağı var, bu yer kadar uzun.

ilk adımını atacak bir gün kız çocuğu, cesaretini toplayacak. ama eşikten sonra gelen bunca vakit biriken uçurumdur. köprüler çürüdü ve koptu hayattan.

sallanıyor, bir sağa bir sola... ileri ve geri belirsiz... ilk adımını atacağı gün, yüzleşecek kız çocuğu, biriktirdikleriyle, ona sunulanla...

ben gün yüzüne çıkmamış sabrın anasıyım.
çocuğumun güneş yüzünü bekliyorum.

beklemek, yaşamın rahmidir,
yüzünü göremediğimiz annemizdir.

bu yüzden, hayatla karmaşık bir ilişkimiz var.

d..f..

9 Kasım 2011 Çarşamba

sanatçı kaygısı (ve sanat komplosu)


son dönemlerde, üzerinde düşündüğüm bir mevzuyu yazarak, anlamaya ve adlandırmaya çalışacağım. düşünmenin en faydalı yollarından biri de yazmak benim için.

mevzuya gelince… “sanatın yüceltilmesi ve metalaştırılması…” öncelikle haftalar önce okuduğum bir röportajda, yazar mehmet eroğlu’nun cümlelerini aktarmak isterim: “batı için yazdığınızda, talebe yani batıdaki türkiye algısına uygun ürün vermeniz gerekiyor. bu bakış açısı sadece bizim için geçerli değil. eğer ingilizce, fransızca ve ispanyolca yazmıyorsanız, batılı yayınevlerinin elinize tutuşturduğu temaları ele almalısınız. uluslararası bir kitap fuarında ünlü bir yabancı yayınevinin editörü ile konuşurken, küstah bir tavırla yüzüme gülerek “eğer ugandalı bir yazarsan idi amin, açlık ya da hayvanlar hakkında yazacaksın. kimse iki ugandalının aşkıyla ilgilenmez. isterse yazdıkları romeo ve juliet kadar iyi olsun.” dedi. durum bu, ya hayvanları yazacaksın ya da hayvanla insanın aşkını… batı, bu editörlük yaklaşımını göreceli olarak bize de uyguluyor. sadece bize değil, aynı yaklaşım tercüme edilen bütün dillerde yazılanlar için geçerli… “

beklenilen bir tavır olmasına karşın insan yine de şaşırıyor. nobel ödüllü “büyük” yazarlara baktığımızda, pek çoğunun ülkesinden sürgün olduğunu ve eserlerinde ülkesinin “gerçeklerini” yazdıklarını biliyoruz. ama esas meselenin bu yazarların eserlerinde yer alan “gerçekler” dünya kamuoyunun siyaset bahçesinde önemli argümanlar olarak kaynak teşkil etmesidir.

bu tavra kendi yayın dünyamızda sık sık rastlamak mümkün. tabii sadece edebiyat dünyası değil, gazetecilerimiz arasında da aynı vakaların benzer örneklerini hepimiz iyi biliyoruz. dindar bir yazar, iyi yazdığı için değil; dine yeni bir yorum getirebildiği, dini ideolojik olarak gazetenin ideolojisine yaklaştırabildiği ölçüde ya da dindarları aynı ideoloji içinde eleştirebildiği oranda iyi yazar sayılır. örneğin, ahmet hakan… dindar kimliğiyle yazıyor ahmet hakan, ne yapsa o kimlikle anılacak. peki, yenişafak ya da zaman gazetesinde yazsa idi yazdıkları bu kadar çarpıcı olur muydu? –yazıların niteliğe hiç girmiyorum- ya da sol ideolojiye sahip biri zaman gazetesinde solcuları eleştirse nasıl karşılanırdı genel okuyucu tarafından? zaman okuru dışında sol cenah da, yazarın ne söylediğiyle ilgilenir, açığı kapatmaya çalışırdı belki de. gazetecilik elbette yazarlığın ve edebiyat dünyasının ucundan köşesinden nasiplendiği garip bir mecra… birbirini besleyen yönleri de var.

tekrar asıl mevzuya gelirsek… bir sanat eserini sahibinden ayrı düşünemezsiniz. esasen, sanatçıyla eseri arasında başlangıçtan sona varan, bütünün parçaya hayat akıttığı bir süreç vardır. bu süreçte eserin geçirdiği değişimde, her ne kadar arılaşmasına, bir öz olarak sanat vitrininde yerini almasına çalışılsa da, sanatçının mutlak öznelliği ve buna mukabil kaygıları, esere yansıyacaktır. yani eserin bitmiş ve devamında bir takım revizeler sonucu yazarın kaygılarıyla şekillenmesine, günün şartlarında ses getirecek şekle bürünmesine çalışılacaktır. kimisi buna emek der, kimisi işine saygı kimisi başka bir şey… bir arılaştırma emeği mutlaka gereklidir fakat bu sürece yön veren potansiyel sorgulanmalıdır.

“yazılarında kullandıkları yöntem, yanılgıları ortadan kaldırma ve hataları düzeltme yöntemidir.” – “yanlışların düzeltilmesi her koşulda bir karşılaştırmaya, elde edilenle amaçlananın –çalışmanın baskısı altında her seferinde değişen idealin- karşılaştırılmasına dayanır.” k.r.popper – daha iyi bir dünya arayışı

nice sanatçılar, olayların baskısı altında iki değer (insanlık değerleri ve sanat değerleri) arasındaki gergin durumdan kaçmak için ya fildişi kuleye sığınıyor ya da toplum dinciliğine…” a. camus - denemeler

“sanat piyasası bir mafya değil ama kendi oyununun kurallarına göre oluşmuş ve yok olsa kimsenin fark etmeyeceği bir şey. değerin temelleri giderek zayıflarken, sanat piyasası var olmaya, üstelik gelişmeye devam ediyor. bu gelişmeyi –bir kaş sanatçı hariç- komplo olarak kabul ediyorum.” j.baudrillard – sanat komplosu

bir ülkenin günlük hayatında, ideoloji olgusuna yaşamsal bir paye biçilmiş, düşünceler ve inançlar ikiyüzlü bir özgürlükle sınırlandırılmış, farklı çıkan sesler birlik beraberlik şarkıları arasında boğulmuşsa… bu ülkenin edebiyatı, sanatçıların eserleri, bu ortak dominant (egemen) sesten ciddi bir şekilde etkilenerek; gelecek, saygınlık vs kaygılarla şekillenecektir.

fakat kaygılar tek taraflı değil, egemen güç ile edebiyat dünyası birbiriyle iç içe ve etkileşim halindedir. sanatın varlığı bir yandan toplumu geliştirirken, sanatçı da varlığıyla ideolojik topluluklara güç veren, bir dinamiktir. günümüzde edebiyat eserlerinin değeri, satışıyla eşdeğer tutulmaktadır. değer biçilme aşamasında yanlış ve yanılgıya düşen edebiyat dünyası o. paz'ın; "edebiyatın mantığı, piyasanın mantığı değildir" kıstasından maalesef çok uzakta. sanatçının kendisinin, eserine bu kıstasla değer biçtiği bir edebiyat dünyasında, gerçek edebiyattan ve değerden bahsetmek mümkün değildir.

peki, değer biçen yanlış kıstaslar nasıl varlığını sürdürüyor? elitistlerin varlığı, elitistlerin sermaye akıtarak değer oluşturduğu sanal sanat dünyasında, yeni egemen topluluklar alternatifler geliştirerek kendi varlıklarını ve konumlarını kökleştirme yolunu tercih etmiştir. ve maalesef, bu tercih elitistlerin değer biçme yöntemiyle devam etmiştir. edebiyatla siyasetini destekleyen, canlı tutan ve yayan ideolojik kesimler, denge sürecinde edebiyatı ve edebi değeri katletmektedir.

burada, itiraz etmesi gereken kesim, eserine "tüketilen" muamelesi yapılmasına izin veren sanatçılardır. bir kaç sesin dışında, bu ciddi soruna göz yuman değer, satış, saygınlık, tarafgirlik kaygısıyla hareket eden, hitap ettiği kesimin ideolojik ve piyasa değeriyle yüceltmesini sanatsal değer gibi kabul etme körlüğüdür. bu sebeple, gerçek bir sanatçı gibi eserlerini ticarethanelere taşımamalıdır. sanatçı kişiliği zaafiyet gösterse de, eserlerine duyduğu saygı bu koruma psikolojisini geliştirmelidir.

maalesef tüm bunların kaynağı içimizdeki ikiyüzlülüktür. varolma arzumuz, sevilme, beğenilme ihtirasımız, sahiplenilme, güçlü olma tutkumuz, sarıldıkça daha sıkı sarıldığımız içimizdeki öteki yüzümüz… bilgelik, hırsın köklerini ve ikiyüzlülüğü beslemez.

mutlak gerçek şudur: sanat eserine gerçek değerini veren yegane kıstas, eserin zaman içindeki konumu ve canlılığıdır. bugün milyonlar satan bir eser, yüz yıl sonra küllenmiş ise; sanatsal değeri ortaya çıkmıştır.

d..f..

1 Kasım 2011 Salı

umurunda mı?





gösterin bana kendi yüzünüzü, kendi yüzünüzü ama... yeryüzünün bulutlarını gökyüzünde görenler için sizin yüzünüz yeterince beyaz gelmiyor artık. gri havaların suskusu yok sizin yüzünüzde, o bile yok ve yeterince iyi değil.



bir teknede çırpınan balığı duydum, su isterken zavallı dudakları, tuzlu bir öpüş bıraktı hayata, son kez. son kez ve üstelik bizim gibi, giderken bile isteyen… bir şey ama bir yaşam boyu bulamadığı... ve giderken dudaklarında götürdüğü… işte o biziz, son sesimizdir, hiç bıkmadan dileyen son sesimiz…



biliyorsunuz, bizim yekûnumuzdur gidenlerin hayatı. hep bize ertelediler bizim de onlara ertelediğimiz gibi… hep susup sonralara bıraktığımız, hani senin ve benim gibi… (kimdir bu sen ve ben, hepimizin içinde olan bölünmüşlük mü?) erteleniş ve üzeri boktan bir balçıkla sıvadığımız saçma bir yapaylık. bu değiliz, bu değil…



kuzu sesleri duyuyorum rüyalarınızdan ve kurumuş çayırların şarkılarını… buralardan çalıp çalıp yastıklarınızın altına biriktirdiğiniz münzevi hayatların ışıltılı bekleyişlerini… ki sadece beklerler. beklerken varmış gibi, gelmiş gibi yaşarlar. oysa gelmeyiştir bizi bir ömür yaşatan.



herkes kendine bir cümle arıyorken… “bu mu, bana mı, ben mi, içimden hangi parça..?” bunlar hepimizin yalanladığıdır. ezberletilmiş formüller, tanrı inancımız gibidir hani..? birbirimize eşittir koymaya bayıldığımız yerde, birimiz hep aşağıda kalır diğerinden. duydunuz mu, hiçbirimiz eşit değildir diğerine, onun gözünde.



bir buluta sarılıp uyumak ve yağmurdan rüyalar görebilme arzusu gibi…yiz. oysa tek kanadımız var. hatırla sana bu cümleleri yazdığım yorgunluğu ve onlarca cumartesiden bir güzü… yelkeni rüzgârın cazibesine kapılmış ve gerildikçe isteyen sonsuzluk yüzünü…


uzun binaların üzerinden bakıyorum geceye ve homurdanan şehre. ışıklar canlı ve davetkâr. fark eder mi benim uyanık olmam senin uykunda? işte pencereden ensemi koklayan hava varlığının en güçlü nefesidir. tüm gün göbekli adamların mide uğultusunda bir sabır açlığına gömüldüm. bu her gün böyledir. susup dinlerken sen, onlar önem kazanır. ve sen kendine sorarsın sürekli: “umurunda mı, umurunda mı, umurunda mı?” inan bana hepsinin cevabı “hayır”. ne zaman ki yüzümün yansıması görüyorum bir yerde içimden büyük bir kahkaha patlatıyorum. “senin umurun, senin küçük umurun, kimin umurunda?”


önemsenmek için ağzı açık balıklar gibi çırpınıyoruz bu teknede. hadi, yalanlamayın beni ki ben de kendi ikiyüzlülüğümle barışayım. önemsenmek için girdiğimiz şablonlardan hangisi daha az komiktir bir diğerinden? yok, öyle bir şablonumuz çünkü. çünkü önemli doğmuşuz bir kere önemsiz günü kutsayarak. düşünceniz kusuruma bakmasın, zaman zaman, zamana çatmadan rahatlayamıyorum. o ki, tanrının şımarık gücü… evet, damarlarımdasın.



ne diyordum? evet, herkes uyuyor ve uyanık kalmam için içtiğim uyarıcılar damarlarımda kelimelerle akıyor. beni bul ve ona yapıştır, bir diğerine, akyuvar, alyuvar… vitaminiyiz biz hayatın, sözleriz yani.



“uyandırın beni,








çoktan doğdum ben:


yaşam ve ölüm
bir anlaşma yaptı içinizde,” (o. paz)



ah benim küçük şairlerim, dillerim, iniltilerim, ninnilerim, sabah zillerim. benimlesiniz, ilk gününüzden bu yana. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yalanlarımı bana hatırlattığınız için sizi kendim kadar çok seviyorum. gariptir ki birinizi kendimden çok seviyorum o da kendini benim kadar sevmediği içindir.



artık bana müsaade. korkuluk bekliyor balkonumda. ağır bir geceyi kovacağım üzerinizden, sihirli sözcüklerle. izin verin güne, size kendinizi göstersin önemsediğiniz yüzlerde.



günaydınlarım en sevmediğim gün salınızdan.



d..f..





http://fizy.com/s/16se7d

27 Ekim 2011 Perşembe

gelmedi/m

Gelmedi.


Eşikte sessiz bir gölgeydi.


Kuşkularına kuşlar uçurdum,


Sesimi örttüm korkularına


Ama cesareti yoktu,


Gelmedi.



Oysa biliyordum


yokluğu buradaydı


Beklemeye adanmış


Yorgun yokluğu…


Oysa benim için



Aynıydı ikisi de…



***



Gelmedim.


Ama yokluğum eşikte bekledi usulca.


Benim dünyam olan eşikte…


İçi dışı olmayan


Sözün yaşadığı eşikte…



Gelmedim


Çünkü


Yokluğum benden daha değerliydi.



d..f..



bu içimdeki, beni öyle derin sağırlaştırıyor ki, ne yeryüzünü ne gökyüzünü... duyamıyorum bazen. yine garip bir rüya... elin birinin sırtında, boyu senden uzun birinin. yüzünde büyük bir aşk var ve mutluluktan yere basmıyor ayakların. geçip gidiyorsun içimden, benim içinden bir başkasıyla... eteklerim yıkıntılardan tozlu... sonra dönüp bir gülüş bırakıyorsun, elin onun sırtında. hain, incitmek isteyen bir gülüş. ve ben deprem sesiyle uyanıyorum. yeryüzü insanla dolu, silkinen yeryüzü, bizi düşürmek için eteklerinden.



(...)

23 Ekim 2011 Pazar

VAN'A YARDIM İÇİN İLETİŞİM BİLGİLERİ

depremzelere gerekli acil yardım materyalleri:
- battaniye
- bebek bezi
- kadın pedi
- kuru ve dayanıklı gıda
- çocuklar için bir oyuncak

Şişli Belediyesi, Gayrettepe Belediye Binası:
şişli belediyesi beyaz masa bir ekip kurmuş ve sabaha kadar çalışıyor. ilçede ikamet edenlerin evlerinden yardımlar toplanabiliyor. yardımlarınızı belediye binasına bırakıyorsunuz. beyaz masa yetkilisi ile konuştum "bir hafta boyunca, yardımlar biriktikçe araç kaldıracağız" dedi.
Şişli Belediyesi Beyaz Masa: 0212 288 75 76

Pendik Belediyesi:
yardımları kapınızdan alıyor ve ulaşımını sağlıyor.
pendik belediyesi tel: 0216 444 76 35

MNG Kargo, Van'a gönderilecek yardımlardan kargo ücreti alınmayacağını beyan etmiştir.
MNG Kargo: 444 06 06

Kızılay'a cep telefonundan yardımlarınız için:
2868'e boş bir mesaj atmanız halinde 5 tl'lik yardımda bulunabiliyorsunuz.

AKUT'a yardımlarınız için:
2930'a AKUT yazılı bir mesaj göndererek 5 tl'lik yardımda bulunabilirsiniz.

Otobüs firmaları ile irtibat kurup, giyecek, yiyecek yardımlarınızı gönderebiliyorsunuz. Best Van turizmi aradım, "sabah 09:30'da aranması halinde yardımların hangi bölgelerden toplanacağını söyleyeceğiz" dedi firma yetkilisi. firma iletişim bilgileri:
Bitlis Taç: 444 1313
Best Van Tur: 444 00 65
Van Gölü Turizm : 444 65 65

İHD İstanbul şubesi
acil deprem destekleri için 25Ekim salı saat18'e kadar
Adres: Çukurluçeşme sk.Bayman apNo:10/1 Taksim
Tel: 244 44 23-0533 473 98 27

20 Ekim 2011 Perşembe

çaresizlik ve utanç



yorucu bir hafta, değil mi? işlerin yoğunluğu, şehrin ve mevsimin sıkıntısı... her şey bir yana, tüm bunlar bir yana... önemsiz küçük ayrıntılar...


yorgunluğun ve iki gecenin uykusuzluğu üzerine güzel bir uykuyu hak etmiş olabileceiğimi düşünüyordum. küçük bir ödüldü bu. fakat yaşanan bazı şeylerin yanında insan durup "ben ne yapıyorum, amacım ne?" diye düşünüyor. düşünmek zorunda.


şimdi sıcak yatağıma girip ölümlerin üzerine huzurlu bir uyku çekme düşüncesi içimi kemiren bir akrep gibi... geceyi ayakta geçirmenin bir faydası da yok ama vicdanımı uyku tutmuyor. bu çaresizlik beni utandırıyor. gerçektende utanç verici...


birçoğumuz güzel ailelerde, evlerde doğan, küçük tasaların dışında güzel hayatları olan insanlarız. günlük yaşam telaşına kapılmış gidiyoruz ve kendi yaşantımızdan başka yaşamlar bize çok aykırı ve lüzumsuz görünüyor. birilerinin ortaya çıkıp etrafa ölüm saçmasını çok çirkn buluyoruz, öfke duyuyoruz, hazmedemiyor, affedemiyoruz. tüm bu duyguları yaşıyorum, büyük çelişkiler içinde ama...


onlardan biri olabilirdim. "ötekilerden" biri... sorunlu bir coğrafyada dünyaya gelmiş, ailesi acılara maruz bırakılmış, yokluk çekmiş, haksızlık görmüş... parlak geleceğin olmadığı bir yerde insan korkusundan daha çok karanlık içine girmek istiyor. bir tür yükseklik korkusu gibidir bu. bir an önce aşağıya atlarsam bu korkudan kurtulurum dersin. bunu hissederim sık sık.


içine doğduğumuz şartlar bizi "öteki" hayata hazırlar. bu yüzden her insan bir başka insanın kurbanıdır diyorum. bazen tanıdık bazen tanımadık... kurban olduğumuz insanı da yanımızda götürürüz. çünkü kurban olma durumu bulaşıcıdır.


dün, bugün ve yarın ölüme giden, zorla götürülen her insan bize bir bıçak bırakır. kurban olma halini hatırlatan... ve biz büyük çaresizliğimizle küçük hayatlarımızı budalaca akıtırız dar sokaklardan. orada uzakta, adını bile hatırlamadığımız insanlar soyut duvarlardan birbirine ölüm savurur. üstelik bizim adımıza, bizim huzurumuz için.


içimde boktan bir huzur var. bunun için belki de, bu huzurla uykuda düşmeyi kabul edemediğim için, içimden söküp atmak istiyorum ve rahatsız bir döşekte sızıp kalmak istiyorum, ayaklarım üşürken. oradaki acıdan güçlü bir parça içime yerleşsin ve azalsın ağrıları toprağın istiyorum. bu duyumsadığım şeyi çok az buluyorum, çaresizliğimi yenmeme yardımcı olmadığı için eksik buluyorum. insanlığımı ve yaşamımı küçük ve gereksiz görüyorum.


biliyorum, ne yapsam nafile... ölmek, öldürmek ve seyretmek aynı şey... gerçekten çok üzgünüm, çaresizliğim için özür diliyorum.


d..f..

14 Ekim 2011 Cuma

Nar




vadettiğim suskunlukta
beyaz bir kuğu büyüttüm.

"ve"


gövdenin mevsimine uzanıp

sıcak bir nar tanesi kopardım.


gece,


artık saklayamaz seni karanlığımda...



d..f..



- "ve"ler bağlamayacak mı beni sözüne? -

9 Ekim 2011 Pazar

bir veda




cumartesi sabahı, saat 08:00 evden çıkmak üzereyken annemin geceden açık bıraktığı televizyona taklıyor gözlerim. bir cenaze var diyor, annesi vefat etmiş, bugün gömülecekmiş...


az ileride uyuyan annemin yanına yaklaşıyorum, elmacık yanağına bir öpücük konduruyorum, uyanıyor kuş uykusundan... onun uykusu çoğu zaman soğuk kış gecelerinde uzakta uğuldayan rüzgarın sesine benzer. bu yüzden ankara'dan gelen ağabeyim "bu gece onun ninnisinde uyuyacağım" demişti, rüzgarlı nefesini kastederek...


aynı gün, akşamüstü... cenaze merasimini izliyorum. kamera yaklaşıyor, imam cemaate soruyor;


- hakkınızı helal ediyor musunuz?


belli ki tüm varlığıyla büyük bir minnet duyarak ediyor evlat. titreyen dudaklarını toparlamaya çalışlıyor, bir çocuk gibi büzüşen dudaklarını... altmış yaşlarında olsa da, kendi evlatlarından torun görse de, bir devleti şaşalı bir siyasetle yönetse de... şimdi kordon bağını kendisinden son kez koparan annesinin tabutu başında, küçük bir çocuk gibi ağlıyor.


bu annenin gücüdür, hayatımızdaki yeri... onun varlığına duyduğumuz ihtiyaçla, bize insan olduğumuzu hatırlatır. her ne olursak, kim olursak, nerede olursak...


anneme dair çok sık yazı yazmışımdır. belki bir korkuyla yaşadığım içindir..


evde cenazeyi izlerken oğulun anne mezarına toprak atışına itiraz ediyor annem. oğullar gömmesin diyor anneyi, yani o kadar kırılgan ölümü düşünüşü bile...



d..f..

23 Eylül 2011 Cuma

dökülme sesi

düşünüp kuyunu delmeye uğraşırken sen, tanrı hiç beklemediğin yerden bir kapı açacaktır sana.

mehmet eroğlu:" bir yazarı büyütüp derinleştiren, mayasında kendini suçlama yeteneğinin varlığıdır."


bu yüzden demek "yer altından notlar" ve diğerleri...


***

bir solukta geçti eylül, yapraklara doyamadan... ilk günlerde üzerine bastığım yapraklar sessizce ezilirken artık kemik sesi çıkıyorlar basıldığında. oldu eylül, oldurdu güzünü ve dökülme sesine ulaştı.


d..f..

17 Eylül 2011 Cumartesi

...Pia



Lacivert geceden çıktı kız. Ayaklarını uykuya sokup ısındı. Gerçekten uyudu, renksiz… Uyandı. Güneş yüzü görmeyen hayali gitmişti. Neden? Neden öfke doluydu hala? Neden görünmez kıldı beni? Gerçeğimi acıttı hayalimden, her zaman olduğu gibi.


***


Günlerin kuşu cumartesi, beni başka bir şehre uçuracak bugün. Hayal kurmayı unutacağım. Sözlerin anlattığından daha keskin olan sözsüzlüğü hatırlayacağım sadece. Kendi sesimi taşıyacağım. Sadece benim ve umursamaz olan özgür sesimi. Tanrım, biricik Allahım, beni senin hakikatinle kuşat ve sadece onunla acıt. (amin)



d..f..



http://fizy.com/s/1cfrre

16 Eylül 2011 Cuma

affet



Affet diyor kalbim, affet içimi.


İçim ki inancını kaybetmiş bir kurbandır.


Bugün duyduğum en yakın sesler


Yarın ruhumu sokan bir yılandır.

Perde…


Ben duydum.


Ve bekledim yılanı.


Gözyaşımdan sokacak diye bekledim.


Ve uzadı günler, bir uçuruma uzadı.


Gözyaşım berrak bir göl, zehrini bekleyen…


Perde…
İçim ki inancını kaybetmiş bir kurbandır.


İnandım.


İnsanın bir adak olduğuna


Başka insanlar için…

İnandım, duyduğum sesin hakikatine…


Affet diyor kalbim, affet içimi.


Seninle oyduğum, adanmış içimi…


İnandım, içimi tanıdıkça sana inandım.


Perde…


Gün ve gece bir rahimde birleştiğinde


Anlaşılmak istenen rüyalar gördüm.


Uzun uzun anlattın.


Ve zaman yaratılmamıştı henüz.


Ve tüm şairler ten kokuyordu sanki.


Dağ aradım kaçmak için.


Bulmak için ilk yaradılışımı.


Üzerimden çıkmayan koku; ten…


Ölü şairleri sarstım sayfalarda.
Uyanmadılar.


Ağladım.


Perde…


Karanlığa girmeden önce
Son kez baktın içime.


Tükenmiş tırnaklarıma dokunup


Baharı ve iyiliği bıraktın.


Zehrini bekleyen göl
Tazeledi ruhumu gözyaşıyla…

İçim oyulmayı istiyor hala.


Derinlerde


Bir geriye dönüş olmalı…

Perde…


Geriye kaçış yoktu.
Geri kurbandı ve adanmıştı.

Zehirden değil


Duymaktan korktum.


Acıdan değil


Kaybedilen zamandan korktum.


Perde…


İnsana mı inanmalı, tanrıya mı?


Yoksa insanın içindeki saklanan iyilik tanrısallığına mı?
Hakikate ulaştıracak


Bir merdiven gibi…


Ölülerin sesi ne kadar dingindir.


Çünkü onlardan kopmuştur kötülük!


Mutlak olan


O sesin içimizde yankılanmasıdır.


Perde…


İnsan içindeki kuşkuyla büyür.


Kuşku, uykusu hafif bir kuştur,


Bilmediği seslerden ürken…


Ve içtenlik…

Ruhumuzdan özgür ülke…


Sınırlarını kendi belirler.


Perde…


Annemin yüzünde bir derviş gezer.


Annemin sonsuz yüzünde,


Öpülmeyi bekleyen eteklerinden…


Orada gördüm saf iyiliği


Ondan doğdum.


Ve dünya


Ve zaman


Ve insan…


Kusursuz bir kaos üçlemesinde.


Küçük görmek için gökleri


Silinmek için toprağı seçtim.


- Bir teyemmüm kuruluğunda sancı-

Bu küçük varlığım benim,


Neyin büyüklüğünde rahatlayacak?

Her an eksilen ve acıyan varlığın içinde…


İnsan acıyarak anlıyor


Ve acıtarak anlatıyor.


Perde…


Garip bir ikiyüzlülükle boğuşuyorum.


İnsansız olmuyormuş yaşam.


İnsan ise bana kendimi hatırlatıyor.


İçimde bir tatmin bekliyor


Diğer insanlardan…


İyilik bile verdiği huzur için iyidir.


Ve bana verilmeyen sevgi


En kötü cimriliktir.


İkiyüzlülüğüm ve bencilliğim


Acıtmak isteyen şefkatli ellerimdir.


Perde…


Affet diyor kalbim, affet içimi.

İkiyüzlülüğüme duyduğum öfke,

Varlığımın bu çirkin yüzüne…

İnsana baktıkça kendimi,

Sana baktıkça kuşkuyu

Ve içinde taşıdığın kötülük ihtimalini gördüm.

İçimde ölümü bekleyen kötülük

Birgün bitecek.

Ve sesim diğer seslerin arasında kaybolacak.

Bir koro gibi aynı hakikati söyleyeceğiz.

Perde…


Her insan kendi hakikatini arar.

Ve bulduklarımızla O’nu tamamlarız.


Ve sen kendi hakikatinin arayıcısı


Ben ise bulduğumun kuşkulu bekçisi…


Bu karşılaşma uzun süren bir şaşkınlıktır.


Sonra katılaşıp aşka dönüşen…


Geçmişe yolculuğumdur bu aşk,


Annemin yüzündeki dervişe dönüştür.


İçimi affet.


Sana inandım.


İnsana adanmış diğer insanlar gibi


İçindeki acının hakikatine adandım.









d..f..

4 Eylül 2011 Pazar

gezinti notları

"tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek"

(furuğ ferruhzad - yeniden doğuş şiirinden...)

yaşamı ve varlığı şiirle algılıyorum. yaşam; ritm, ses semboller ve metaforlarla insan düşüncesine en belirgin şekilde ancak şiirle oturuyor. şaire furuğ;
"yalnız sestir kalan" diyor.

6 günlük gezintim boyunca iki başucu kitabımdan biri f. ferruhzad idi. şiirle ve düşünceyle gezindim.

gazete, televizyon ve internet yoktu. yani ölümler, savaşlar ve büyük harfle konuşan siyasetçilerin sesi kesilmişti. ama bunca yıllık yaşantımda derin bir yer edinmişlerdi, ruhumdaki kuyuda seslerin yankısı vardı.

ilk gün kuşadasına indim. kuşadası kalesinden geziye başladım. güneşli sıcak bir gündü fakat gölgede serin ve rahatlatıcı bir rüzgar vardı. rüzgar parmaklarımın ucundan hiç eksik olmadı, olmasın da... kale bakımsız ve kirliydi. aynı özensizlik gezdiğim tüm tarihi alanlarda aynıydı. bodrum kalesi hariç...
kuşadası'da dolmuşçular turistlere yanlış yol tarifleriyle fazladan ücretlendirme yapıyorlar. genel olarak ucuz fakat bilmediğiniz fark edildiğinde durum değişiyor. bu sebeple hep biliyor numarası yapmak zorundasınız.

aynı gün ikinci durak meryem ana evi... kuşadasından 30 dakika boyunca iç kesime doğru ilerliyorsun. bu arada yol üzerinde onlarca devasa büyüklükte oteller ve eğlence merkezleri var. tarih ve denizle iç içe gibi görünse de bu merkezlere girenlerin sınırsız eğlenceden başını kaldırabildiğini sanmıyorum. yol kenarında iniyorum. hemen bir taksi şoförü yaklaşıyor ve meryem ana evine çıkarıyoruz, 40 dakika bekleyip indiriyoruz 50 tl diyor. dört turiste biniyoruz taksiye. yarım yamalak inglizcemle japon turiste sorular soruyorum; adı sarah, öğrenciymiş, daha önce istanbul ve kapadokya'yı gezmiş. 25 yaşındaymış, bir çay içiyoruz ve bayramımı kutluyor arefe gününde. meryem ana evi yüksek bir tepe üzerinde. sessizlik ve rüzgarın beslediği derin bir huzur var. bakımlı, temiz ve tüm dünya dillerine hitap ediyor. meryem ana evi, bir masumiyet abidesi gibi işliyor içime. meryem ananın bu evde yaşadığı ve vefat ettiği sanılıyor. dünyanın dört yanından turist görmek mümkün burada...
dünyanın dört tarafından akın eden insanlar, sanki bir dileklerinin peşinden buraya sürüklenmiş gibiler. bu gördüğünüz uzun beyaz duvar, binlerce dilek notunun asıldığı bir dilek duvarı. çocuk, ev ve sevgiliye dair binlerce dilek duaya dönüşmüş burada... dilekler arasında en dokunaklısı bana göre savaş karşıtı notlar idi...
meryem ana evinden efes antik kente iniyoruz. fakat gezintinize müzeleri de dahil etmek istiyorsanız müze kart edinmelisiniz mutlaka. büyük rahatlık sağlıyor ve çok da güzel bir uygulama... bu bölgedeki tarihi gezmek için en az iki gün gerekiyor. yedi uyuyanlar mağarası ve artemis tapınağı gibi dünyanın yedi harikasından sayılan önemli turizm merkezi... aslında tarih ve turizm gözünden bakarsanız hep eksik kalır gördüğünüz.

bir ayrıntı... buradaki tarihi kendi tarihimizle; ırk, din ve dilin ayak izleriyle pekiştiriyoruz. insanoğlu binlerce yıldır arıyor, hakikati arayışın ayak izleri bu gezintilerin en önemli parçası... üst üste binen bu ayak izleri, arayışın hiç bitmediğini ve bitmeyeceğini gösteriyor bize. tarih, çok güçlü bir ayna, içiçe geçmiş çerçeveler gibi, dehşet bir kuyu ve ilk başladığı yer yine insan...
yürümek, bakmak, koklamak kadar eski olan başka bir şey de dokunmaktır. vaktiyle bir su gibi pürüzsüz olan bu mermerler bugün zamanın sert elleriyle oyduğu başka bir mimarye dönüşmüş. taşlar, havaya ve suya sertlikleriyle karşı koymuş ama bugüne kalan bedenleri, iskeletleşmiş insan gibi, yumuşaklığını kaybetmiş...
hayal gücünüz kuvvetliyse, efes kentinin canlı görkemini tahayyül edebilirsiniz. fakat bu taşlar aynı zamanda insan acısını özümsemiş gibi...
uzun ve yorucu günün ardından köyümüze ulaşmak üzere yola çıkıyoruz. kapıkırı köyüne iniyoruz. muğla, milas'a bağlı bafa gölünün kenarında küçücük, sessiz ve yalnız bir köy. yalnızlığı elbette insan ve devlet eli değmeyişiyle bağlantılı. latmos dağının eteklerinde, cilalı taş dönemine kadar uzanan bir tarihi var. yerleşik hayata geçen ilk insanların mağara duvarlarına çizdiği resimler ve semboller bizden önce almanlar tarafından keşfedilmiş. birçoğumuzun adını ilk kez duyduğu latmos-beş parmak dağı, avrupanın farklı milletleriin gelip yerleştiği, sık sık turist olarak da ziyaret ettiği gizli bir yer.

kapıkırı köyüne indiğimizde vakit gece... çevreyi göremiyoruz. sadece cırcır böcekleri ve sinek vızıltıları duyuluyor. selenes otel diyoruz, 15 km içeride diyorlar. yani 2 saatlik yolun üzerine daha gideceğiz fakat araç yok. ali ihsan'ı çağırın diyorlar. biraz tedirgin oluyoruz. eski bir aracın önünde bekliyoruz. göbekli tombik bir amca geliyor, babaca tavırlarla 15 dakika süren yolculuğumuzda içimizi rahatlatıyor. köyü, tarihini ve insanını anlatıyor. içimiz ılıyor ve mutlu oluyoruz. otele geldiğimizde sarı ışıklı sessiz ama insan dolu bir teras buluyoruz. insanlar burada, müdavimi olan yerlermiş buralar... iete ilk gün kitap okumakla geçiyor. bisiklete binmeyi hala beceremiyorum.

ertesi gün bodrum... kuşadası bodrum'dan çok daha güzel, onu söyleyeyim evvela... ilk durağımız bodrum kalesi ve arkeoloji müzesi... burada testinin 5 bin yıllık tarihiyle başlııyoruz. farklı medeniyetlerin ellerinde şekillenen testinin, süt, bal ve şarap saklamak ve taşımak için kullanıldığını öğreniyoruz. ellerde şekillenen bu çömlekler her medeniyetin bakış açısıyla anadolu testisine dönüşüyor ve zamanla yerini tahta fıçılara bırakıyor(muş).

ayak izleri demişken... gombrich, sanatın öyküsü kitabında mısırlıların insan figürü yaparken perspektif hatası yaptıklarını ve iki ayağı da aynı perspektiften işlediğini fakat yunanlıların heykel sanatında estetik harikası üsluplarıyla mısırlılara örnek olduğunu yazmıştı. koca kitabın içinde türk islam sanatına kısacık yer ayıran ve tipik bir oryantalist gibi batıyı rafın üst gözünde saklayan bu bakış açısına heykelleri gördükçe hak verir gibi oldum. şu heykel ayaklarının yüzlerce yıllık olmasına rağmen her kıvrımının taşa hayat vermesi gerçekten bir sanat mucizesi...
bodrum kalesi içindeki müze odacıklarıyla sürprizlere açık... surların arasına gizlenmiş dar koridorlar sizi muhteşem bodrum manzaralarına çıkarıyor.
bodrumu görebileceğiniz en güzel noktalardan biri... gözetleme kulesinini penceresi...
bodrum kalesinden sonra kısa bir motor gezisi ve mavi sular... ege denizinin rengi turkuaz... suya bakınca seni içinden çağıran bir sesi var. gel ve bende kaybol diyor, seni medeniyetlerin buluştuğu yerde kaybedeyim...
seni çağıran seslere kulak ver. yoksa zamanla sağırlaşırsın.

"suların hükmüne boyun eğmiş
bir mavi yüzsüzüyüm.

ey zaman!
uçsuz bucaksız mezarlığında
varlık bilincinin sesini duyuyorum." demiş bulundum....


kuyu ve kule burada yaşıyor doya doya...
peki ya mevsimler? mevsimler ölü...
"mevsimsiz şehirlerde
güneş mi doğurur bizi?
dağınık begonvil saçların
beyaz gövdelerini örttüğü taş duvarlar...
burada zaman kokuludur
ve renkler hiç sararmaz.
aşk gibi..." demiş bulundum.

bodrum'un beyaz evlerini süsleyen begonviller, evlerin içinde büyüyen sıcaklığı sokaklara taşımış ve oradan içimize, kırk derece...
köyümüze dönme vakti... yorgunum ama gözümü kapadığımda beyazı ve maviyi görebiliyoum hala... anladığım bir şey var ki, buralarda hep yaşanmaz. uzun bir ömür için çok fazla güzel, uyuşturan bir güzellik bu, dünyadan koparan, bencil bir güzellik...

köyüme varıyorum. ali ihsan amca her gidi ve dönüşte bize kapıkırı köyü'nü, bafa'yı ve burada geçen çocukluk günlerini anlatıyor. bu gölde geçmiş çocukluğu, teknelerde ve yüzerek... fakat gölü kapatmışlar, tarlalar yapılmışüzerine... mağaraların tarihi yağmalanmış. freskler sökülmüş tavanlardan. taaa almanyalardan gelmiş arkeologlar ve sahip çıkmış...

uyuyorum ferruhzad mısraları kulağımda yankılanırken... sabah gölde motor gezisi var, erken kalkıyoruz. motorumuza binip uzak koylara yol alıyoruz. göl üzerinde irili ufaklı pek çok ada var. her birinde bir kale kalıntısı ve kral mezarlığı... yöre halkı buralardan küplerle altın bulunduğunu anlatıyor. kralların mezarlara hazinelerle gömüldüğü tarihi bir gerçek ise...

göl kimi yerlerde çok berrak ve güzel... fakat yem fabrikaları atıklarını göle boşaltıyor. tarihin ve doğanın iç içe olduğu bu saklı yer cennet gibi fakat çok bakımsız. ali ihsan amca da muhtardan çok şikayetçi zaten. merkeze 15 km uzaklıktaki bu köylerin çöpleri toplanmıyormuş. çevrede gözle görülür bir kirlilik yok ama bakımsızlığı aşikar...

motor bizi bir koya götürüyor. burada bir yürüyüş yapıyor, ayaklarımızı suya sokuyoruz.
insan ve insanın en kadim mirası "yağma"... hiçbir zaman bizim olmayacaklara duyduğumuz ihtiras...

yanımda taşıdığım ikinci kitap albert camus-denemeler'i... iki üç kez okunası bir baş ucu kitabı...
diyor ki; "insan güzelliksiz edemez. çağımız, mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu anlamadan düzenlemek istiyor." işte tüm bu tarihi kalıntılar bu gerçeği işaret ediyor.

motor gezisinin ardından akşam yemeği... yılan balığı çupra ve levrek gölde yetişen balıklar.. dolaysıyla masalardan rakı balık eksik olmaz... burada da öyle... izmirden, aydından onar kişilik aile grupları akşam yemeğine geliyor. içiyor, sohbet ediyor ve dönüyor. turistlerin yüzünde hep bir hayranlık emaresi var.

sahi, köye gelip de köy eğlencesi görmeden olmaz. karşı köyden bir genç askere gidecek. eğlence yapılıyor. yemekten sonra gidiyoruz. davul zurna günden başlamış, gençler efe oynuyorlar, rakı masaları kurulmuş. kadınlar bir köşede izliyor ve sıra onlara gelince oynuyorlar. genç erkeklerin boynunda kırmızı tülbent...
ertesi gün, yan otelin delikanlısı onur, bize söz verdiği dağ yürüyüşü için sabah 07:35'te arıyor. hazırlanıyoruz. yanımıza yiyeceğimizi içeceğimizi alıyoruz. uzun bir dağ yürüyüşü bizi bekliyor. sabah 08:00'de başlıyor yürüyüşümüz. güneş dağı kuşatmadan yok almalıyız. aslında geç bile kaldık. kayalar volkanik... yuvarlak hatlara sahip, özellikli kayalar. yumuşak görünümlü fakat çok sert... kocaman kaya kütlelerine yaklaşıp yakından baktığınızda içlerinin oyuk olduğunu görüyorsunuz. öyle şaşırtıcı ki... vaktiyle buralar çam ağaçlarıyla doluymuş fakat yöre halkının ana geçim kaynağı zeytincilik... dolaysıyla tüm görünen dağlık arazi zeytin ağaçlarıyla kaplı... domuz, tilki ve kara yılan dedikleri hayvanların yanında akrep de bölgenin vahşi tarafı...

yol üzerinde kale kalıntılarına rastlıyoruz. üst üste duran iri kaya kütleleri şiddetli rüzgara karşı dim dik ayakta duruyor. gözetleme ve ok atma pencereleri hala kalelerin bir parçası...
aşağıdan baktıkça yakın duran zirve, bizi yüksekliğine çeken bir tuzak gibi... hırsımız hiç sönmüyor. zirve, zirve, zirve... fakat sanıldığı gibi kolay değil. yol başlangıçta düzlük araziden ve kral yolu denilen döşenmiş taşların üzerinden kolaylıkla akarken, yükseldikçe kayaların gerçek yüzüyle karşılaşıyoruz. dev cüsseleri kayalardan tırmanıyoruz. dağcılık bilgimiz yok, donanımlı değiliz, üstelik suyumuz tükenmek üzere....
zirve, gölden 1.400 metre yükseklikte... bir zaman sonra yol iyice dikleşiyor. yarım saatte bir durup bir kaç yudum su içiyoruz. rehberimiz onur, tam zirvenin çok tehlikeli olduğunu, oraya daha önce çıkmadığını söylüyor.

biz zirve istiyoruz. güneş tam tepede, saat 12:35... 4,5 saattir tırmanıyoruz. tırmanışlarımız artık toprak yoldan değil. sadece dev kayaların üzerinden ilerleyebiliyoruz. kayaların arasında 4-5 metrelik kuyular ve boşluklar var fakat kayalar kaygan değil, seni tutuyorlar adeta, zirveye çekiyorlar...

rüzgar çok şiddetli. nefes alırken burun deliklerimiz yanıyor. ellerimizin içi titriyor. sahi, boğaz köprüsünden her gerçerken, galata kulesi'ne çıktığında ellerinin içi titreyen ben, yükseklik korkumu hangi taşın altında bıraktım? biliyorum, o başka bir eyin korkusu.... (sonra..)

ve zirve... esasen burası zirvenin birazcık altı... ama çok değil... tırmandığımız son kaya uçuruma doğru meyilli ama tırmanışı kolay bir kaya... dört elle çıkıyoruz ki.. o da ne! korkunç bir rüzgar, tutunmak mümkün değil! kayanın iç tarafına sığınıyoruz. rüzgarı kesiyor biraz... artık tırmanamayacağımıza karar veriyoruz. çünkü bu şedid rüzgarda tutunmak mümkün değil. son sigaramızı bu zirvede içiyoruz.
güzel görünüyor değil mi? evet, gerçekten muhteşem... 5 saatlik tırmanış sona erdi fakat asıl şimdi başlıyor gün. inişe geçeceğiz fakat hiç suyumuz yok! güneş tam tepede, gölge çok az ve rüzgar şiddetle ağzımızı kurutuyor. ilk üç saat tamamen kayaların arasından, dağ dikenlerinin içinden, dev kayaların üzerinden zıplayarak iniyoruz. köye her baktığımızda hep aynı uzaklığı görüyoruz oysa tırmanırken hep yaklaştığımız hissini veriyordu dağ!

son iki saatte biraz panik oluyoruz. dudaklarımız çatlıyor, dizlerimiz titriyor... köye ulaşmaya çalışırken bir yandan da bir pınar bulabilir miyiz diye bakınıyoruz, yok! kayaya monte edilmiş bir hortum var fakat su akmıyor. 4 kişiyiz, molaları olabildiğine kısa tutuyoruz çünkü uzadıkça yürümek zorlaşıyor. son çok dar, kuru ağaçlarla ve kayalarla kaplı bir vadiden geçiyoruz. çıktığımızda ise kendimizi köyün hemen üzerinde buluyoruz. bu gerçekten bir mucize gibi...

rehberimiz koşar adımla köye iniyor ve bize iki şişe su getiriyor. bir seferde hiç bu kadar su içmemiştim gerçekten. orada yarım saat uzanıyoruz toprağın üzerine... köye dönmek üzere yola koyulduğumuzda köylü amcayla karşılaşıyoruz. eşeğiyle, dağdaki bir pınardan su almaya gidiyormuş. evet, orada bir kaç pınar varmış fakat kimbilir hangi kayanın altına saklanmış.


evet, bu zorlu tırmanış latmos'a idi... latmos, beş parmak dağı... mitolojiye göre ay tanrısı latmos dağındaki bir çobana aşık olmuş. çoban geceleyin dağdaki mağarada uyudukça o dağa inip onu seyredermiş. bir gece çoban sonsuz bir uykuya dalsın diye dua etmiş. ve ay tanrısının dileği kabul olmuş. bu yüzden midir, ay her gece muhteşem bir güzellikle latmos dağının eteklerine süzülüp, oradan göle dalıyor ve ışıl ışıl sulara gövdesini seriyor.

bafa gölünün anlatılamaz bir başka güzelliği ise, gece mehtabıdır. büyük şehirlerde gördüğümüz gök, yapayalnız bir göktür. yıldızları kaçmış, çalınmış bir göktür. bafa gölünün kenarında geceleyin otururken şöyle düşünüyorsunuz; demek ki büyük şehirlerden kaçan yıldızlar, dağlar arasına saklanıyor ve onları arayan insanları bekliyor. evet, samanyolunu ve tüm yıldızları her gece orada bulabilirsiniz. her gece en az üç tane yıldızı kayarken görebilirsiniz ama korkmayın, bu göklerin yıldızları hiç tükenmeyecektir.

mağara duvarlarındaki resimlerde kadın erkek ve aile figürleri yer alıyormuş. alman arkeologun kitabındaki resimleri ve yorumlarını okudum. figürler yerleşik hayata geçen ilk insanlara aitmiş. aile vurgusu yer alıyormuş. kadınlar verim ve bereket sembolü olarak kabul ediliyormuş. kadınların eteklerindeki desenler bile resmedilmiş. fakat en güzeli, savaşa dair hiçbir sembol yokmuş. sadece aile hayatı ve tarım...

dönerken bizi arabasına alan avusturyalı kadın, gölün bakımsızlığından şikayet etti fakat burada yaşamaktan mutluluk duyduğunu da söyledi. ege'ye bir kez daha gideceğim, latmos'a ve bafa'ya.... yıldızlara...

d..f..