27 Ocak 2010 Çarşamba

... yol



...d..f..

"kaderini sahiplenmek"

son birkaç gün kötüydü. acı kayıplar, hastalıklar, didişmeler derken... ne kadar bir adım dışında kalsan da aslında herşey senin içinde oluyor. biri doğsa da, ölse de senin içinde tüm bu oluşumlar. en acıtan hikayeyi kim anlatacak diye merak ederim hep. çok duydum fakat su gibi akıp da acıtanı görmedim henüz.

birkaç gün şehir dışındayım. otobüs camından uzun metrajlı düşün turlarına çıkacağım. en istediğim şey belleğimden kelimeleri alıp beynimi boş bıraksalar birkaç gün. ne güzel olurdu.

"kaderine sahip çıkmak" dedi saryoşa. çok dokundu içime. bunu bir ömürlük harita gibi düşünmedim hiç. öncende ve sonradan olanların içine doğmak ve onlardan gitmek. bazı kelimelerin içimde edindikleri yer çok daha derin. kader bunlardan biri. dinsel bir motif olarak bakmıyorum kadere sadece. o bir simge... kadere sahip çıkmak kendinle yüzleşmektir çünkü. şartlarını bilmektir.

odamı sana bırakıyorum. yüzünü içime sığdırıp "kuyudan kuleye" tüm boyutunla sesini yanımda götüreceğim. göç... kalbi göcüm sende bitti. daha derin ufuk, daha derin ses bilmiyorum. çekmiyor beni göğün ötesi. bak göreceksin, bu "son".

yüzüne taşınıyorum, duyuyor musun?

evet, döndüğümde ilk işim ekmek yapmak olacak. tariflerim birikti. fotoğraf makinemi açamadım, yoksa bekleyen bir ekmek vardı içinde. güzel tarifler bilen lütfen yazsın. una dokunmak şefkatli bir duygu.

d..f..

- adam hurst, çellist... bulun dinleyin bir yerlerden. iki tane videosunu ekliyorum. -



23 Ocak 2010 Cumartesi

ekmek kokusu



yalnızlığımı al yalnızlığının yanına.
uyusunlar bir süre koyun koyuna.
bir pencereden göğe bakalım
mavide yeni sesler bulalım kendimize.
yeni kentler, kapılar, sular...

tanrı, benim için yeni yoktur diyordu.
eskileri insan verir insana
yenileri de tanrı yaşama...
tanrı, benim için yeni yoktur diyordu.
seni bana verirken de
yaşamı yenimde yeniliyordu.

...
...

kendime suçluyum.
demin duydum,
düşüncelerimden geçerken siyah
o beyaz seslere sağır oluyordum.
sağırlığımı duydum.
her şeyin güzel olduğunu sayıklıyordu.
güzeldi bir ekmeğin kokusunda ölümü unutmak,
yaşama tok tutunmak kadar
akıcıydı tadı buğdayın.
ve sen bu kez de ekmek kokuyordun.
kendime suçluyum.
her şeyin çok güzel olmasını beklemek
çok kederli bir oyun.

hayat ağacına tutunuyor umudum
sözlerin değdikçe gazelleniyor.
sunak gözlerine verilen miat
aşk buğdaya dönüştükçe uzatılıyor.

- edilgen eylemlerin hüznüne dair
kısa bir yazgıyı kucaklıyorum.-

ey muteber buğday, toprak aşkına!
aşk çalıyor ekmeği umut adına.

d..f..

-aşk karına aşka aşeriyorum-

21 Ocak 2010 Perşembe

sözlerin değişen yüzü




keskin aşk sözcükleri kuramıyorum eskisi gibi. bir ucu aşka bir ucu ölüme bağlı olan, üçüncü seçeneğin sözde olmadığı... "yalancı şairler"dir bunlar. bunu söylemiştim bir yerde, şiirde bağırıp ağlayan, uçuk cümleler kuran aşk şiirlerini hor görmüştüm ve şairlerini yermiştim. "küçük şiir" yazıyorlar demiştim. şiir yalan değildir, ütopya da değildir. bunu ben de yaptım bir dönem. saçma sapan bir hınç bu! hınç derken de o yüz yüze aşkın hırpalayan ve "ben" olmaktan götüren halidir o hınç. ne yapsan kendine yaranamazsın, kendin silik bir varlıktır burada ve varolmak için hınç içindedir bir kişiye karşı.

keskin aşk cümleleri kurmadığım/kuramadığım bugün, aşkı gündelik ama içkin kelimelerle acıtmadan yazmak daha rahatlatıcı.

"yüzünü özledim" demek gibi, "sahih" kelimelerden.

bugün en güzel şiirim iki kelime:

"yüzünü özledim"

d..f..

-yüzüne göç ediyorum, duyuyor musun?-

20 Ocak 2010 Çarşamba

eksenin genişliği ve yalnızlık




kayıt altına alamıyorum düşüncelerimi
yörüngesiz, uçarı...

"bir öpüş kadar ölçüsüz" -neruda- der gibi şairin..
...

"Sanıyorum, şiirimin temeli yalnızca
yalnızlıkta değil, fakat bir bedendedir de
ve ondan sonra başka bir bedende daha,
yeryüzünün bütün öpüşleriyle
ve ayın tekmil teninin altında." -neruda- ya da...

gün gün anlıyorum, yaşamak tuhaf bir karmaşa kendi bütünlüğünde. ekseni yok. ne bir aşk bir ruha ne de bir güruha... toplumsal travmaların acıtan seyrinden bir kuytu aramak, biriktirdiğin kesikleri koynuna saklayacağın. "en büyük mutsuzluk yalnızlıktır" -cesare- sözünü tanrıyla ilişkilendirmeden günlük yaşamdan içimize çektiğimiz duygularla karşılamak istedim. bu büyük mutsuzluğun en şiddetli karşılığı aşkın gücü olsa gerek. şiddetli bir karşılık bulma, yalnızlığı aşkın içine alıp eritme çabası. aşkta yalnızlık yok mudur? buradan yine insanın eksenine yöneliyorum. kendi ekseni ve dünya ekseni ufku açarsak...

bugün anladım ki kendi eksen ile dünya ekseni yok, insan zamanda ilerledikçe ekseni açılıyor. insanın hiçbir zaman kendi ekseni olduğu bir dönemi yok. sadece o bir eksenin darlığı var. ve o darlığın içinde bile kendi ekseni yok. zaman ve yalnızlık doğru orantılı bir ilişkide.

orada gözlerim dolduğunda aşkı hissettim, yalnızlığımı ve kalabalığın iri gücünü. hepsi ayrıydı birbirinden ve hepsi kendi başına çok anlamlıydı. aslında içinden çıkamadığım soru aşıkken yalnızlığını kaybettiğinde gerçekten mutlu oluyor musun? cevabım hayır. cesare tanrıyı/tanrısızlığı anlamlandırmak için kurmuş bu cümleyi. ben mutluluk ve tanrıyı bir hesaplaşma halinde kurmak istemiyorum. tanrı değil insan eli var tüm yaşam alanlarında. bu irade ve tercihtir.

mutluluğun hamuruna inanmıyorum. bunun karamsarlıkla ilgisi yok. mutluluk çok fazla uçucu ve hafızasız bir oyun. ben huzura inanıyorum. kalp-vicdan rahatlığına. sükunete inanıyorum. yalnızlığın mutsuzluk değil ama huzur getirdiğine inanıyorum. huzuru mutluluktan yeğ tutuyorum ve kalıcı buluyorum, karakterli buluyorum. huzuru mutluluktan çok seviyorum. çünkü çok doğal bir duygu, acı içinde de huzuru bulabilirsiniz ama mutluluk çok keskindir. bu sebeple yalnızlığı da çok seviyorum. insanın kendini keşfetme yeri yalnızlığıdır. en yalın hali yani, en çıplak ve insan hali. huzuru en kolay ve teklifsiz bulduğu yer yalnızlık...

özetlersek... insanın yaşam evrelerinde birden fazla ekseni yoktur. zamanla paralel genişler eksen. kalbin evreni model alıp dışa genişlediği gibi, ruhla dışa doğru genişler. aşk ise eksene en hızlı genişleme imknını sağlayan boyuttur.

yalnızlık mutsuzluk değil, huzur üretir.

d..f..

19 Ocak 2010 Salı

sevdiğim seslerden bir içdeniz



Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt -
maviye bak.
Bir bugün mü , başında bunca bela.

Hatırla ,
bulut değildi , umut hiç değil
üstümüze abanan - isli duman.
Biz ki milattan önce , milattan sonra
acı kara yıllar devşirdik sabırla
beyaza dönsün diye devran.
Kimi zaman bir çığlıkla çıktık , çığ altından
bir çığlıkla yıktık surları kimi zaman.
Biz ki nice tuzaklardan , sunaklardan
korlardan , korsanlardan kurtulan
kurban.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt -
maviye bak.

Sesin gökyüzüne akan ulu bir çavlan
susma , zamanın durağı yok.
yok tarihin molası.
Bırak sesin gökyüzüne aksın , yıkasın yıldızları.
Kapama şarkını , şarkını kapama
durma öyle kendine uzak.

Yanlış susuyorsun - gözlerin ağıt -
maviye bak.

Değer kıyımlarına en soylu yanıt
şarkıyla
güneşe köprü kurmak.

türkan ildeniz - beyaza dönsün diye devran

- bu özel bir şiir benim için. şairin sevdiğim tek şiiri. bir gece kesiği gibi...
..devamında adam hurst çellosu debisini arayan bir nehir gibi... -

18 Ocak 2010 Pazartesi

erken gelen günden

sisli ıslak bir sabah.
toplandık yaşamak için bu sabah meydanına.

"şu feleğin işine bak"

toplandık yaşamak için avutuyoruz birbirimizi. umut mu diyoruz kardeşler?
- eksiğiz hergün senden, artıyoruz yaşamaya...

d..f..

- işgal bitimsiz bir alan. talan/tarumarda güven... kuşku gece yuvası... -

günaydınlarım umudu..

17 Ocak 2010 Pazar

gece gelen sözler'den



burada kime sen desem
o sen oluyorsun.
bir anne, bir oğul
bir kuşun kanadında yol...
sırayla usul usul
dünyamla kavuşuyorsun.

...

uyandım
ezan okunmakta.
bir tanrı şadırvan inşa etmiş
seher vaktine.
uyanıp kesilen yerimle
yıkanmamı istiyor onunla rüyalarımdan.

uyandım
tanrımı beni beklerken buldum
karanlık odamın kuş kenarında.
kanatları arasında yolculuk saklıyordu.
sana gülümsedi
gülümseyişinden ben çıktım.

d..f..

-dokunulmamış sözlerimin bakiri, uyan... -

16 Ocak 2010 Cumartesi

hımm... bir tarif bir tat ve birkaç not



pekala, nihayet ekmek yapabildim :) efendim yemek yapmanın bir sanat olduğunu düşünmüşümdür hep. aslına bakarsanız ben yaşamın başlı başına bir sanat olduğunu düşünüyorum. verilmiş bir zaman dilimini işleyip içini ona yaraşır şeylerle doldurmak, bunu yaparken de özgün bir yaşam bırakmak geride... bundan değerli sanat olabilir mi? -elbette bunlar izafi şeyler- yemek yapmak, ev dizaynı, giyim tarzı, konuşma üslubu vs... hepsi estetik vurgu ile şekilenebilen ve size özgü bir yorum geliştirebileceğiniz yaşam alanları.

fakat yemek yapmak ve yemek benim için hep ayrı yerdedir diğerlerinin içinde. bir kere sıcak yemek ifadesi yaşamı vurgular. sıcak, yaşamakta olan gibi yani. benim damak tadım çok gelişmiş değildir açıkçası. ama birşeyler yaparken hep yorum yaparım. çorbaya başka bir vuruş, kızartmaya başka, hamura una başka... özellikle salata yapmaya bayılırım. bence salata severler özel insanlardır :) o özel insanlara salata yapmak beni hep heyecanlandırır. bir dönem işten döndüğümde koca bir tabak salata yapar büyük bir iştahla yerdim. sebzelerin yeri diğer yiyeceklerden çok daha farklıdır. hani o "sıcak" vurgusu onlarda devamlıdır. ölü değillerdir elinizdeyken. bir maydanozu elinize aldığınızda hayattadır hala, bir göbek marul allahım yaa, şeyoldum gene ha :) salata tarifi verebilirim size. evet, bunu yapabilirim. baharat filmini çok sevmiştim bu yüzden. yıldızlar-evren vurgusunu şöyle yapmıştı filmdeki replik "astronomi gastronominin içindedir" evet, gerçekten öyle değil mi :) ve yemek yapmak kesinlikle sezgiseldir, bilgisi içinizden çıkar. bu, buna yakışır dersiniz, bilmeseniz de dersiniz. bir de richır gere nin nevyorkta sonbahar filminde salata sahnesi vardı, onu çok severim. sevilen arkadaş grubuna özenerek yapılan bir salata.

yemek yapmanın ve yemenin sanat olduğunu iddia edip bunu ispatlamaya çalıştıktan sonra sizlere yeni takıntım ekmeklerden bahsedeceğim. bununla ilgili çok tatlı bir anım var fakat onu başka bir gün yazarım. http://ekmekcikiz.blogspot.com blogunun ekmek tariflerinden ulaşabilirsiniz tabakta gördüğünüz aslında tuzlu kek denilen ama benim ısrarla ekmek dediğim hamur işine. şunu belirtmek isterim ki tadı muhteşem. evet, kesinlikle kahvaltılarda enfes olur. belki bizim yemek kültürümüze yakınlığından mıdır bilmem, yiyen herkes çok sevdi ve anında bitti. tarif istediler ve ben de gülümseyerek "ekmekçikız" dedim :) lütfen ziyaret edin, pişman olmayacaksınız. tuzlu kek yapımı çok pratik ve malzemeleri çok basit, her evde olan çeşitler.

bu gece "kalandar" gecesi. 12 den sonra geleneksel bir adetimizi yerine getireceğiz. bilahare anlatırım :) tabii "istanbul 2010 kültür başkenti" etkinlikleri de bugün başladı. "bir bavul iki dil" filmiyle ilgili birkaç not... yazacaklarım var da dönerim yine :)

- unutmadan, adsız arkadaş var bir tane, yorumlarını ekleyemiyorum, sevgilerimi gönderiyorum :))) -

15 Ocak 2010 Cuma

bir şarkı bir akşam üstü şeysi..




yeni dans müziğim. fatima spar... birazdan mutafağa girip ekmek yapacağım :)
ımm neydi? ekmeğin adını unuttum iyi mi :)) dönicim...

şarkı için: "zödat" ;)

14 Ocak 2010 Perşembe

değirmen

















sık sık yazarım, okuyanlar bilir. çocukluğumdan kalma çok derin anılarım var. hangimizin yoktur ki, değil mi? geçen gün bir yazımda lodosla ilk tanıştığım günü anlatmıştım. bu hatıralar o ilk hatıralardır işte. bir tünel düşünün, yürüyüp gitmişsiniz dönüp baktığınızda orada ışıktan bir başlangıç bıraktığınızı görürsünüz. lodos bir çok duygumun kaynağı olan bir başlangıçtı. birşeylerin farkına varmanın o ilk günü. bugün ise okuduğum bir ekmek tarifinden yola çıkarak ilk değirmen anımı anlatmak istedim. "değirmenle ilk tanışma günü" benim için çok önemlidir. çünkü o da başka bir tüneldi benim için. iç yolculuğumda yol azığım olacak bir metafor, bir işaretti. yaşım 5 civarı olmalı...

evde bir telaş ile uyanıyorum. annemin ayak sesi evin ahşap zemininde iri gürültüler çıkarıyor. apar topar yatağımdan kaldırılıp üzerimde onunla uyuduğum el örmesi boğazlı kazağımın üzerine bir şey sarılıyor. bir abla ve bir anne... birinin sırtındaki sepette birşeyin üzerine oturtuluyorum. doğrusu yolu hatırlamıyorum, uyumuş olmalıyım. uyandığımda değirmene geldiğimizi anlıyorum çünkü insan sesleri geliyor, kalablık sesler. hava henüz aydınlanmamış, her yer bembeyaz, mevsim kış... kadınlar değirmenin içini doldurmuş, dışına taşmış. annem sepetini indiriyor. hava çok soğuk. değirmenin içine giriyoruz. annem beni sardığı şeyi orada ahşap bir yere seriyor ve beni daracık bir yere bırakıyor uyumam için. üzerime keşan örtüyor. başka kadınlar gelip başka şeyler örtüyor. etrafı incelemeye başlıyorum. değirmen taşı dönmeye başlayınca ürküyorum hatta epeyce korkuyorum :) kalabalık ve çok ilginç bir yer. buğdayları döküyorlar çuvallardan, zorlandıklarını fakediyorum. orada, benim 3-4 kat büyüklüğümde yuvarlak bir taş... ağır ama tüm değirmeni sallayacak güçteki sesi kafamın taa içine giriyor. herkesin sesi kesiliyor, sadece değirmen ve çark sesi... o çark en kokrtuğum şeydi. annem içine düşen çocukları yediğini söylemişti. yanına yaklaşmaya cesaret edemezdim. derken değirmen taşı tarafından ahşap bir ağızlık yoluyla gıdım gıdım un itildiğini gördüm. muhteşem bir oyun bu, muhteşem bir manzara. gün ağarınca gördüm ki değirmenin içinde her yer bembeyaz, heryer una bulanmış. tatlı bir koku sardı içeriyi. yumuşak, beyaz, sıcak... dışarda kadınlar türkü söylüyor, gülüşme sesleri... uyuya kalmışım...

şimdi ne zaman una dokunsam, dokunmaya doyamıyorum. tanıdığım başka bir yumuşaklık daha yok un gibi. değil mi? unun dokunuşu nede vardır? yumuşacık, şefkat dolu. çünkü o taşın altından geçmek buğdayın, başaktan gelen dikliğini öylesine evirmiş öylesine evcilleştirmiştir ki... artık rüzgara baş kaldıran değil, rüzgarla esen bir zerredir. artık başak iken yani genç iken ulaşamadığı bütünleşme erdemine değirmen taşından geçtikten sonra şefkate dönüşerek ulaşmıştır. değirmen bir bilgedir. sudan ve rüzgardan aldığı bilgi ile kendi katı taşının bilgisini ve gücünü de katarak şefkat ve erdemle zerrelere böler buğdayı. ezdikçe zerrelere böldükçe vahdete ulaşır buğday. neye değse ondan olur. ama beyazlığını, yumuşaklığını ve şefkatini değiştirmez. yani buğdayın özünü hiçbir zaman kaybetmez.

eğer bir su değirmeni görmediyseniz mutlaka ama mutlaka görün. nasıl çalıştığına bir bakın derim. izleyin ve buğdaydan una dönüşen o zerrelere orada dokunun, onları koklayın, değirmen taşının gıcırdayarak ve yeri sallayarak döndüğü eksenini dinleyin. size hikmetli anlamlar yükleyeceğinden emin olabilirsiniz.

d..f..

- bir dilim ekmeğin hikayesini anlatmak için tohumdan da önce çıkmalı yola. toprağın hakkını da vermeli ağzımızda bizi okşayan ekmekle birlikte. ve suyun, taşın, rüzgarın ekmeğimizin içinde birer birlik katığı olduğunu unutmayalım.-

keder gibi



seni bir kederle seviyorum
bir keder gibi...
bir köprüyü seyrederken
kirpiğin kanatıyor denizi.
öpme artık!
uyandırmaz tanrı
mavi suları.


seni kederinden severken
tanrı utanıyor yanaklarımda.

d..f..

-...-

13 Ocak 2010 Çarşamba

dosta söz



bir günlük yaşam var sakız çiğner gibi sıradan... şopenhaurun insan nitelemesi vardı bir felsefi metninde. insanı zamanı nasıl değerlendiğiyle iligili analiz ediyordu. bir insana bir zaman dilimi verin ve ona ait olduğunu istediğini yapabileceğini söyleyin diyordu. kişi o vaktini nasıl ve neyle değerlendiriyorsa yaşam kalitesi ve insani niteliği kendini ele verir. bunu insanın kendinde denemesi gerekiyor.

bunun başına ne zaman otursam -bu pc oluyor- hemen orada hazırladığım linleri açıyorum. yatarken okuyorum, şehiriçi yollarında. ve okuduğum şeyler birbiriyle çok ilgisiz bağlantısız olsa da mutlaka ortak bir noktaları karşıma çıkıyor. bu tuhaf birşey. hegel okurken gazetede onunla ilgili birşey görüyorum. bilgilere boşluk yaması gibi. bazen çok fazla köşebaşçı okuduğumu düşünüyorum. çok derken bir kaç isim fakat sürekliliği olan bir okuma arzusu. bir nevi takip. sonra sürekli bir haber kanalı izleme hevesi. başımı yastığa koyduğumda da derin bir keder ve ağırlık duyuyorum. o zaman gerçekten bir sümüklü böcek gibi hissediyorum. hiçbirşey yapamayıp çok şey yapmak isteyen. şöyle bir sarsmak sanki dünyayı. öyle de iri şeyler yapmak istediklerim. artık tv izleyemeceğim, gazete okumayacağım diyorum ama sonra sözümü unutuyorum.

sopenhaurun yaşamını düşündüm dün gece. çok kısa bir süre çalışmak zorunda kalmış. hep okumuş ve sakin ama sakil bir yaşam sürmüş. annesinden dolayı kadınlarla arası pek iyi değilmiş. ve bir metninde şunun gibi birşey diyordu kitap okumakla ilgili "günümüz filozofları sürekli eskileri birbiriyle kıyaslayarak birşeyler ortaya koyuyorlar. bu zaman kaybı ve hamalcılıktır" sonradan üniversitede çalışırken hegel ile yaşadığı sorunu öğrenince bu sözü ve birçok düşüncesinin aslında bir sert tavır, hazmedememe olduğunu farkettim. ne yani, büyük düşünürler küçük husumetlerden fikir üretmişler öyle mi? bu bir oyun olmalı, yaşam algıları yani ya da sıkışmışlığın verdiği patlama başka tarafa.

işte bu patlamada ben de varım. hepimiz gibi... kendimi çok ülkesiz, sınırsız, yönsüz ve tarafsız hissediyorum. dünyanın merkezi ruhumda patladığından bu yana dinamitlenmiş böbürlülüğümün dumanını aralamaya çalışıyorum. hani bana ne dünyadan türkiyeden diyemeyecek kadar benden taştım. hani otur şurada iki ev araba muhabbeti yap gündeliğinden köşe bucak kaçacak başka bir yabanilik hali... kuşların bol olduğu bir köyde kalan ömrümü biçip dikip gideyim.

herkes kendi yanmışlığını bilir. en derin sırdaştır acı, tanrıya duyurur beni en iyi. sen kendini yaşayan aşk ağacından koparıp ölgün aşk ateşine atmış bir dalsın. benim daha çilem dolmadı bu ağaçta. aşk yön bilmez ki, sınır, renk, kutsal... aşk kendini bilir ve dinletir. sen git daha, uzaklaş boylamlar ötesine. ben yönsüzlüğümle "mahut" yanayım içimde.

d..f..

-bir ayağı kırık kısrak-

bir kedi bir kız



tanrım, tuhaf bir zaman dilimindeyim. kederli ama mutlu...

ellerimin üzeri tırmık izi. tam 9 gündür bir siyam kedisiyle aynı evde yaşıyorum. 3 yaşında. ilk günlerde bir isim koyma telaşına girdik sonra vazgeçtim. "kedi" işte, "fatma." gibi birşey. bir gözü doğuştan görmüyor. fakat çok cana yakın, çok sıcak, çok tatlı bir şey çok. bir sorun var ama. aslında birçok sorun. tüyleri dökülüyor ve ben buna tahammül edemiyorum. elimde sürekli bir elektirkli süpürge ve temizlik kovası, hayvanın peşinden dolaşıyorum. bir sabah yatağıma geldi, sokuldu kafasını gıgıma dayadı. uyudu kaldı. yani çok tuhaf bir duygu, canlı bir varlık seni içgüdüsel olarak seviyor ve bağlanıyor. kendini bir bakıma sana emanet ediyor. fakat kendini emanet ettiği bu "fatma." hayvancağazı iki kez yıkadı. allahım, o ne feryat o ne figan o ne ses o ne direniş... en sevdiğim kışlık polarımı onun için feda ettim. derken kızışma dönemi gelmiş hayvanın, gece yarısı acı acı ağlıyor. susturamıyorum, kucağıma alıp balkona mı çıkmadım gece yarısı, odama alıp cam kenarlarında mı dolaştırmadım, bi kaç özel eşyamı mı önüne atmadım.. yok! veteriner kısırlaştırın dedi :/ buna yokum! kedinin yaşam hakkına taciz...

neyse efenim. bu kısacık ama uzuun 9 günün sonuna doğru hayvancağız bayaa asabileşti. geçen akşam kucağıma almış kendisine şiir okuyordum:
"yüzüme bak ve yüzümü hırpala,
dağlı bir ifade bırak yüzümde..."

i. özel şiiri miydi? kedicik bu akşam biraz kızgın olacaktı ki tüm şefkatli yaklaşımlarımı ellerimin üzerini haritaya çevirerek karşılık verdi. tabii bir de dün geceden kalma yıkanma acısı :) ne zormuş yahu! evin bir odasını ona bıraktık. ama o tüm evi istiyor. geçen sabah annemin peşinden koşmuş. bi bakmış annem kedinin sesi derinden geliyor! anam meğer kedicağız fırının arkasına sıkışmış :/ yaa hangi ara be! neyse... bu bana ders olsun. ortaokulda balık almıştım lavabonun deliğine kaçırmıştım suyunu değiştirirken. doğum günümde kaplumbağa almışlardı bana bakamadım ablamda şimdi 3 yaşında kocaman olmuş, kek bile yiyormuş hayvan :) taa çocukluğumdan hatırlarım. köyde meşeye çıkmışım. kendi kendine konuşma halleri içinde... bir ağaçta kuş yuvası gördüm. gözüm parladı. tırmandım ki içinde 3 yumurta. hemen tekini eline aldım. hayallerim var, yumurtayı sıcakta tutcaam ve içinden kuş çıkacak, o kuşa ben bakıcam, bağırınca koluma konacak falan... ama ağaçtan inemeden elimde kırıldı yumurta. tekrar tırmandım bu kez cebime koydum ama aynı sonuç. ve üç yumurtayı da ağaçtan indiremeden heba ettim. sonra anneme anlattım, "çok günah dedi, bir ocağı söndürmüşsün" sonra günahtan çok korktum ve hiç elleşmedim kuş yuvalarına. ne günahmış be :) bu kedinin ellerime yaptıkları günah değil mi :)) ne yapsa kızamıyorum ki hayvana. bana niye kızgın davranıyor diye üzülüyorum. analık işte :))

neyse... yakında geri dönecek :/ bir deneyimdi. hani derler ya "aynı evde yaşayamazsan tanıyamazsın, anlayamazsın" falan. hah! bir kedinin nası bi hayvan olduğunu anladım. nankör falan değil ha! candan bir dost gerçekten. gözünün içine bkarak yumuşacık bir "miyauuv" diyor sessizce, o zaman anlıyorsun. sanki seni anlıyor, ne düşündüğünü, ona bakarken ne hissettiğini. öyle birşeyler işte... bir hatıra çektim kendisine madamın odasında.

bundan böyle kek yapacağım. ekmek yapacağım. yemek kokusuna karışacağım. bir çocukluk anıma kanatlanıp... pır pır pır...

d..f..

-bebeem niye süt içmedin?
--miyauuw
-anlıyorum.

11 Ocak 2010 Pazartesi

dilenci yağmur


dilenci bir yağmurda severken buldum yalnızlığımı.
- yine mi ıslandın ?

ötelerden beri yağan yağmur bu! aynı yalnızlıkları ıslatan dilenci yağmur... bu yüzden yalnız değiliz, ayrı zamanlarda ve mekanlarda olsak da; aynı yalnızlığın kuyusu...
- yine mi ıslandın ?

evrendeki varlığımdan büyük değil yalnızlığım, biliyorum. ama kendi içinden yollar açıp, kuyular kazıyor varlığının içinde. bir damar gibi dolanıyor, kılcal bir damar gibi... sana ulaşana kadar devam edecek kuyudaki varlık yolculuğum.
- yine mi ıslandın yalnızlığım ?

-- evet! çoğalmak için yarına, göğün yere yakarışından besleniyorum.

9 Ocak 2010 Cumartesi

su ve ateş





doğumumla başladı acının miladı.
öncesinde yoktu mutluluklar bile.
ateş ve su arasında oldu her şey.
kuyuyla kule arasında...

d..f..

-devam edecek...-

yüzün kelimelerden örülmüş.
şeffaf bir odasın
kapısı içine açılan.
seni görüyorum.
kilidin zemheri baskını
akkora yolculuk.

yüzün,
çekirdeği çalınmış
kırmızı üzüm.
seni görüyorum.
kanın çekilmiş yer tarafından.

elimi daldırdım yüzüne
elim kayboldu.
bana, dokunduğu son şeyi gönderdi
yaşadığı son şeyi.
"gözlerinin rüya susuşu"

yüzün beni özler gibi.
odam kapanıyor içine,
gece çulsuz bir ihtiyar...
yok rüyamın gireceği uyku,
beni özler gibi yüzünle
oturmuş zamanı bekliyoruz.

sana keskin aşk cümleleri kuramam.
anlamı az bunların.
buralarda aşk, yaşamla sevişir gibi,
ayrılık, akan suyun kayboluşu gibi, tükenerek...
sana özlediğim yüzünden ayetler okuduğumu söyleyemem.
anlamı bana bakir..
burada beklemek kutsal bir tapınmadır ölüme.
gelmeyen yazılıdır göğün diri kavline.
beklemek, aşktır su şehrinde.
ve mavi bir dalga geçer eski hasretlerin üzerinden
boşluğa beyaz köpükler bırakarak.

beklemek adak ister.
adaksızım, gelme ki;
aşk olsun mührüm.
gelme ki
bekleyeyim su şehrinin tüm gök kapılarını.

yüzün
bana açılmayan kapılarındır
"nasıl" çaldığımı sadece tanrının duyduğu.

d..f..

-öteki kapıdan usulca içeri sızanlardan..-

3 Ocak 2010 Pazar

çok sevdiğim bir hikaye

Kasabanın En Güzel Kızı | Charles Bukowski

Cass, beş kızkardeşinin en küçüğü ve en güzeliydi.Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Yarı Kızılderili. Esnek ve tuhaf bir vücudu vardı, yılanvari ve şehvetli; gözleri ise vücudu ile son derece uyumlu. Sıvı halinde akan bir ateşti. Girdiği şekle sığmayan bir ruh.Uzun, parlak, ipek gibi saçları her hareket ettiğinde sağa sola dalgalanıyordu. Ya çok neşeliydi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Onun için deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinesiydi Cass onların gözünde. Cass onlarla dans eder, flört eder, ama bir iki istisna dışında iş yatmaya gelince bir yolunu bulup başından savardı.

Kızkardeşleri onu güzelliğinden yararlanmamakla, aklını yeterince kullanmamakla suçlarlardı. Oysa hem akıl vardı Cass'ta hem de ruh. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan heykelcikler yapar, birileri ruhen ya da bedenen incindiğinde içinde duyardı acılarını. Pratik bir zekası yoktu işte, farklı çalışırdı beyni. Kızkardeşleri önce onu kendi sevgililerini cezbettiği için kıskanırlar, sonra da sevgililerinden yararlanmadığı için kızarlardı. Çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "Hayat yok onlarda." derdi."Mükemmel kulaklarından ve burunlarından başka bir bok düşünmezler. Yüzeyseldirler. İçleri yoktur..."

Deliliğe yakın bir mizacı vardı, mizacına delilik diyenler de.

Babası alkolden ölmüş, annesi başkası ile kaçıp kızları kaderlerine terketmişti. Kızlar önce bir akrabalarının yanına sığınmış, akraba da onları bir manastıra yerleştirmişti. Manastır berbat bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, kızların hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile kaplıydı. Sol yanağında da bir iz vardı, ama bu onu daha da güzelleştiriyordu.

Manastırdan ayrıldığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En küçükleri olduğu için kızkardeşlerinden sonra ayrılmıştı manastırdan. Tek kelime etmeden gelip yanıma oturdu. Kasabanın en çirkin adamıydım; bu yüzden seçmişti beni belki de.

"İçki?" diye sordum.

"Tabii, neden olmasın?"

Kayda değer fazla bir şey yoktu konuşmalarımızda. Öyle bir havası vardı Cass'ın. Beni seçmişti, o kadar basitti onun için. Rahattı. İçkiyi seviyor, fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Sahte bir kimliği vardı belki de, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Sadece kasabanın değil, ömrümde gördüğüm en güzel kadınlardan biriydi. Kolumu beline dolayıp öptüm onu.

"Güzel buluyor musun beni?" diye sordu.

"Evet, ama başka bir şey var sende...görünümünle ilgili değil."

"İnsanlar beni güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?"

"Güzel sözcüğü yeterli değil."

Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacağını sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkardı. Davranmama fırsat tanımadan iğneyi yandan burnuna geçirdi, burun deliğinin hemen üstünden. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü.

"Hala güzel buluyormusun beni?"

İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler yediği haltı görmüşlerdi. Barmen yanımıza geldi.

"Bana bak," dedi Cass'a, "bir daha sapıtırsan kendini dışarda bulursun. senin oyunlarına ihtiyacımız yok!"

"Siktir git,lan!" dedi Cass.

"Ona hakim ol," dedi barmen bana.

"Sorun yok," dedim.

"Burun benim, ne istersem yaparım burnuma," dedi Cass.

"Yapma," dedim. "Canım yandı."

"Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?"

"Evet. Gerçekten."

"Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz."

Öptü beni gülerek. Bir eliyle de mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip sohbet ettik. Sıcak ve sevecen olduğunu işte o zaman sezmeye başladım. Farkında olmaksızın sunuyordu kendini. Yine de bazen vahşi, tutarsız bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, ruhani, kutsal bir Schitzi'ydi. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu. Ben olmam inşallah, diye geçirdim içimden.

Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra, "Şimdi mi istersin, yoksa sabah mı ?" diye sordu.

"Sabah," dedim ve sırtımı döndüm.

Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim.

Güldü. "Geceyi pas geçen ilk erkeksin," dedi.

"Boş ver," dedim. "Hiç olmasa da olur."

"Hayır," dedi. "İstiyorum. Bekle, biraz tazeleneyim."

Banyoya girdi Cass. Kısa bir süre sonra döndüğünde soluğumu kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, her yeri pırıl pırıldı...Rahat bir tavırla sergiledi vücudunu, iyi bir şeyi sergiler gibi. Yatağa girdi.

"Hadi gel, sevgilim."

Yanına uzandım.

Kendini vererek ama telaşsız öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Sevişmeyi uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu.

"Adın ne?" diye sordum.

"Ne fark eder?" dedi.

Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra onu arabamla barın kapısına bıraktım, ama zordu onu unutmak. işsizdim o sıralar, öğlen ikide uyandım, sonra kalkıp gazeteyi okudum. Elinde kocaman bir incir yaprağı ile geldiğinde küvete gömülmüştüm.

"Biliyordum küvette olacağını," dedi, "bu yüzden şeyini örtmen için incir yaprağı getirdim sana."

Yaprağı suyun üstüne bıraktı.

"Nereden bildin küvette olacağımı?"

"Ben bilirim."

Her gün ben küvetteyken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişiyorduk.

Birkaç kez telefon etti. Bir gece sarhoşluktan ve çevreye rahatsızlık vermekten tutuklandı, kefaletini ödeyip onu çıkarmak zorunda kaldım.

"Orospu çocukları," dedi "birkaç içki ısmarladıkları için donuna girebileceklerini sanıyorlar."

"Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun."

"Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum.

"Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama."

Altı ay uzak kaldım kentten, eyalet eyalet dolaşıp aylaklık ettikten sonra döndüm. Gitmeden önce Cass'la tartışmıştık gerçi, ama ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı zaten, hem döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası'na girip bir içki söyledim, yarım saat sonra içeri girip yanıma oturdu.

"Döndün demek, it?"

Bir içki söyledim ona. Boynuna kadar kapalı bir elbise vardı üstünde. Böyle giyindiğine tanık olmamıştım daha önce. Gözlerinin altına başları camdan iki toplu iğne saplamıştı. Sadece başları görünüyordu toplu iğnelerin.

"Allah seni kahretsin!" dedim, "Hala güzelliğine zarar vermeye çalışıyorsun."

"Yok canım, moda bu," dedi.

"Delisin."

"Özledim seni," dedi.

"Başkası var mı?"

"Hayır, sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava."

"Çıkar şu toplu iğneleri."

"Hayır, çok moda."

"Üzüyorsun beni."

"Emin misin?"

"Lanet olsun, eminim."

Toplu iğneleri gözlerinin altından yavaşça çekip çantasına soktu.

"Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?"

"Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun."

"Pekala," dedim. "Talihliyim."

"Çirkin olduğunu ima etmek istemedim. Başkaları için çirkin olabilirsin. Harikulade bir yüzün var aslında."

"Teşekkür ederim."

Birer içki daha içtik.

"Neler yapıyorsun?" diye sordu.

"Hiç. Bir bok yapmak gelmiyor içimden. İstek duymuyorum."

"Ben de. Kadın olsaydın kendini satardın."

"Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişki içinde olmak istemezdim. Yılardım."

"Haklısın. Yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı."

Birlikte çıktık bardan. Sokakta yanımızdan geçenler Cass'a bakıyorlardı. Hala çok güzeldi, her zamankinden daha güzel belki de.

Evime gittik. Bir şişe şarap açıp sohbet ettik. O anlattı ben dinledim, sonra ben anlattım. Akıcı ve rahat bir sohbet. Kendi sırlarımızı yaratıyorduk. İyi bir sır yakaladığımızda o eşsiz gülümseme beliriyordu yüzünde. Sadece o gülebilirdi öyle. Alev coşkusu. Konuşurken zaman zaman birbirimize sokulup gülüşüyorduk. O gece arzulanıp yatağa girdik. Elbisesini çıkardığında boynundaki o korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzundu.

"Allah senin belanı versin kadın!" diye bağırdım yataktan. "Allah canını alsın, ne yaptın?"

"Bir gece kırık şişe ile denedim. Beni beğenmiyor musun artık? Beni güzel bulmuyor musun?"

Yatağa çekip öptüm onu. Beni ittikten sonra güldü. "Bazı müşteriler on doları verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. Onluk ben de kalıyor. Matrak değil mi?"

"Evet,çok matrak," dedim, "gülmekten kırılacağım... Cass, deli kancık, seviyorum seni...kendine zarar vermekten vazgeç; hayatımda senin kadar hayat dolu bir kadın tanımadım."

Yine öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçları ölüm bayrağı gibi yayılmıştı yatağa. Ağır, duygulu, güzel bir sevişme tutturduk.

Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Huzurlu, mutlu görünüyordu. Bir şarkı mırıldandı. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip beni sarstı. "Kalk artık, domuz! Yüzüne ve çüküne soğuk su serp, sonra da kahvaltıya gel."

Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz yeni başlamıştı, hafta sonuydu, tenhaydı sahil. Harikuladeydi. Berduşlar paçavraları ile kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş şişeyi paylaşıyorlardı. Martılar telaşsız ve aptal uçuşlarındaydılar. Yetmişlik-seksenlik karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen huzur vardı havada. Denize doğru yürüdük. Çok az konuşarak. Mutluyduk birlikte. İki sandviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım. Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış. Uyandıktan bir süre sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra birlikte oturmayı teklif ettim. Bir şey söylemeden uzun uzun baktı bana. Sonra yumuşak bir sesle "Olmaz," dedi. Onu bara bıraktım, çıkmadan önce eline bir içki tutuşturdum. Bir ambalaj fabrikasında iş buldum.Hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yorgun oluyordum, ama Cuma gecesi Batı Yakası'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde sarhoş olmak üzereydim. "Kız arkadaşın için üzüldüm," dedi.

"Neden?"

"Özür dilerim. Haberin yok mu?"

"İntihar. Dün gömdüler."

"Gömdüler mi?" Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum.

"Kızkardeşleri kaldırdı cenazesini."

"Nasıl?"

"Gırtlağını kesmiş."

"Anlıyorum. İçkimi tazele."

Kapanış saatine kadar içtim. Cass. Beş kızkardeşinin en güzeli. Kasabanın en güzel kızı. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. "Hayır," dediğinde üstelemeliydim. istemişti beni, şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin tekiydim. Hayır, köpeklerin ne günahı vardı? Evde bir şişe şarap buldum, içtim. Cass, kasaanın en güzel kızı yirmisinde öldü.

Dışarda götün teki klaksonuna basıp duruyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp avazım çıktığı kadar bağırdım. "ALLAHIN CEZASI ORoSPU ÇOCUĞU! KES ARTIK!"

Gece üstüme üstüme geliyordu ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.


- bu hikayeyi çok severim. bukowski şiirlerini eskisi kadar okumasam da... bu hikayesi özeldir. teoman ın kupa kızı ve sinek valesi şarkısını her dinlediğimde bu hikayeyi hatırlarım. köprüler metaforunu yazmaya az kaldı...-

1 Ocak 2010 Cuma

bilgi ve birlik




nasıl da ağır bir zaman bu. bir dileği kabul mu buyurdun tanrım? uyandım varlık içinde, döndüm kozmik evrim içinde, külli ruha baktım, yanlışlarımı buldum doğru olurken. yanlışlarım evrimleşirken... yanlış -yanıl/maktan...

bana açıl, ruhuma dökül, ağır geldiğinde bilgi lodosunu gönder. rüyamda geldi kelimeler, bilmediğim kelimeler. ne kadar ağır devam etmek derken, ne kadar zor normal kalmak derken... tanrım, gerçekten zormuş. bilmek için varolduğumu bildiğimde yolumun tüm varlıklardan sana çıkacağını düşünüyordum. oysa vahdet! oysa birlik... külli ruhtan dökülen cüzi damlalarda vahdet var. hepimiz birimiz için var. evren, evrilmekten meydana gelen kavramı hala kullanmak istiyorum. külli ruhtan zincirleme dönüşümsüz evrim isek bu kavramı bir teorinin literatürüne ait kavram olarak görüp dışlamak istemiyorum. devamında... varlıklara bakarak, evrene maddeye, somutlara bakarak sana varmak değil mesele. kendi içine bakarak birliği bulmak. evren benim içimden çıktı ben onun. külli bir ruhun damlalarıysak... varlığının emaresi -ki işaret ya da iz aramak değil mesele.... devamı sonra...

köprüler



köprüler... içeridekiler, dışarıda bırakamadıklarımız, ötekimiz, kendimize gelmeyen "ben", iki yaka ve köprüler...

tanrım beni maruftan muaf tut! sahiplenip "benim" dediğimi koru! beni karatma, ruhumun sonsuzluk odasını ilhamınla aydınlat.

seni kaybetmek istediğim her düşümcemde kalbimde daha güçlü zuhur ettiğin için teşekkür ederim. seni kainatta, varlığın içinde, somut olana bakarak aramadım hiç. seni içimde buldum hep, tam da söylediğin gibi, şahdamarımdaki ritimde buldum, yaşamın sözsüz sesiz işlenmiş ruhunda buldum. bana ruhumda varolduğun için teşekkür ederim. bana bakmayı değil görmeyi öğreten düşünceler lütfettiğin için, sesler duyurup beni sevdiğin için teşekkür ederim. şımarıklığımı bağışla, sana küsüp küsüp tekrar sana dönmenin tadı için teşekkür ederim. sunduğun yaşam ve lütfettiğin zaman için teşekkür ederim. ruhum için teşekkür ederim. seni seviyorum tanrım. -amin-

köprüler... takvimlere inanmıyorum, bölünmüş zamanlara ve onlara verdiğimiz isimlere... ben bir nisanım eylülüne kavuşamayan. bu yüzden yaz mevsiminden hiç geçemiyorum. "git" bile denilmemişim, "gel" yok bu lisanda.

d..f..

-kuyudan kuleye uzanan sonsuz ruhumda seni yazgıma emanet ediyorum-