28 Haziran 2011 Salı

arınma

varmadayım...

acımadan kestim
damarını hırsımın.

yok savunmam,
zırhım,
kabuğum...

perdeleri yırttım
ve döndüm gökkubenin yarenine...

beni tadınla tatlandır,
isminle kanatlandır.
sevginle makam eyle...

-amin/ecmain-

d..f..

27 Haziran 2011 Pazartesi

anılar ve kovalamak

güzel bir haftasonu geçirdim. j. cortes'in dans gösterisine arkadaşımla gittik. biraz üşüdük ama keyifliydi. cortes'in sahneyi dolduran bir estetiği var fakat kareografisi yetersiz. daha iyisini yapabilir. ve sahneye çıktığı grup, flamenko tutkusuna cevap verebilecek yeterlilikte değil. -duyrulur :) -

misafirlerim vardı, ankara'dan ve eskişehir'den... güzel vakit geçirdik fakat gittiler. elbette gideceklerdi de... insan, hep beraber olsak ne hoş olurdu diyor. aynı şehirde yaşasak ve bu şehir istanbul olsa... tabii bu mümkün değil.

aklıma geldi gezerken... bir arkadaş yazmıştı, insan yaşarken haz almaz, yaşadığını sonradan hatırlarken haz alır. anılar biriktirmek yani... öyle mi dersiniz? düşündüm ve gerçek olduğuna karar verdim.

yeni doğduğumuzda bir anı birikimimiz yoktur. ama yeni doğduğumuz günleri de hatırlamayız zaten değil mi? büyüdükçe, zeka ve his olarak geliştikçe anıları da biriktirmeye başlarız. belki bu yüzden ilk gençlik yıllarımızda çılgın bir yaşam arzusu dolaşır kanımızda ve bir an önce çok anımız olsun diye delice şeyler yaparız. kaçamaklar, yasakları delmeler, coşkulu bir dönem...

ilk gençliğin insan kanına pompaladığı şey, o büyük arayış ve arzu... bir anı sağanağı oluşturmak içindir. anılar, insanın kendi öz tarihi, varlığının zamandaki izleri... onlara bakarak kendimizi severiz, kendimize güleriz, kendimize güveniriz ya da öfke duyup sevmeyiz...

bebeklik dönemini hatırlamamak, anısız bir yaşamın mümkün olmadığını gösteriyor. büyük boşluk, bir çeşit uçurum... hatırlamamak ise koruyucu bir kalkan...

şimdi geçirdiğimiz hoş haftasonunu beni hoşnut edecek anılarımın arasına bırak, yeni arayışlara gireceğim. yeni anılara...

bir kaç dizeydi, rüzgarın parmaklarıma sürtünürken bıraktığı ses:

koş!
ruhunu yaksın ateş adımların.
ölümün yalımlı kollarına koş!

bırak geride kalsın kovaladığın;
kovalamanın tadı var mı,
kovalananda?
yok!
koş!

ateşe açılmış kollarında cesaret
sonu arzulayan bir arayıştır,
sonu yok!

bulduğundan doğar
yeni arayış...
koş!

kovala,
seni çeken o değil;
içindeki mesafe...

d..f..

-kısacık hayattan-

22 Haziran 2011 Çarşamba

bak şu koşana!

sabahleyin evden dışarı adımını atar atmaz, bir koşuşturma -ve nasıl başarıyorsak- kaotik bir disiplinin içine giriyoruz. metroya koşar adım varıp son dakikada kapıdan içeriye atıyoruz kendimizi. on beş dakikalık yerimizi alıp ineceğimiz durakta en kolay hangi yoldan "kalabalıkla cebelleşmeden yürürüm"ün derdine düşüyoruz.

daha yeni başlıyoruz, sırada metrobüs var... koşar adımla kapıdan fırlıyoruz. güneş gözlüklü bey, kıvrak hareketlerle üç kişiyi solluyor. mini etekli kadın eteğini çekiştirerek tedirgin ve yavaş yürüyor, bir kazaya mahal vermekten kaçınır gibi bir hali var.

derken koşar adım yürüyen kilolu bey elinden bir şey düşürüyor. sonra aniden duruyor ve zincirleme bir karmaşaya imza atıyor. dönüp düşürdüğünü alıyor. ben ne yapıyorum bu arada? gözlerim fıldır fıldır insanları seyrediyorum ama aynı koşuşturmaca içinde, fena halde atik ve pratiğim. öyle ki insanları izlerken sık sık turnikeye akbil basmadan geçmeye çalışıyorum. hırkamı metronun kapısına sıkıştırıyorum ama durmak yok, bunlar çok olağan şeyler.

tabi bir de topuklu ayakkabı sorunum var ki sormayın. sorun diyorum çünkü... uzun zamandır topuklu giymiyorum, özel durumların dışında rahatıma çok düşkünüm. fakat topuklu giyinen kadınlar tarafından sık sık ezikleniyorum. asfalta meydan okur gibi, trafik gürültüsünü delerek kulaklara zımpara etkisi yapan bu sesi nerede duysam irkiliyorum. topuklu giyemememin bir sebebi de kendi topuk sesimden müthiş şekilde rahatsız olmam.

bir sabah işe yürürken arkamdan keskin bir topuk sesinin yaklaştığını duydum. çok hızlı yürüyorum ve bu hızıma yetişen bir topuklu var. içimden bacakları çok uzun olmalı diyorum. ezikleniyorum kendi kendime. daha çok hızlanıyorum ama nafile. topuklu yaklaşıyor, yaklaşıyor, sesi kulağımda patlıyor ve yanımda beliriyor... o da ne! erkekmiş. derin bir nefes alıp yavaşlıyorum.

gel gelelim metrobüse... kapıları sadece 10 saniye açık tutulan bu araca binerken çok dikkatli olmalısınız. kapıya sıkışma durumu olursa kalabalık içinde fena halde kötü duruma düşüyorsunuz ki bunu aşmanız için hemen yer değiştirin. oldu da binemediniz, kaptanın arkasından saydırmanın bir manası yok, daha çok dikkat çekiyorsunuz. bir diğer husus da; 15 dakikalık kısa yolculukta oturmak için insanların üzerinden zıplamak, debelenmek çok ayıp bir davranış. o koltuklar geçicidir efendim, bu dünyada kalıcı hiçbir koltuk yok. tv koltuğunuz bile sizin değil!

bunları elbette kendim için de söylüyorum. fakat bu toplu taşımaların kaptanlarına ayrıca bir tavsiyem var: vallahi felç olucaz bir gün! beyler, şu klimanın ayarını bir standarta çekseniz de sıcak soğuk etkisinden ufalanmasak?

sahi, ben düz yazı yazmayı unutmuşum nicedir. mizah yeteneğimiz kaybedeceğimden korkarım! artık daha sık düz yazılar yazmalı... şehri ve insanı anlatmalı...

şimdi uyumalı...

d..f..

21 Haziran 2011 Salı

o, sen, ben

aradı, bekledi sonra...
durdurup kendini
bir iç savaştan geçirdi
sonra çizmeye başladı seni.
elbette bildiği vardı,
beklemekten doğacak bu siretin.

o işlerken
sen durdun,
sonra geriye doğru gittin.
en güzelliğine kendinin.

ve ben doğdum.
bir ağaç gibi...
sonra kangren oldu dallarım.

uykuya bıraktı köklerimi.
kabuklarım eskidi,

sen durdun öylece
bir ay gibi
sürekli dönüştün kendinden.

o hayrandı sana
güzelliğine,
yüzüne
ve ellerinin naifliğine.
kendini sende buluyordu
zaman.

d..f..


- gelmeli miyim? -

19 Haziran 2011 Pazar

süt yazılar

cömert şarkılar eşliğinde
esmer bir dans ediyor kadın
eteklerinde rüzgar
yaz mevsimi kadar güzel.
imreniyorum neşesine
umursamazlığına ve bilmeyişine...

kabarıyor kalabalık,
kırmızı adımların sahibi
deliliği arıyor.
***

aynı sözcükler
kimi ağızlarda kan
kimi ağızda süt kokuyor.
utanıyorum söylemeye
süt kokulu kelimeleri.

aya bakıyorum,
sizin baktığınız geceden.
aynı ay değil gördüğümüz.
anlıyorum,
ay'ın hüznünden.
isterdim,
hanımeli ve ıhlamur kokularından
duyalım varlığımızı.
yetmeli insanlığımız
birbirimizi acıtmamaya.
***

esmer dansıyla kadın,
geride kaldı.
süt yazılar yazıyorum,
ay kokuyor uzaklık.

yabancılaştığım şehir,
beni koynuna almıyor artık.
biz ayrıldık.

d..f..

17 Haziran 2011 Cuma

söz

yüreğime inecek...

bir şey yapmalı...

"Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu gördüm ben." andre breton


yazmalıyım, kaynaşan kelimelerimi çıkarıp oğulundan, dökmeliyim gözlerinin önüne... bir oyuna ihtiyacım var bir "ve"ye... küçücük bir kelimeye, anlamlı anlamsız söze, heceye... oradayım, omuzunda, uçurma, göğüm sözündür.

d..f..

15 Haziran 2011 Çarşamba

tutulma




doğumdan önce


mutlak kaderdir doğan.


acıyla ağladığında varlık


bilinçsiz bir isteksizlikle…


dönmek ister o hiçlik kuyusuna.


dışarı fışkırtmıştır içini zaman,


üzerine varlığının


ağır bir leke gibi


gölgeli ve kızıl…


toprağın üzerinde


gelgittir zamanın çekimi.


büyür ve ufalanırız.


bir mide gurultusu gibidir


içinden bir sesle konuşur bedenimize.


gör ve ört üstünü


üşüdüğün tutulmadan.

***

baharın beklendiği yerde


hiç gitmediğini gördük.


artık hiç gitmiyordu


daha fazla büyüyemezdi beklenti,


donmuştu.




şimdi göğsümüzde açan çiçekler,


bir baldır gibi


baldırımızdan akan yağmur…


her şey dokunduğuna dönüşüyor.


en yeniyken,


eskimeyi çoğalttık


ilkte kalan hep eskidi.


ardından gidilen tazelik


kokusunu da aldı bizden.



yüzünü yedi karanlık


azar azar,


tadına vararak…



düşün


tutulmanın karanlık yüzündeyiz


aynı sezişin özünden bakıyoruz.


aynı gidişin ve dönüşün izlerinde...


karanlıktan doğacak


ve bizi anlatacak.


dinle


bizim sınırımız söz


ötesinde çitlerin


çocukluğumuz…


algıla


her gün aynı tutulma


ve aynı doğumdur


evrenden üzerimize boşalan…




bu cılız ses


tutulmanın boşluğu…


her gün yaşanmaktan sıkılan gök…


***


görüyorum seni


yıkanıyorsun gölgeli bir kızıllıkta.


bu tutulan yüzün


tutulan…


bırakılır mı?





d..f..



resim: gustav klimt

ölümcül sis

bizim savaşımız barışmak için…


uzadıkça büyüyor ucundaki.


yatağımızda tüy


arda kalan kırıklardan.


gözlerin büyüyen karasında


okunuyor özgürlük.



***


başucumda birikti kitaplarım, hepsini okumalıyım, altını çizmeliyim unutmamam gereken cümlelerin. o cümleler beni kanatlandıracak, özgürlüğüm olacak… ama okumuyorum o kitapları, saçma bir küskünlük benimkisi. başka kitaplar arıyorum yastığımın altında, kokusunu özlediğim, kelimelerini kokladığım başka kitaplar… hiçbiri yok bu odada artık. onları evimden göndererek, kendimi bu tutsaklığa sürgün ettim. onlardan başka hiçbir ses, içimde gidebileceği, o son yere varacak kuvvette değil. tanrım, bana yardım et!



boğmak için o derinliği


yerini ölümcül bir sisle dolduruyorum.



d..f..

13 Haziran 2011 Pazartesi

bir umut

gün yağmurla başladı. gülümseyen insanlar gördüm. içimde tatlı bir umut var. sizlere seçim sonucu analizleri yapacak değilim. sadece umutlar içinde bir umut sırrı süreyya’nın meclise girmiş olması ve sonuçlar, ülke olarak bu dönemde bir uzlaşmayı kaçınılmaz kılıyor. paylaşırsak bölünmeyiz. paylaşmaya meclisten başlayalım, güzel insanlarla…



yağmurun bereketi ve rahmeti büyütsün umutlarımızı.



teşekkürler tanrım, her şey için, bir kez daha…



d..f..

11 Haziran 2011 Cumartesi

öf

anneye öf denilmez!
buraya yazsam sayılır mı?

off anneciğim off !

-burda da beceremedim-

d..f..

10 Haziran 2011 Cuma

kısa

çekip kısalttılar akşamları
etekleri örtmüyor artık şarkıları

haziranda içim
güneşi seçiyor
günlerden.

bir sözün yok mu bana söyleyebileceğin?
daha çok var yaprak dökümüne.

ikindilerde içim
beklemeyi seçiyor
her yer cumartesi
ertesi...

suskunluğun kucağı
yol yorgunu saatler...
aynı yokluk,
garip bir hafiflikle
inkar ediyor.
değişiyorum
bir ağaç gibi mevsimimden.

öyle olsun
dilediğin gibi...

d..f..

http://www.youtube.com/watch?v=UZXmJWw3W2w

8 Haziran 2011 Çarşamba

iyilik, eylem ve şiir

diktiği ağaçları insan mucizesiymiş sunuyor hizmet ehli. oysa bahçeleri, avluları olan evlerde büyüdü birçoğumuz. bir fidan diktiğimizde, bir park yaptığımızda hala etrafını çitlerle çevreliyoruz. insan olarak yabaniliğimiz evrilemedi hala.
***



sırrı süreyya’nın seçim bürosundan molotof kokteyl çıkmış. insana inanmak ne kadar zor. inanmak istiyor insan, duvarların dışında bir cana dayamak istiyor sırtını. çok mu? çok…


peki tanrım, peki…


***




nefret ediyordu benden rüyasında. “ben”, çok mu önemliyim? bu gerçekten önemsiz… nefretin sebebini sorguladım. kötülük ve nefret zihnimde yan yana duruyordu. bu yandaşlık incitti beni.


***




akşam yolculuğu… bütün vücutlar yorgun… boş gözlerle etrafa bakınıyoruz. tünelin yüzümde seken ışıkları beni yine etkiliyor. henüz açılmamış sayfalarıyla arkadaşımda unuttuğum iki yeni şiir kitabımı, şiiri düşünüyorum. sonra, neden yazıldığını...



içinde büyük anlamlar taşıyan cümlelerle dolu kitapların zaman sonra nasıl dönüştürüldüğünü, şairlerinin nasıl unutulduğunu, içlerinin boşaltıldığını… iri göbekli bir adamı hatırlıyorum, neruda’nın şerefine kaldırdığı kadehini, sırıtarak… bir anma programında sahneden danışmanına “çile üstadın son kitabı mıydı … bey?” diye seslenenleri hatırlıyorum. sonra sivri topuk sesiyle sahneye çıkan gösterişli kadının şiirin varlığını topuklarıyla çiğneyişini… şair ölüyor ve şiirleri birileri tarafından belirli aralıklarla katlediliyor yaşatılmak bahanesiyle. yaşamak, kalmak böyle değildir. kalsa bir kitapçının rafında… bir gün bir okur gelip onu orada bulsa ve sonra tabureye çöküp okusa mısralarını. sonra ne güzelmiş dese. almasın, önemi yok. ölü bir şairin, kitabının satılmasına ihtiyacı var mıdır? şairler ölür ve gider, bırakalım gitsinler ve biz onları hatırlamak istediğimizde hatırlayalım.



hem, hep hatırlanınca ne oluyor ki? ölümü kabul etmemek için neden bu kadar direniyoruz? dayanak yapıyoruz ölü şairleri içi boş hayatımıza. içi boş ve tahammülsüz…



bazen şiirlerin de büyütüldüğü kadar olmadığını düşünüyorum. hangi şiir bir insanı değiştirebilir, hangi şair? paylaşmayı yazmak, paylaşmanın kendisi değildir. iyiliği yazmanın, iyiliğin kendisi olmadığı gibi… bir çocukta bir tebessüm bırakabilirsin, o somut bir yankıdır. çocuğa değil, çocukluğa işlenmiştir. insanlığın çocukluğa nakışıdır. neyi sorguladığımı anlayabiliyor musunuz?




geride bıraktığımızın gerçek manadaki kalıcılığını… somut denilenden daha somut ve kalıcı şeyler varmış. ve söz pişmemiş bir ekmek gibi bazen, sulanmamış toprak gibi hep yarım bırakıldı, eyleme değmediği, değdirelemediği için. şairler için önemlidir şiir, büyüktür, anlamlıdır. oysa anlam, hayatların içine girip bir kemik gibi onları ayağa kaldıramıyor, onlara dirilten bir eylem ruhu veremiyorsa önemsizdir.



okuduğunda dudağına düşen tebessümle bir çocukta bıraktığın tebessüm aynı değildir. şiirin insana dokundurduğu anlam, senin çocuğa dokundurduğun iyilik kadar güçlü değildir. öğretmek, telkin etmek yetmez; şiir olmak için değildir iyilik… insan yaşamı için gerekli temel ihtiyaçlar; yemek içmek ve iyilik yapmak sanırım.



evet, şiir ve iyilik… şiiri bir anlamdır, eylem değildir. ben eylemi tattım ve onu seçiyorum. şiir ise sivri topuklu kadınların ve göbekli adamların üzerinde durduğu yükseltilmiş bir sahne. şiiri gibi yaşayan bir şair gördüğümde ve şiirinin gerçekten şiir gibi yaşatıldığını gördüğümde yaşatılana inanırım belki.



oysa benim hayatımı değiştiren bir şiir var. ama şairine inanmıyorum.



d..f..



1 Haziran 2011 Çarşamba

şehir ve günbatımı



güneşin batışını seyrediyorum. şehrin en kalabalık noktasındayım. gökdelenlerin -bu kelimeyi kullanmak bile ruhumu sıkıyor- yanı başında uçan kuşları ve uzaktan geçen bir uçağı görüyorum aynı hizada. bu manzara gözlerimi tırmalıyor, kuşları düşünüyorum, üzülüyorum onlara. göğü bile rahat bırakmıyoruz. aşağıdan dozer ve kepçe sesleri geliyor. metal bir canavarın toprağı kemirerek ruhuma doğru ilerlediğini hissediyorum. değil, sandığınız gibi ufka bakarken güzel şeyler düşünmüyorum. kaçmayı ve bir dağda kaybolmayı istiyorum, özlüyorum. burada sırtımı dayayabileceğim tek şey duvar. gördüğüm tek şey duvar. denizi bile sıkıştırıyoruz, acıtıyoruz, incitiyoruz. ruhunuzu göremiyorum burada. duvarlar her yerde, gözlerinizde ey insanlar. hep bağırıyorsunuz, hep öfkelisiniz, hep incitiyorsunuz birbirinizi, hep koşuyorsunuz bir yerlere ama hep, hep hep aynı yerdesiniz. duvarların arasında. duvarlarınız arasında...

ey şiir!

tut elimden

beni uçur göklerin incinmediği bir yere...


***


güneş gökdelenlerin camlarında kırmızı bir leke bırakarak, kanayan yalnızlığımızı çizdi kalbimize. anlamadık, anlayamayız. biliyorum, çünkü ben de sizden biriyim. ayaklarıma bağlı bu duvarlar...


şehir bir kuyuya dönüşüyor.

***

duvarlarımızı boyuyoruz, renklerden ötesi olmayan çıkışlar arıyoruz. aynalar asıyoruz, tablolar asıyoruz... ötesiz duvarlara öteler saklıyoruz.

ruhum,
ötem,
duvarım...
batan güneşi gönderdim sana...

d..f..