30 Nisan 2010 Cuma

.

gecemi bölen uğultuya açtım uykumu.
sesim çıkmamıştı bir gece..
doğmuyordu, kelimeler unutmuştu ruhumu.
ve kelimelerle gitmişti her şeyin gerçekliği.
ve sen beni duydun.
sonra uyurken bu rüyanın yorumunda
uykumu böldü uğultu.
sesini unutma dedi,
sesini unutma.
ve sen beni duydun
ama
***

rüzgarı terk ettik,
muhalif yüzüm yorgun.

28 Nisan 2010 Çarşamba

çok soğuk, çok çok soğuk, çipçok soğuk, sopsoğuk

çok soğuk. kendimi tosbağa gibi hissediyorum :/ çiçek böcek kuş anladık da nerede güneş, nerede sıcak havalar, nerede o caanım lodos, özledik vallahi... kaçtır eve buz kalıbına dönmüş bir şekilde düşüyorum. iki saat battaniyeye sarılıp kıpırdamıyorum, gece sıcak su torbası ayaklarımda... allahım nasıl bi ayaz, nasıl bi soğuk! tepemde kapalı bi klima var, acep ondan mı psikolojik üşüme diyorum ama ı ıh... aya baktım demin, titriyor aycağaz, abartıyorsam ne olayım :)

aynur un yeni albümü çıkmış, ne güzel. hiç yazasım da yok, yazmak için yazıyorum. aslında yazacak çok şey var da istek yok, üşümekten homurdanmaktan elim bir şeye varmıyor. ha bire uyuyorum sanki. sahi bir rüya gördüm, sakladım onu dün gece, birazdan yormak için yanına varacağım yeniden :) ımm... çok soğuk :(

gideyim ben, çawreşa -o ne demekse, eykidi utku :) -

25 Nisan 2010 Pazar

dokunduğunu hissetmeyen eller...



mutfakta kek yapıyorum, manuel mikserle uğraş babam uğraş... o ara büyük abim geliyor yanıma, neden mikserle çırpmıyorsun diyor. hakikaten, neden? unutmuşum işte... dur diyor ben çırpayım tel mikserle sen un dök... kocaman elleriyle tıpkı mikser gibi çırpıyor. ellerine bakıyorum, yara bere içinde ve kalın bir deriye sahip. çünkü o bir işçi. bu eller dokunduğunu hissetmiyordur. sahi dokunduğunu hissetmemek, nasıl bir şeydir kim bilir?

demokratik açılım lakırtılarından günlerdir fenalık geldi. ama demokratik açılıma emeği dahil etmek kimsenin aklına gelmedi mecliste. çünkü onların elleri dokunduğunu hissediyor! ahmet insel'in güzel bir yazısı vardı radikalde, aşağıya linkini ekleyeceğim.

ılımlı islam modeli denilen siyasi tanım, liberalizmi zemin edinen bir model. mutedil bir siyasi dil kulaklara hoş gelirken ekonomik yönünü es geçmekle büyük bir hataya düşmüş oluyoruz. liberalizm, kapitalizme yaşam akıtan şah damarı adeta. tüketim ve serbest piyasa çılgınlığı bugün ekonomik krizlerde orta sınıfın alaşağı edilmesi demek. ekonomik hiyerarşinin katmanları arasında uçurumlar meydana gelmesi vicdani noktada kabul edilebilir bir durum değil.

var olma noktasında devlet dünya sistemi içine karışmış, güçlü bir ekonomiye sahip olabilmek için didiniyor. ama dönen çarklar devletin ekonomisini büyütürken, büyüyen ülke içindeki zenginler oluyor sadece. orta sınıf hep aynı kısır döngüde, hep aynı dar yaka modelinde sürünüyor. şimdi size bilim, felsefe ve sosyoloji alanlarından bir kaç not düşeceğim. hepsi temelde insanın oluşturduğu statükocu hiyerarşinin çirkin varlığını işaret eden düşünceler.

gabriel marcel metafizik üzerine bir sohbetinde diyor ki... kişi kendine bir fonksiyonlar yığını olarak gösteriliyor. önce yaşamsal fonksiyonlar, sonra toplumsal fonksiyonlar... yemek yemek, fiziksel ihtiyaçlarını gidermek yaşamsal fonksiyonlar iken, sosyal yaşam alanında bizden beklenenleri yerine getirmek de toplumsal fonksiyonlarımız oluyor: çalışmak, vatandaşlık görevlerimiz vs gibi... fakat tüm bu fonksiyonlarımız içinde mekanik ve materyalist bir yaşam rutini içindeyizdir. bir robot gibi programlanıp fonksiyon çeşitliliğimizi idame ederiz. sonra günün birinde emekliye ayrılır, yaşamın bu kasvetli yerinde ölümü bekleriz. fizyolojik fonksiyonlar (yaşam ve ölüm gibi) nesneldir. yani kullanılır olan, kullanılırlığını yitirir, sosyal ve yaşamsal fonksiyonlar biter. kayıttan düşer.

bu yaşam, sistemlerin insana biçtiği "fonksinel yaşam tarzı" ne kadar hazmedilir? ne kadar insani? bu tabloyu bir kenara koyalım lütfen...

stephen jay gould'un vaktiyle evrim teorisinin keskinliğine getirdiği itirazı okurken bazı cümleleri çok çarpıcı bulmuştum. diyordu ki gould... insan çok kibirli bir varlık. varlığını evrenin merkezi haline getirmiş. mesela tek hücreliler ekosistem içinde çok baskındırlar ama insanlar tarafından organizmal indirgemecilikle "basit" türler içinde yer alırlar. gould, insan; sosyal alanda da doğa tarihinde izlediği yolu seçerek hiyerarşik bir düzen içinde gittikçe modernleştiğini düşünür diyor. böler; yönetir, statükocu hiyerarşiler üretir; yönetir, elitist bir açı oluşturarak ilerlediğini düşünür burjuva yaşamında.

insanın varlığını fizyolojik ve fonksiyonel alanlarda nasıl anlamlandırdığını gördük bu iki örnekte. birinde burjuvanın insana dayattığı fonksiyonel yaşam, diğerin de insana tüm canlı varlıklar içinde biçtiği fizyolojik değer... fizyolojik hiyerarşide insan en gelişmiş varlık iken, fonksiyonel hiyerarşide burjuva en üst kademede kendini en gelişmiş gösteriyor.

bu noktada devreye sokulması gereken, vicdani sorgudur! insan kainat içinde iradesi ve düşünce gücüyle en gelişmiş varlıktır, evet... ama ona yaşam alanı sunan ekosistem bir canlılar bütünüdür, yani komplekstir. bu önemli birliktelik, tüm canlılara saygı ve yaşam hakkı tanımayı gerektirir. diğer taraftan insana bir madde, bir mekanik fonksiyon sunan yaşam, insanın beden ile ruh birlikteliğini birbirinden koparacak derinlikte bir uçurum açıyor. işte tüketim dünyası, kapitalizm, liberalizm denilen hiyerarşi fabrikası insan ruhunu emip, sığ bir hayat dayatıyor. bedeninin fonksiyonlarını kullanıp işi bitince emekliye ayırıyor, ruhunu tüketiyor.

insan yığınları günlük geçim derdinde debelenirken reklam kazanovaları dört yanımızda flaşlarını patlatıyor. sanayi devrimi ardından fransız ihtilalinde robespierre in "insan hakları bildirgesinde" çok değerli maddeler yer almıştı. bu maddelerinden birinde robespierre diyor ki: "toplum, bütün üyelerinin geçimini sağlamak zorundadır; bunu onlara iş sağlayarak ya da çalışamayacak durumda olanlara da yaşama imkanı sağlayarak yapar. ihtiyaçlarını karşılayamayanlar için zorunlu olan maddi yardım, fazlasıyla sahip olanın borcudur: bu borcun nasıl ödeneceğini belirlemek yasanın görevidir." bir de özgürlükler adına çok şahane başka bir madde ilgimi çekti: "insanın zaman aşımına uğramayan haklarını ihlal eden her yasa, özünde adaletsiz ve zorbacadır. asla bir yasa sayılmaz."

buradan en başa dönersek... liberal ekonomi hiyerarşiler üreten, burjuvalar, elitistler üreten, insan ruhunu örseleyen, yaşamını sığlaştıran son derece kusurlu bir ekonomi anlayışıdır. insana değer veren, yaşam hakkını önceleyen, adalete inanan, vicdanı/sağduyusu çalışan, dini inançları olan hiçbir insan bu sistemi kabul edemez, kendiyle çelişir.

en önemlisi nasıl kapitalist sömürüyle islam anlayışı, özü gereği bir araya gelemezse, liberal ekonomi de aynı gerekçelerle islam ile bağdaşmaz. bu noktada ılımlı islam modeli, zarar veren radikal islamı tecrit etmek amacıyla yeni dünya düzenine uyum sağlayacak yeni bir islam modeli uydurma çabasıdır.

bugün, demokrasiye değer katacak en önemli hak ekonomik dengelerdir. dokunduğunu hissetmeyen fonksiyonel ellerin bir maddeden ne farkı var?

d..f..

http://www.radikal.com.tr/Default.aspxaType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=992559&Yazar=AHMET%20%DDNSEL&Date=25.04.2010&CategoryID=98

23 Nisan 2010 Cuma

bir sümüklü böceğim gülhane parkında!

bugün özel bir durum dolaysıyla gülhane parkına uğradım sabah 11 civarıydı. aslında kısa bir yürüyüş yapıp çıkacaktım. fakat çıktığımda saat 16 idi :)) e güzeldi, kuşlar, çiçekler, kokular çarptı beni. çıkar adım bir müze gördüm, "islam bilim ve teknoloji tarihi" müzesi... ilk defa gördüm bu müzeyi. neyse, çıktığımda ayaklarımın tabanı yanıyordu. fazla kaptırmışım, görevli dedi ki ilk defa sizin kadar okuyanını gördüm, turist gibisiniz... müze göz sağlığı, madenler, astronomi, tıp, denizlik vs gibi ilk islam eserlerinden bahsediyordu dolaysıyla metinler çok fazlaydı. görsel materyalden çok, okumayı gerektiriyor... ama tabi mimari bölümünde cami minyatürüyle gülüşerek foto çektiren kızları görünce... yoksa görevli benimle konuşmak için bahane mi aradı? neyse, ziyaretçi defterine ekledim: "göz sağlığı bölümündeki tıbbi materyaller numaralandırılmamış, denizcilik bölümündeki yazılar yanlış ışıklandırmadan dolayı yansıma yapıyor, okunmuyor." kısa günün karı, bir yığın oryantalist isim edindim. edward said i düşündüm, gözlerim kapalı... sabah yeni bir işe başlayacağım, oysa hiç havamda değilim, neyse bakalım... resimlerimize bakalım efenim.



çok sevdiklerim, papatyalar... açılış kurdelesi gibiler..



bunlar da "aşiyanlar"... ağaçların tepesinde onlarca kuş yuvası... gözlemledim, neredeyse hepsi dolu, daha çok martılar var... papağanlar da gördüm, yemyeşil...



azıcık gözbebeğime, bi tutam yanaklarıma, birazcıkın saçlarıma...



tanrım! şu dalın güzelliğine bakın, aşk gibi bir şey, hayran olunası, kalbi yerinden fırlatacak kadar heyecan ve coşku verici... beyaz bahar dalı...



orada ağacın kovuğuna dikkatlice bakın! bir adet sümüklü böcek, hala uyanmamış kış uykusundan :) hemen tanıştım kendisiyle: "hemşerim memleket nere?"



koparmadan özür diledim önce. sonra ona "bana güzel haberler ver"dedim, "ulvi bir amaç için döküleceksin" dedim. ikna ettiğimi düşüyorum. derken bir ağaca yaslanıp başladım, seviyor sevmiyor... bunu kırk kere tekrar etmiş olmalıyım. orada kalan tek yaprak yüzümü güldürdü. hemen onu minik ajandamın arasına sakladım. "ah şu papatya falları..." yüzümü güldürdünüz kuzum vallahi :)



dilime dolanan şarkı "..." hay aksi vallahi şimdi unuttum :) eskilerden bir şeydi... papatyalardan kopamadım, dahası da var burada...



papatyalar meydana toplanmış kutlama yapıyorlardı. oradan bir gemi geçmekte. gülhane setüstü civarı... fena halde sarhoşum, kokular beni ele geçirdi...



laleler ve sümbüller. sümbül müydü bunlar? biz sümbül derdik. çok güzel kokuyordu bu minik lalezar...



gövdesi sedef hastalığına yakalanmış gibi... üzerinde sümüklü böceklerin ayak izlerini gördüm, güneş vurdukça parlıyordu izler.

22 Nisan 2010 Perşembe

çağrışım yıldızları



kır oyunu; sarı, bulgur kokulu
midilli atları; belini sardığım ninni güzeli.
bir avuç kelebek; toz kanatlı ülkeler
müstakbel kapı aralıkları; sessiz ol, ebe yaklaşıyor!
güneşin çil dağıtan yanakları; beni ebeledi çil çil ışıkları..
lodosun eskimemiş saçları; rüzgar saçlarıma aşıktı, biliyorum.
bir baharın kucağında biriken; neşeli bağrışmalar, seslerimiz...

- ah anne! eskime! benden gitsin güzler, nisanlar biriksin sana...

şiir bana biraz neşe ver borcum olsun.
yarın güne bir gülüş sözüm vardı.

kül tablası; ciğerlerimden ölüme kül yolculuğu
aşk; ciğerlerimde açan esmer gelincik tarlası.

- çocuk! bana geri dön, bir rahim kadar derin olsun dönüşün.

su; beni unutma, alnımın masumiyet secdesi, beni unutma!

d..f..



-rodrigo&paco de lucia... kaçırdığım bir istanbul konseri, aşk olsun haber vermeden geçtin hayatımın ritmi...-

.

19 Nisan 2010 Pazartesi

çamurdan bilyeler


her insanın derinlerde bir yerinde çocukluk oyuncaklarını sakladığı bir odası vardır. plastiklerin, kağıtların, camların henüz girmediği kırsal alanlarda oyuncaklar çocukların el becerileri ve hayal gücüyle şekillenirdi. oyuncakların ham maddesi ise doğanın kendisiydi. örneğin tabanca, araba, bilye, bebek gibi oyuncaklar çocuklara bir yerlerden alınmazdı, yoktu çünkü. bisiklet mesela, sadece siyah beyaz televizyonda gördüğümüz bir şeydi. zaten bizim köyün şartları bisiklet kullanmak için de uygun değildi. sarı uzuun bir otobüs vardı, bizden daha derinlerde kalan köylere yolcu taşırdı. onun arkasında demir bir merdiven olurdu. ona takılıp giderdik bazen, annem içine girmememizi söylerdi çünkü içi kusmuk kokarmış hep. ama merdivenine takılmak bize yeterdi zaten bir iki kilometre, hırlayarak giden egzozu pis kokular çıkaran sarı bir canavara benzerdi. oyuncak araba yapardı abimler. ağacın gövdesinden kestikleri dairemsi parçalardan dört teker için günlerce yontup biçer sonrada onları üzerine iki kişinin bineceği bir arabaya dönüştürürlerdi. bayır aşağı patika yolda bu arabaya dört kişi biner son sürat giderdik. çıkardığı ses hala kulaklarımda ama bizim bağrışmalarımız o sesi bastırırdı. bisikletin yerine geçerdi bu araba. freni bayırın bittiği yerdi. tabanca da ağaçlardan yapılırdı. hatta yay ve ok yaptıklarını hatırlıyorum abimlerin. onlarla pek oynamazdım. çünkü yay boyum kadar olurdu. bebekler bez parçalarından, mısır koçanlarından olurdu zaten, kobel denirdi onlara.

ama en güzeli bilyelerdi. camdan bilye her çocukta bir iki tane olurdu en fazla. onlarda içindeki renk kuşağı, aldığı darbelerden görünmez halde ama oldukça değerli tutulurdu. bilye oynamak için ekstra üretim gerekirdi. balçık çamurdan bilyeler yuvarlardı abim. küçük bir ırmağın kenarında sarı bir çamurdan elleriyle parçalar koprarır onları bir çömlekçi gibi evirip çevirip bir kiremidin üzerine dizerdi. daha dokunulmazdı onlara kuruyuncaya kadar. ama benim sabırsızlığım her seferinde abimi kızdırır, parmak izlerimi bulduğu yamulmuş bilyeler yüzünden annemin yanına kadar kovalanırdım tarafından. kuruyanlardan çalardım ama asla o renkli cam bilyeler gibi olmazdı onlar. cam bilyeler bir dünya gibiydi. güneşe bakabilirsin onlarla, gözlerin yanmaz, göğe baktığında içlerinde eciş bücüş şekiller görür hayal kurarsın. bu minik kürenin içinde birileri yaşıyor sanki, hadi çıkın ortaya, o hava baloncuklarını kim bıraktı oraya? yeşil sarı, mavi, kırmızı... genelde üçlü olurdu renkleri. abimler bilye oynayıp kaybettiğinde üzerlerindeki giysilerin düğmelerini söküp vermek zorunda kalırdı. ablam hala anlatır, kırmızı hırkasının tüm düğmelerini amcamın oğluna kaptırdığı için annemden çok korkmuşmuş... bu bilyelerden hala incik boncuk sandığımda saklarım bir kaç tane. aslında bi kaç sene önce epey çoktular ama çocukların karşı koyamadığı bu minik renkli küreler verdikçe azaldı işte.

aşağıdaki link ise en sevdiğim çizgi film clamentine in jenerik müziği... sebebini bilmem ama her izlediğimde derin bir hüzne kapılırdım. kötülüğü bir ateşle, iyiliği ise havadan gelen bir baloncuğun içindeki güzel saçlı beyaz giysili kızla sembolleştiren bu film beni çok etkilerdi. clamentine çok masum ve korunmaya muhtaç bir kızdı ve ateş onun için fazla kötüydü gerçekten.

küçük bir yolculuğa çıktım yine bugün. şimdi dönme zamanı...

d..f..

http://www.youtube.com/watch?v=OERB_2dEQgs&feature=related



.

gülen yüzler

günlerdir süren bir telaştı bu. koşuşturmacalar, telaşlar sona erdi. şimdi yaşamını birleştiren iki gencin geleceği için güzel dilekler ve dualarla dolu bir geceye dönüşmüştük. bir yeğenim daha evlendi. o kadar çok gülüyordu ki yüzleri, gece gölgelerini sakladı sevinçlerin aydınlığında. ömürlerince mutluluk ve huzur diliyorum. amin...

neyzenin üflediği kalp perdesi havalandı bir ara. açıldı kalbim ve ortada kaldı çırılçıplak. kalabalık silindi mekandan ve orada gülüşü parlayan: tanrı... içi teşekkür ve minnet dolu düşüncelerimden el salladım Ona. buradasın ey kalbime şenlik veren, şenliğin içini kendiyle süsleyen, ey...! ne güzelsin, düğün gibi, şenlik gibi, göremediğim yüzün bu gece insanların yüzünden bakıyor bana. kalbimdeki tahtından mutluluk ve huzurla bahsediyorum her zaman. çünkü varlığın, naçiz varlığıma anlam katan yegane dirilik ve tazeliktir. bana kendini hissetirdiğin için teşekkür ederim biricik tanrım. teşekkür ederim, güzel gülüşün için. bizleri varlığına layık kıl. amin.
***

rüzgarı yüzümü hırpalayacak
büyük bir dağ aradım.
zamanı bekleyiş kabuğunda büyütürken
saatlerin kumunu yüzünde biriktirecek
büyük bir dağ rüzgarı aradım.

bekleyişlerim sona erdiğinde
yüzün bir çöle benzeyecek.

nisana boyanıp
rüzgarın avuçlarında eridim.
şehirlerin kokuyor
karanlık şehirlerin...
kollarını bedeninden koparıp
saklayacak kalbine göçebeliğim.
saçlarının karanlığından
rüyalar örecek bekleyişine.

bekleyişlerim sona erdiğinde
bedenin suyla kavuşacak.

kelimelerimden sökülüyorum,
başka bir yumakta birikiyor
başka bir elde derinliğe dönüşüyorum.
unutma!
boşluğu dolduran derinliktir.
bir mezarcı gibi ilerliyor
en derine gömülüyor sözlerin.

bekleyişlerim sona erdiğinde
ellerin çıkacak derinliğimden.

d..f..

-aşk müstakil evresinde kana karışıyor usulca...-



-mim/sin-

15 Nisan 2010 Perşembe

siz hiç duvar oldunuz mu?

siz hiç duvar oldunuz mu? eğer duyup bilmediklerim yüzünden veremediğim tepkiler beni duvarlaştırıyorsa bu duvar oluş şekli bilinçsizdir. birkaç kez duvar oldum bilinçli... şimdi üzerime yıkıldı o duvarlar. şuan bir taraflara duvar olmuş muyum diye yokluyorum vicdanımı, kalbimi... çünkü o duvarların altında kalmak çok hırpalayıcı bir duygu. duvarken, umursamazlığın verdiği rahatlığın daha sonra bir işkenceye dönüşeceğini hiç düşünemiyorsun. öğrenmek böyle oyunlarla dolu, böyle yaralayıcı bir talan... öğrendikçe hafifliğiniz talan ediliyor. ağırlıktır "sevgilim yaşam"dan geriye kalan...
***

bundan yıllar evvel dilenciye para veren bir arkadaşıma bunu neden yaptığını sordum. Allah rızası için dedi. Allah sağ el ile verdiğinden sol elin haberi olmasın diyor... yani iyiliği içselleştirmek istiyor. bunu kendisine bir tapınma şekli için yapmıyor aslında. bu toplumsal bir görev ve en önemlisi insanın varlık amacı ve şekline anlam katan yegane eylem...

bugün 20 yaşlarında bir arkadaşla sohbet esnasında mutluluğun ve huzurun şeklini sorguladık. iyi giden şeylerde bilinçli bir huzursuzluk çıkardığını itiraf etti. sebebini anlayamadığını ekledi. ona iyiliğe ihtiyacı olduğunu telkin ettim. evet, huzursuzluk bazen yegane huzurumuz oluyor değil mi? hep mutluluk ve huzurlu bir yaşamın dayattığı can sıkıntısı bizi bir huzursuzluk arayışına ve eyleme zorluyor. bu belki içsel bir arayış. etrafımızda ve çok uzağımızda var olan zor yaşamların üzerimizdeki basıncıdır bu huzursuzluk arayışı. asıl huzurumuzun bizi bekleyen iyiliklere yönelmekle ve varlığımıza anlam katacak eylemlerle ortaya çıkacağına ihtimal vermedik hiç. ne tanrı için ne başka bir dayatma ile olmaz.

insanın sonsuz bencil olduğuna inandığım zamanlar oldu. bu öyle bir çelişki ki, insana sonsuz güvendiğim anların yanında o bencilliğini de gördüm hep. evcilleşmemiş o kadar yanımız var ki! hırslarımızı, açgözlülüğümüzü, böbürlenen, hakir görmekte haklılık arayan o kaba saba ilkel yanlarımızı "insani" değerler gibi savunup doğal karşılamamızı çoğu zaman anlayamadım. ilkellik dedim buna, yabanilik dedim. törpülenmemiş o yanlarımızı da kaba bir savaşla vurup kırarak, kah derin kah kanatarak incelttik, incelttiler. oysa vicdan gün gibi aşikar ve aydınlık bir alandır. vicdanı duvar yaptığımızda önümüze; iyiliği de, evcilleşme sürecimizi de daha az yara alarak ve daha medeni bir üslupla tamamlayabiliriz. sonsuz inanıyorum insana çünkü o donanıma sahip, o cevher var. ama bencillik duvarlarımız o kadar kalın ki... ve vicdanımızı o kadar az kullanır olduk ki...

duvar oluşluğumuz sonradan kavradığımız bir şey değil. çok moda tabir "empati"... empati insanı değiştirmez, başka biri yapmaz, kendini keşfedersin empatiyle. davranışlarını bir süzgeçten geçirir toplum içindeki yerini ve konumunu yeniden yorumlarsın. doksan derecelik dik bir açın varsa onu genişletir daha geniş bir ufukla bakarsın. duvar varlığımızın farkında olmak, o duvarın üzerine yıkıldığı gün başka duvarların da farkında olmaktır aynı zamanda. o kadar çok soyut duvarlarımız var ki, tıpkı bir domino oyunu bu yaşam... kendimizden çıkıp, kaçıp uzaktan bir bakalım geride bıraktığımız posaya...

mutedil ve sıradan olmayı aşkla seviyorum. belki özümseyemediğim için, içlerine girmek hevesiyle birer tutkuya dönüştüler kalbimde. sıradanlığı iç sesimin isyanına rağmen bastırdığım için bana öfkeli bir yanım. ama hayır! bu bencilliği kaldıracak sağlamlıkta değil ruhum! sıradan ve mutedil bir kimya beni üzerime yıkılacak duvarların ağırlığından koruyacaktır.

anarşist bir şarkı ama... duvarlarımıza gelsin... duvarlarımıza ve evcilleşme sürecimize...



d..f..

11 Nisan 2010 Pazar

iki vakit iki söz yığını gece

..

sabahtır yiyemedim.
her şeyin içi geçmiş,
neşesi olmayınca insanın
yumurta sarısı solgun, peynir baygın
zeytin kekik kokmuyor.
ve çay zorla kesilmiş gibi
inat kokulu, tatsız...

kuşluk vaktini bekledim uyurken,
uçamadım.
uyandım hala buradayım,
oysa hazırlamıştım kendimi bu kez...
içimde habis bir hücre var
hissediyorum.
azar azar yayılıyor içime
ses etmiyorum.
işgali bittiğinde dönüşüm olmayacak.

okuduğum tüm hayat dolu şiirlerden özür dilerim.
bazen gerçekten kendime güceniyorum,
zayıflığıma, kabullenişime
elime alıp alıp düşürdüğüm kırılganlara...

sonra bilmenin hüznüne boyun eğmeyi
durduğum yerde taşlaşan kalbime
sabır ismini vermeyi erdem göremiyorum.
göremiyorum artık,
her şey uzaklaşırken
bana hızla yaklaşandan başkasını
göremiyorum.
kaçtıkça içimde götürdüğüm yolculuk!
ne zayıfım sana karşı
ve bunu kabul etmek ne kadar da kırıcı.

d..f..

-hoşçakal "yok kimsesi kimsenin" - emre aydın, dinle..-

.
.
.

sonra uyandı gün kızıl sarhoşluğundan.
seni bir safir maviliğinde
bir lal rengi suskunluğunda
ama kırmızı
ama kırmızı
bir ağız içi kokusu gibi
içilmemiş bardaklarda biriktiriyorum.

tadı sek güzelliğin
suya baş kaldıran diriliği
çekiyor beni umutsuzluktan.
oradasın ve ben
yanındaki tüm boşlukları
bir bekleyişle dolduruyorum.
ama kırmızı
ama mavi
ama kuzeyli
kayaların heybetli sabrına özeniyorum.
kayalar
içlerinde sabırdan bir kalp taşıdığında
atışlarından sesini dinliyorum.

kanatlarım çıkıyor azar azar
tüyleri kayaların kalbinden yadigar
sana uçacak bir yükseklik biriktiriyorum.

beni bekle
orada, yanını doldurduğum her yerde
beni ve kayaların giydirdiği kalbimi bekle.
ben seni her gün
bir önceki günden daha dolu bekliyorum.
dolu ve sabırlı,
toprağın üzerimizde bahar açtığı gün bile
avuçlarımda bekleyeceksin
doğacak güneşi.
unutma!
yanındayım, her yerde her zaman
bir tanrı yakarışı gibi
seni çevreliyorum.
unutma.

d..f..

-haritalar eskidi, yeryüzü eskimedi parmaklarımdan...-

7 Nisan 2010 Çarşamba

kalbe nazire



belki dönüşümü bekliyor o rüya,
ıslak topuk sesimin
kayalara gömülüşünü dinleyecek usulca.
her şey bulanık eşiğin taraflarında.
itilsem bir yanım sise karışacak
çekilsem diğer yanıma uçurum bulaşacak.

dokunulmazlık eşikte saklı
tanrı buyruğudur.

dokunulmazlık kabuğunda
saflıkla yıkanan inci
her sabah bir kez soyunuyor kendine.

içinde görmek istiyor beni o rüya
belki sesimden kuşlara kanatlar takacak
belki kuşkularımı eşiğimden silecek...
o rüya,
tanrının sakladığı o gizli bahçe
sabahların uyandığı bir "yuva"dır eşikte.

d..f.

- telmih değil naziredir kalbine"

patlak göz



bu akşam yeğenim'in doğum günü vardı. bir ara yeğencağazımla fotoğraf çekildik. onunla ilgili unutamadığım hatıralarım aklıma geldi. öss sınavına girecektim, onun doğacağı tutmuş. ağabeyim ablamı hastaneye götürmüştü ben tek başıma taksiyle gitmek zorunda kalmıştım sınava. bu ilk anımızdı sanırım, hızlı bir başlangıç yaptı beyefendi :) ama hiç unutamadığım başka şeyler de var, her seferinde sürekli güldüğüm şeyler. bir gün anlatıyor, sanırım 4-5 yaşlarında. merak çağlarında soruyor "teyze kakamı yaparken niye yüzüm kızarıyo?" bu abuk soruya nasıl cevap verirsin :/ bir keresinde de komşularından duymuş: "..teyze diyo ki bi sapık varmış kızlara bakıyomuş. ama ..teyze sadece kızlara baktığını söyledi. kızları sesinden mi tanıyo?" hayır deyiverdim. "nerden anlıyo peki?" cevap üretemiyorum ve pes ediyorum: evet canım sesinden tanıyormuş.

8 yaşına kadar dünya çirkini bir çocuktu. zapzayıf, yüzünde sadece bir çift pörtlek gözü olan bi şey düşünün. patlak derdik ona. sonra minik bir ameliyat geçirdi ve bi anda serpildi. çirkin ördekti adeta, kuğuya döndü :)bir ara eve sürekli aşk mektupları getiriyor. kız arkadaşları eline veriyormuş, çantasına koyuyormuş... o dönem yeğenlerin elime geçen mektuplarından bir koleksiyon yapma hevesiyle hemen birini sakladım. işte o mektuplardan biri, ilkokul çağında bir kız arkadaşı şu acıklı satırları yazmış ona:

"kürşat, seni seviyordum ama başka birisi girdi araya bıraktım. özür dilerim senden, sakın üzülme. mutluluklar dilerim." aslına bakarsanız bu mektup çok hasarlı, okuyabildiğim kadarıyla böyle. onca aşk mektubundan arakladığım mektup bir terk mektubu çıktı. ama kız arkadaşının severken bırakmış olmasının çok geçerli bir sebebi var elbette, araya reklam almışa benziyor :))

bugün 14 yaşına girdi. ne umutlu şey hepsiyle beraber büyümek, büyütürken büyütmek... teyze anne yarısıdır, hala da fena değil canım, yeğen vallahi candır. :) Allah güzel ve sağlıklı bir ömür nasip etsin. amin.

d..f..

4 Nisan 2010 Pazar

özgürlük de sevdaya dair...



güzel bir gündü. geçti. tüm günler gibi. gelecek günleri rengarenk düşünürüz, geçen tüm günler ise hep sarı kalıyor sanki.

lale mevsimi istanbul un... bir yürüyüş yaptım uzun ağaçların minik tomurcuklu gölgesinde. toprak ve çimenler özlemiş güneşin şefkatli ışıklarını. ben de özledim. hiç fırsat vermiyorum kendime, kalbim özlemek için çarpıyor sanki.

zuhal in şarkısı dilimde döndü durdu. "ayrılıklar da sevdaya dair" derken şair acaba neler düşünmüştü? ben ölümün de hayata dair olduğunu düşünürüm bu şiirle. hani yalnızlığın özgürlük mü olduğunu soruyor ya şair? bu dünyada sonsuz yaşamın büyük bir tutsaklık olduğunu düşündürüyor bana. bu yüzden ölüm de hayata dairdir, parçası, en gerekli ve olması gereken...

ölüm korkusu, sonsuz yaşam korkusundan daha ağır değildir.

günün şiiri:

özgürlük

beni özlediğin gün
kuş olacağım.

d..f..




-resim: vasiliy kandinsky -
.

2 Nisan 2010 Cuma

yer ve gök yüzünü çaldırdı: davet!



yüce ruh adarken kendini bir çıkmaza, sorgulamayı en sona bırakmıştır. sen, sorgu! orada kal ve bana yaklaşma! avuçlarım sorgu süzgecinden geçmeden şuurlu dokunacak ilk defa! bu bir ilk! bu yüzden "ünlem" koyuyorum her ağaca!

!Davetkar deniz anasının saydam kolları
Tüm mavi suları geçiriyor içinden.!

beni içinden geçirdi. arzum yıkanıp parladı. bu onun davetkar bahçesiydi. çağırdıkça gittiğin, gittikçe sana ırayan, ıradıkça daha içine girdiğin! davetkar bahçeye her şey davetlidir ama sen giremezsin! saydam kollarını yutmaktayım...!

Yersizler davetli değilse bu görkemli törene
Duyurmasın yeryüzü onlara yaşamın şehvetini.

yerin ve göğün yüzü çalındı. yüzsüz bir dünyada yersizliğimi sahipleniyorum. ve yaşam şehvetli gülüşünü savurup beni yersizliğimle suçluyor. yaşam töreni ne kadar da görkemli, ne kadar da arzulu... hatırla!
"kulağının kıvrımında bir var/lık fısıltısı
bir tohum, açılması hep ertelenen...
esmer yüz"... benim olan tüm esmer yüzler gibi yer ve göğün yüzünden çalınan zaman karaları... hatırla!

tüm zamanlardan bakan davet
körlüğe sebebiyet veriyor, körlüğe yankı.
cıvaya dokunmuştum kurşun akşam.
onda da gördüm aynı daveti.
içine alıp dokundurmayan!

davetin adil değil, davetin bir cıva kadar sokulgan ve bir cıva gibi kaçak! bu haksız günce sürekli gülümserken korkuyorum. bir çemberin başı dönmüş çapı gibi hacmimi kaybediyorum zamansızlığın davetinde.

kuralları ürkek bu tuhaf oyun
beni en diri makamımdan oynuyor.

d..f..

- indukti / freder... dinle!-

resim: lolita asil