31 Ekim 2009 Cumartesi

bir film, bir öykü, bir şair...




geçen gece izledim bu filmi. kanalı hatırlamıyorum, öylesine bakarken bir anda filmin içine girmişim. konu sylvia plath isimli bir şair kadının hayatını konu alıyor. fazlaca depresif ve içsel ama insanın içini sağan bir gerçekliği var. şair sylvia gibi gıwen paltrov un oyunculuğuyla ilgili bişiyler de yazasım geldi. nasıl tarif edilir bilmiyorum ama bu kadının birçok filşmini izleyen biri olarak; yüzünde tuhaf bir duruluk, durgunluk, sylvia nın depresifliğini en iyi yansıtacak tüm yüz harcının malzemesine sahip bir oyuncu film adına. oyuncunun yahudi olduğu ve coldplay kurucu ve solistinin de eşi olduğunu duyunca biraz şaşırdım.
sylvia nın ismini intihar eden şairler arasında duymuştum. film hikayesiyle garip bir de empati içine giriyor insan. güzeldi velhasıl. en güzeli de görsel bir 'ruh hali' ziyafeti vardı oyuncunun yüzünde. şairin bir şiirinden alıntılama yapayım.
Ölmek
Bir sanattır,
diğer her şey gibi.
Üstüme yoktur bu konuda.

Bir hücrede ölebilmek yeterince kolaydır.
Orada ölebilmek ve kalabilmek yeterince kolay.
O teatral.

Geri dönüş gün ortasında
Aynı yere, aynı yüze, aynı kaba
Eğlenen haykırışa:
”Bir mucize! ”
Beni bitiren budur işte.
Bir fiyatı vardır oysa
Yara izlerimi görmenin, bir fiyatı
Tıkır tıkır çalışan
Yüreğimi işitmenin-

Ve bir fiyatı vardır, yüksek bir fiyatı
Bir sözcüğün, bir dokunuşun,
Ya da bir parça kanın,
Ya da bir parça saçımın ya da giysimin.

Eriyip, bir feryada yapışıyorum.
Dönüyorum ve yanıyorum.
Sanmayın ki yüksek kaygılarınızı küçümsüyorum.

Kül, kül
Savurup karıştırdığınız
Ettir, kemiktir, başka şey yok orada -

sylvia plath - lazer hanım şiirinden...

29 Ekim 2009 Perşembe

yaşam çok mavi sensiz

en çok uzaktan gelen sesini seviyorum.
sen bilmezsin
uzaktan hiç umut sesini dumadın.
hep aynı ifadeye takılıp
bir yüzle upuzun konuşmadın.
bir çan sesi
bir enlem boylam hikayesi...
zor.
ama kimin umrunda.
tanrı birimizi birimizden çalıp
iki ayrı adalara dayatmış.
sözü hep soyutla ırgalamam
kaşının kışını sevdiğim
içimde kimsesizle sarıp saklamam için.
beni duyma isterim, hiç bilme.
ama dünya ne küçük
aşklarımız birgün karşılaşır bir yerde.
çıplak ayakla yürürken mısraların toprakta
çarpışır belki seni arayan sözümle.
ah tanrım!
duyuyor musun?
bacadan fırtına sesi geliyor.
bak, hayat hep böyle seninle konuşur gibi
günler içinde bitiyor bir bir.
beni hiç bilme isterim.
mısralarımı duyma.
senin gibi eriyeyim bir kaşif çıkmazında.
ama ne mümkün.
sana gelmek isterken
durmadan kaçışımdan utanıyorum.
anlayacaksın diye bildiğin halde
sürekli kanat çırpıyorum.
utanıyorum,
yaşam çok mavi sensiz
anlayacaklar...
d..f..

- bir kaçışın masum hikayesi... -

eksen değiştirmek için evrilmek


tüm savaşlardan geçmişlik... biliyorsun. dünya iki kişilik çoğu zaman. ne zaman seni bir yere çekiştirmek istesem orada başka kimse olmuyor. eksen demiştim. insanın eksenleri... kendi eksenim nasıl da kaba geliyor, yontulmamış hala. oraya geliyorum, dünyanın ince beline doğru. kendi eksenimde bir sen bulamadığım için mi bunlar diye sorguladım. tüm cevaplarında isminden bir harf var ama kendi sığamamazlığım en fazla. daha sabah düşündüm bunları. insan bazen evrene sığamazken bir kucakta/koyunda evrenleşiyor.

öyle bir aşka sarılıp yaşamı ona harcamak kadar kör değil ruh. en çok istediği bir aşkın çılgınlığına sarılıp dünya göğüne sere serpe yayılmak. insana kotarılmak gökten yağarak. bunu bana kısacık sözün öğretti. aşk insanın kendi ekseni değil.

yazmaya gücüm yetmiyor bazen. öyle sevinçle koşanların acı dalgası yayarak; ağrısı dinmeyenlerin göğüs kafeslerini yara yara... gördükçe, kuyuya emanet ettiğimiz sesi anımsıyorum. umuda ihanet etmeyelim. söz savaş gibi, kan gibi bazen... ruhunun lirik, estetik ve dokunurken acıtmayan dilinden özür diliyorum. severken çok öldürdüm, tanrıdan evrilmiş olmayı diliyorum.
d..f..
- söz uyurken ne masumdur, ne kadar çok senli benli -



25 Ekim 2009 Pazar

saatleri ileri alarak geri kalmışlığımızı görmeyelim


saatlere sıkıştırıp, ileri geri aldık birşeyleri. bir günü mesela, içinde korkmuş, sinmiş bekleyişler olan; kalem tutar gibi sıkı sıkı... ama dökmeden hiçbir harfe, hiçbir kelimeye yüklemeden, bekletmeye devam ettik o bekleyişi. saatler ileri-geri oynadığında hesap ettik, ne kadar eksildiğimizi ve neler artırdığımızı. sahi, bu gece bir saat fazla mı beklemiş olacağım diğerlerinden? beklerim... ucu yok beklemenin, sisli puslu bir yer burası, zamanın içinde kokan gözlerin...


haberin yok dalgalardan. çocukluğum dalga görmedi hiç ama şimdi dalgalar içinde geçmiş gibi hissediyorum. kara'ya vurmuş zamanım, bakışlarının rengine.


tüm sözlerimi yitirdim. bugüne kadar biriktirdiğim tüm cümlelerimi. bir arkadaşım dedi ki; onları tekrar yazmaya uğraşma. düşündüm, sen onlarda yoktun, ben de... kimindi o sözler bilmiyorum, hatırlamıyorum bile neler olduğunu. hep yeni sözler büyütmek için yaşadım. yeni zamanlar biriktirmek için yeni olana. sen, tüm zamanlardan daha eskisin. bizi kaç kez yaşamışsın kimbilir... buradayım, senin yaşayıp üzerini örttüğün toprağın altında. bir saat fazla beklemek tohumu çatlatmak için; hiç uzun değil asır gözlerinin altında.


beklemek nasıl derin bir amaç, herşeyimi kapsayan. karanlık, uzun, kimse-siz... bana gücenme, sözlerim yeni düşüyor daha ana rahmine. duyduğunda ben gitmiş, sen baki olacaksın. sözlerim seninle baki olacak. içlerinde ileri geri sıkışmış binlerce an'la beraber...


d..f..


-zaman an an işgal eden, işgal edip kendimize yenilenen...-

23 Ekim 2009 Cuma

çocuk ve dağ


biliyor musun suskun dağ?

orada bataklığa saplanmış bir kuyu

kızıl sularını saklıyor bizden.

patlayacak gibi bakıyorsun bazen

ama yüksekliğin suskun.

tanrı güvenmek için var en çok.

bu yüzden insan güvenmiyor insana

çünkü insan tanrı değil

ama eline silah alınca

yaşından çok büyüyor içindeki yaratım.


kırgın bir gece geçti demin.

söz savaş gibiydi, kin gibi..

bir örtüyü çekip üzerime

kuyudan gelen sesleri duymak istemedim.


çok kırdın beni çocuk!

senin için rüyalarımda barışlar büyütmüştüm.

esmer coğrafyana beyaz ellerimle

hayaller uçurmuştum.


d..f..


-bu da geçecek elbet, hiç kan kalmadığında barışı alyuvar yapacağız belki de-

21 Ekim 2009 Çarşamba

'ah ulan rıza'

arkadaşlar, pc'im çöktü.
içinde yazılarım, fotoğraflarım ve 5 bini aşkın müzik arşivimin olduğu bir depoyu kaybettim. onun acısını henüz çok taze. taziyeleri kabul ediyorum :) hiçbirşeyi kurtaramadım, allah düşmanıma vermesin :p güldüğüme bakmayın içim kan ağlıyor :)

yazamadım, yorumlarınızı kadetemedim, bu sebeptendi...

öyle işte...

17 Ekim 2009 Cumartesi

günlerin kuşu, cumartesi...





hımm... bu cumartesinin güneşini çalmış kıskanç bulutlar. hava kapalı ve karamsar ama hiç umrumda değil, bu kez sonuna gideceğim günün. artık güneş erkenden bırakıp kaçıyor bizi, gene bir kış tembelliği düşüyor üzerine. geçen haftasonu beyoğluna gitmeye niyetlenmiştim. liseden bir arkadaşımı arayıp görüşelim dedim, taksime doğru giderken balatta bir trafiğe tutulduk ki sormayın - sanki bi soran var da, kendi kendine konuş dur- sonra orada keşfettiğim 'nev kafe' isimli bir teraslı kafeye gittik. türk kahvesini çok güzel. şarkıları güzel. ne diyordum ben yahu :) o arkadaş evli, bir oğlu var. eskilerden yenilerden birşeyler konuştuk. sanırım insan otuzlu yaşların başındaykın sürekli bu geçen zaman ve gelişmelere takılıyor. o evlendi, bu evlendi, şunun şusu oldu bunun busu öldü. zaman sonra hepimizin anne babası göçmüş, doğurucuklurı çocuklurı doğurmuş ve sıra onların hayatta yakaladıkları başarıları sıralamaya ve sahip oldukları evi barkı tomofili anlatmaya gelecek. işte ben o zamanda hala burada 'zaman ne çabuk geçiyo, herkes nasıl değişiyo' falan gibi cümleler kuruyor olmam yani en azından başka cümleler kurmayı da öğrenmiş olurum :) misal: bugün bir armut yedim, güzeldi.

bugün robe için mısır çarşısına gidip çemen ve türk kahvesi alacağım mehmet efendiden. sonra tabana kuvvet efendim :)

oldu, görüşürüz gene bana şimdilik müsade

d..f..

- öpüyorum cumartesilerinden; sıcak, buzlu limonata... gözleri güz gülenim... -

15 Ekim 2009 Perşembe

saklama kabı, saklama kabı





















çok mu yazıyorum onu ne! ama beni çok şaşırtan başka şeyler olmuyor hayatımın içinde bu kadar...

baktım evi bir koku sardı, biraz sonra gel kestane yiyelim dedi kapıdan. ana! kestane haşlamış :) gittim ki çaydanlığın altına kestaneleri doldurup haşlamış, sanki onca tava tencere vs dururken... sonra düşündüm, bunda yadırganacak bir şey yok. çünkü o çok sevdiği patates haşlamasını her gün bir öğün yer ve patatesi haşlamak için de en büyük boy cezveyi kullanır. yoğurt kutusu biriktirme hastalığına yakalanan anne semptomlarını da çoktan aştım. bu sonraki, çok sonraki bir aşama. çünkü yoğurtlardan sonra malumunuz dondurma kutuları çıktı, daha sağlam ve güzel yoğurt kutularından. ben de seviyorum onları, annemden fırsat buldukça biriktiriyordum bu yaz. ama annemin kavanoz, yoğurt vs biriktirdiği gereksiz kaplardan benim çok gerekli kaplarıma yer kalmayınca bir tercihte bulunmak zorunda kaldım. mutfağın ana kraliçesi hala o :) ben de dondurma kaplarının üzerindeki güzel resimlerle onu kandırıp yoğurt kaplarının dondurma kaplarından çok daha kullanışlı ve şık durduğuna inandırmaya çalıştım. hatta bir ara reklamcı yanımı kullanıp kapların dondurma saklamak için yapıldığından içine konan yiyecekleri soğukta muhafaza edebileceği yalanına kadar gitti aklım. sonra düşündüm ki annem tüm buzdolabını bu kaplarla doldurabilir :o suyu dondurma kaplarında içmek istemem. nihayetinde annem bana inandı ve benim yoğurt kaplarımı da saklamaya karar verdi :S yani yoğurt kapları gene kaldı :( ben de yoğurt kaplarını karalama kampanyasına girişip içinde beklettiği yiyecekleri çürüttüğünü söyledim. ama annem o kadar inatçı çıktı ki, yiyeceğin bozulmadığını ispatlamak için onu karşımızda yedi :o annem çok daha iyi bir reklamcı, çünkü kendi yalanına inanıyor ve onu ölümüne savunuyor :))

bu kap mevzusuna bakıp sakın evimizde saklama kapları olmadığını düşünmeyin. o kapların dokuz doğuranından bile var :) en büyüğüne 40 kiloluk diyarbakır karpuzu dilimleyip sığdırabiliyorken en küçüğüne de gıdalardan ayıkladığınız bakterileri yakalayıp hapsedebiliyorsunuz :p var yani var, saklama kaplarının her boyundan var. ama biz daha, daha dahaa fazlasını istiyoruz. her bulduğumuz zıkkımı bi saklama ihtiyacına giriştiğimizden mutfak kaplarla dolu. ayol meğer içimdeki o büyük sıkıntı, beynimi ve düşüncelerimi, ve dahi ruhumu daraltan yegane şey bu saklama kaplarıymış. saklama kapları kafamın içine saklanmışlar ve bende derin izler bırakmışlar. sizinle paylaşınca bi an öyle bir rahatladım ki, sanki tüm saklama kaplarında sakladığımız o korkunç sırlarımız kapaklarını açtı ve her şey ortaya döküldü. saklama kabı ismini de çokça kullanıp anlamını yitirmesine çalışıyorum, saklama kabı, saklama kabı, saklama kabı, saklaamaaaaa kaabııııı ... vallahi oluyor ha :)

reklamlar hakkında birşeyler yazmak istiyorum ama klavyem yoruldu. -mola-

d..f..

-saklama kabını cümle içinde kullanalım, saklama kabını daha iyi anlamak için onunla empati kuralım:

- sizin hiç saklama kabınız oldu mu? bizim bir kez oldu annem çıldırdı.
- sen gidersen dışarda kalır bu kent, tüm saklama kapları peşinden gelir
- ben bugün yolda saklama kabı gördüm, bizim saklama kabımız var hem de istemeyeceğiniz kadar, babam bana saklama kabı aldı hala ondan kurtulamıyorum, sakla/ma kabı gelir zamanı, saklama kabında kap saklayanlardan mısınız? -

14 Ekim 2009 Çarşamba

üç boylam bir enlem




























ıssız ada demiştim yalnızlığıma, seçkin diye büyütmüştüm onu gözümde. peh! herkesin yalnızlığı kadarmış yalnızlığım, bu yuvarlak kürenin içinde kimse daha çok yer kaplamıyor bir diğerinden. ıssız ada'mı kendine çekip ehlileştiren cümleleri özümsedikten sonra sıradan bir yalnızlık örmeye başladım kendime. bu aslında kendini ören bir şeydi, beni de içine sükunetle alarak.

üç boylam bir enlemi düşündüm bugün. akıntıya kapılan insan ruhunu. doğu...


doğu... zaman doğuda başlıyor, batıda bitiyor gibi. coğrafi değerlerin zamanı anlamlandırması, şekillendirmesi gibi, yönler de yaşayan toplumlara şekil veriyor, kader çiziyor sanki. üç enlem bir boylamı düşündüm bugün, zamanı ve mesafeleri..

bu sümüklü halimle çizdiğim haritada daha çok döneceğim kendi etrafımda ama bir gün dünya ekseninde dönmeyi öğreneceğim.

d..f..

-koordinatlar yerkürenin sen yüzü-

12 Ekim 2009 Pazartesi

'yüreğine sağlık' güzellemesi...


sevgili sarya son yazdığım şiiri beğenmiş ama bunu 'yüreğine sağlık' cümlesiyle dile getirmek istememiş. geçen bir arkadaş 'yüreğine sağlık' güzellemesi yapmıştı yorumda ama yayınlamadım anlayışına sığınarak. neyin anlayışına anlatayım efendim...

yürek sağlığı bir kere şair kısmına gelmez. onlar sağlıksız, kanamalı ve huzursuz bir yürekle birlikte yaşamalı. sancının meyvesi şiirdir. sağlık istemezler yani, kalpte hissedilen, düşüncene yansıyan, çağrışımlara yol açan, yakaladığın her ne anlam ise onu sana armağan ederler.

şimdi şiir nasıl okunur, nasıl yazılır küstahlığına girmeyeceğim ama ben bir şiir okuduğumda düz cümlelerle anladığımı, hissettiğimi, çağrışımlarını ifade edemiyorum. o kalıba girerek konuşuyorum. yani şiirin konuşma ve ifade lisanı şiir yine. anlama eşiğimizi yansıtma ve kayıt altında tutma gibi bir derdimiz, zorunluluğumuz yok. şairlerin birçoğunda birbirlerine şiirlerinde yer verdiklerini görmüşsünüzdür. çünkü bu bir frekans.

yorumda okuduğum cümleyi ben de bir yerde okumuş gibiyim ama hatırlayamadım. sadece şiirin varlığına ve bitimsizliğine dair bir kaç cümle kurmak isterim. insan ruhu var oldukça şiir var olacak. madde var oldukça şiirin yıldızı hep parlak kalacak. somutu dengede tutacak ve besleyecek en değerli ses şiirdir.

ve şiir hiçbir zaman tüm anlamını açmaz okura. hatta şairine de açmaz. ruh varlıkla karşılaştıkça zaman içinde tanrı esintisi şiirini anlar ve belki yorumlar. şiir her zaman yarına yeni anlamlar taşır, kendi gizini korur.

bu noktada bir şiire yapılacak en sade yorum: 'tanrıya inanıyorum' dur.

d..f..

- yüreğimize sağlıkları gömelim lütfen :) -

11 Ekim 2009 Pazar

edilgen eylemlere bulaştım


adresim soyuldu
bağım kurudu yakınla.
kurula yüzümün bataklığını,
kurumuş elinle.
bir ölüm bulaştır yüzüme,
bir düğüm
düğünle bağlanmış
çözümsüzlüğe.

adresim soyuldu
sana taşındım.
edilgen eylemlere bulaştım
beni uyuma.
biçimsiz kanadım suya
etim çamur döküldü
edilgen akışa karıştım
beni susama.

adresim soyuldu
kurgular çalınmış yüzümde.
kanat sesim azarlanmış.
çoğalmaya yetmemiş kalp atışım
beni ört kış yaklaşıyor.
geçsin mevsimden bir güz daha.
var olamıyorum
beni okuma.

adresim çalınmış
yok yerinde kabuğum.
dirseklerim batıyor
annemin ölgün yüzüne
ve sen hep gidiyorsun.
çıplaklığımı düşünme
seni aramaktan çok
bulmak yoruyor beni
istemediğim yerde.

tanrının sözü var.
O'na baş kaldırdığımda
acımı tanıdı.
başımı okşayıp senin gözlerinle
senindir dedi.
ama bana dönmeyi unutma.

d..f..

-O'ndan hiç gitmedim ki! -

10 Ekim 2009 Cumartesi

Güneşli bir cumartesi günü


güneşli bir istanbul günü... bu cümleyi bilirsiniz, hoş programları sunanlar bu cümleyle içimizi ısıtarak başlarlar konuşmaya, sohbete... geceden kalma bir uykusuzluğum var, uykuya rağmen. güzel bir kahvaltı yaparak başladım güne. güneş hakikaten çok güzel, şehrin bu mahmur ve dalgın halini seviyorum. cumartesi günleri yürüyüş, şehir turu günlerimdir. "şöyle bir" deniz havası, "şöyle bir" insan yüzü görmeye heveslendiğim gündür ve içinde daha birçok "şöyle bir"ler bulunur. varsa çok konuşmuyun, suskun, izlemeyi seven bir arkadaşım yarenliği de hoştur. şimdi ben, kelimelerle bir uzaklaşma yürüyüşüne çıktım bile. bazen incitmemek için gidersin.

"gitmek" sözcüğünün içini farklı şeylerle doldurdum. başını alıp gitmek, gitmek değildir kalbin orada kalmışsa. ya da düşüncelerin sürekli oraya akıyorsa. zihinsel ve kalbi olarak tutsak kaldığın bir yerden bedenini kaçırıp "gittim" demek ruhunuzu yok saymaktır. asıl gitmek zihinsel göçle olur. bu cümlelerden sonra...

şimdi başımı alıp gitsem şehrin "kuytu" köşelerine ancak bedenime bir yorgunluk bağışlayacağım. ama buna rağmen gitmek istiyorum, öyle ya! umut ediyorum, giderken bir unutkanlığa kapılırırm diye. en çok birini kırdığımda kelimelere küsüyorum. ve dürüst olmamak gibi bir kaygıyı taşımaktan bu zamanlan çok yoruluyorum.

sanırım benim biraz daha sözsüz, kelimesiz ve ses'siz bir dinginliğe ihtiyacım var.
güneşli bir cumartesi günü, şehir beni yadırgıyor. evde uyumalıyım.
iyi geceler...

7 Ekim 2009 Çarşamba

duymadım ismini söylerken

sökülüyorum.
bir yaz geçti başımdan
çırıl çıplaktı göğüs kafesi.
gözlerim hiç günahsız...
girilmemiş kapının
yorgunluğu vardı,
bekareti bir aşkın...
-aşk mı dedim?
hiç duymadım söylerken-

usulca çıktı.
ölü olduğunu düşündüm
ölü doğurduğumu onu ruhumdan.
yerine içi boş sözcükler koydum
anlamasın diye söküldüğümü
karın boşluğundan.

ey kadim ses
söküldüm bitti.
mevsimler taşımıyorum içimde.
kaşlarını çalıp yüzünün kışından
sarıyorum üşüyen gözlerime.

ismin herşeyin içindeydi.
ne söylesem anlamı genişlerdi.
söküldüm bitti yalnızlığım kalabalıkta.
o ıssız ada
suyunu kaybetti
çölünün rüzgarında.
ruhuna demirlemiş gibiyim.

şimdi yeni bir yalnızlığa örülüyorum.

d..f..

- sıcak geçen bir kış söyle? eylülünü bana ver -

6 Ekim 2009 Salı

ben de özledim, ben de ben de...


öyle bir duruş işte. rüzgar vursa yüzüne şiir olur, yağmur değse şiir olur, söz değse ruh olur, yaşam olur, insan olur, doğurur içinden bir deli mayın, patlayıp patlayıp derin bir kuyuya dönüşür.




ogün şanlısoy - ben de özledim

bu ferdi tayfur şarkısının rock yorumu beni dört köşe eyledi. 'özledim' derken hissettiriyor. vallahi ben de özledim be! ama ne önemi var, dünya özlemle dönüyor yarına kavuşmak için. öyle bir özleyiş ki kavuşmak hiç yok içinde. umut olmayınca acısı da bir garip oluyor bu özlemin. yüzyıllar önce yaşamış ve çok uzaklardan el sallıyor gibi. özlemek güzel, hele de bir şarkıyla bağıra bağıra...


ama bu şarkıdan önce kurban'dan 'lambaya püf de' ve 'sarı çizmeli mehmet ağa' parçalarını şiddetle tavsiye ediyorum. bir cover merakıdır gidiyor, corn ile döneceğim...


5 Ekim 2009 Pazartesi

çocukluğum büyümüş...




sanırım 8-9 yaşlarındaydım. annemle ben köyümüzdeki evde yalnız yaşıyorduk iki seneliğine. en yakın komşularımızdan biriydi onlar. bir evde ortalama 8 kişi yaşıyorlardı. fatma ablanın karnı hep şişikti, onu hiç normal hatırlamıyorum çünkü o dönem onun en doğurgan vaktiydi. 6 çocuğu vardı ve hala hamileydi. çocukları ise boyları birbirine bir iki parmak uzunluğunda fark atan bir sevişme grafiğinin ta kendisiydi. yüzlerine baktığında hangisinin hangi mevsimde ana rahmine düştüğünü anlardın sanki. incecikti hepsi ve kafaları vücutlarından hep büyüktü. en iyi hatırladığım ise, tüm çocukların en büyükleri hariç burnunun o yemyeşil sümükten akarak dudak hizasına kadar indiği ve on saniyede bir 'snıff' sesiyle yukarı çıkıp üç saniye sonra tekrar aynı hizaya inen o akışkan lanet sıvı ki köyde yerinde akar en çok, kıyılarda köşelerde akar... bir de çocukların beyaz üzerine kalın kahverengi uzun direkli pijamaları ki en büyüğünün pijaması hep kısa olurdu. nigar, mustafa, hasan, hüseyin, nagehan.. diğerlerinin ismini hatırlayamadım.

köy yerinde de tuhaf bir hiyerarşi olurdu. benim babam almanyada işçi idi ve biz onlara göre zengindik. istanbula gelip dönen biri bir ay bile kalmış olsa hemen farklı algılanırdı. o, onlar için artık değişmiş, çıktığı kabuğu beğenmeyen bir elit olmuş gibiydi. istanbuldan dönmüştüm ve nigar bana demişti ki. 'sandım ki bir daha benimle konuşmayacaksın' :) buna çok şaşırmıştım, aslında bir taraftan da salakça bir gurur duymadım değil, nedenini bilmiyorum belki onun beni kendinden üstün görmesi egoma iyi gelmişti. henüz 9 yaşındaydım o ise belki 8... konuştum elbette çünkü başka kimse yoktu arkadaşlık edecek :) nigar iki yıl boyunca hep en iyi arkadaşımdı. erkek kardeşi mustafa ise o köy çocuklarının o yabanil tavrıyla doluydu. kapı eşiğinde otururken merdivenin altından yüzünün yarısını gösterip hemen geri çeker, ve oradan 'snıff snıfff snııff' diye sesler gelirdi. seslenmeme rağmen duymamış gibi davranırdı. gözleri bir yumurta kadar iri ve çok güzeldi. yalnızlığımı onların o kalabalık ailesiyle doldururdum. ben hepsinin ablasıydım nigar ise sadece kardeşlerinin ablası birer parmak uzunluk farkıyla. fatma ablanın benden sonra iki çocuğu daha oldu :)

bu akşam kardeşleri nagehan ın düğünü vardı, ona gitmeyi çok istemiştim, o kardeşleri tekrar görmeyi, fatma ablayı kucaklamayı... gittim :) büyümüşlerdi, mustafa çok güzel bir çocuk olmuş. kardeşi inşaat mühendisliği okumuş. dedim ki ona, 'ula mustafa ne sümüklü çocuktun şimdi ne yakışıklısın' utandı birazcık güldü ve annemi görünce de koşup elini öptü. ben defatma ablaya sarıldım iki kez. annem diyor ki köyde yaşayanlar hiç yaşlanmıyormuş. belki çocukluğumuz orada kaldığı için, herkesi aynı buluyoruz geride kalanlardan. bilmem, bir tuhaf oldum işte, bir yeşil... nigarla hala konuşuyorum bu arada :p güzeldi, güzel.

d..f..

- tanrım, oradan sana bağladım bir ara ve gülümsedim, heryerde değil sadece tüm zamanlardasın, tüm yüzlerde ve seslerde. o sümüklü çocuğu ne güzel çocuk eylemişsin :) -

2 Ekim 2009 Cuma

zaman öteler için...


bu gece tüm sevdiğim insanları ruhuma doldurup konuştum onlarla. onlara yaşamın tadını anlattım usulca, bana kattıkları için tanrıma dönüp ' seni seviyorum bu insanları bana taşıdıkça' dedim. biliyorum, memnundu, gülümsedi ruhuma.

'hiç özlemedim seni
özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni'

a. telli

canımı yakan tüm insanları, yanmış yerlerimle sevdim, inadına kin duygusunun. biliyorum, canımı yakmaya devam edecekler ama acısız ne anlamı var tüm varlığı sevmenin? öyle derin acılarım yok artık. 'suların hikayesi'ni öğrendiğimden yana özeniyorum sakin sakin akmaya. öğreniyorum da... bilseydik belki acıtmadan yaşamayı, bu kadar değerli olmazdı sevmek.

d..f..

- insan ateşten önce yandı, çok önce...-
gandi'nin doğum günüymüş 2 ekim. çok sevdiğim o sözünü eklemeden gitmeyeceğim:
'uğruna ölmek için yüzlerce dava bulabilirim ama uğruna öldürecek bir dava yoktur'

1 Ekim 2009 Perşembe

şiir yüzüm metruk

güne uyanıyor yüzüm
vakit ikindi
güneş güze doksan
sokak bir böceği taşımak istemez gibi
camlar yağmur izi
güne dolanıyor yüzüm
metruk çizgileri
yanılgı izdüşümlü.

sonra
ağrı vermeyen bir çıbana dönüşüyor gün
yüzüm uyanmaktan yılmış
yılmış, bataklık taşımaktan göğe.

kurut,
elmacık kemiklerim
batmasın zamanda içeri
kurut bataklığımı.

gün elinde acemiyim
uyanıklığım,
geceye kafiye olsun diye.

uyanıklığım gece,
güz ve biraz da sözlerin..
istisnasız tek çıkışlar arıyorum
uyanmayı bilmeyen yüzümden
yüzüne çıkmak için.

atlas'ın
uyanış tohumu
ruhuma saçılmış
varlık savaşı.

d..f..

- kör kuyumun gören gözü -