29 Kasım 2011 Salı

kuru zaman parçası



bir tatlı kuru zaman parçası ve yap-boz gibi birbirine eklenen diğerleri...

sonra oluşan bir hayat manzarası...


uzun zamandır kimseyle konuşmuyorum. geçen akşam konuşur gibi oldum,

kendimi yabancı hissettim. işteyim şu an. çalışacak dermanım kalmadı.

son aylarda tüm gücümü çalışmak için kullanıyorum.

bu bir yönüyle iyi bir yönüyle de kötü.

kendini unutmak iyi ama bazı şeyler de kaçıyor, uzaklaşıyor benden.


yazmak da öyle... ne zaman harflerle göz göze gelsem, hep acıyı hatırlıyorum.

depremleri, yangınları, savaşları ve ölümleri...

kaçabilir mi insan gerçeklerden? evet, çocukluğuna kaçabilir.

ben öyle yapıyorum, bir lodosa bırakıyorum saçlarımı,

tatlı bir güze ve dağların arasındaki bakir yaşama...

sahi, nasıl çıktım oradan? neden?



yüzüme aşk eyleyen acı

içine yarım bir kadın doğurdu.

ilk elma yeşil miydi kırmızı mı?

ilk yaratılan aşk

bahar değil miydi?

bu çok güzel olanlar

bir gün bırakmıyor mu ellerimizi?

kaderimizde olmayanı

arayıp oyuyoruz.

altını iskemlelerin

ve tahtların...

kuru çayırların rüzgarda bıraktığı uğultu

suya kavuşunca dinginlik...



karıncalandığında beynimiz

ve üşüdüğünde kelimelerimiz

bir zaman sığınağına sokuluyoruz.

al ellerimi,

başımı tut,

kelimelerimi soğut

diyoruz.

kelimelerimi soğut!


beni dünya acılarının içinde

aşkla yalnız bırakan...

boşluğa bıraktığın bu yalnızlık

tanrının bana kurbanı

sana sözüdür.

kelimelerimi soğut tanrım.

ve granit kayalarla gözlerimi kanat.

yüzümde aşk eden acı

kusurun güzelliğidir.

kulluğun bilinci...

beni onunla affet

ve kelimelerimi soğut.


(amin)



d..f..












24 Kasım 2011 Perşembe

aramam, sormam, vefasızın biriyim.


geçtiğimiz günlerde, on yıl evvel, aynı evi paylaştığımız okul arkadaşım aradı. en son iki yıl önce aramıştı. benim vefasızlığımdan dem vurmuştu yine. (haklı) yine aynı cümleleri kurdu, yine beni yerdi. sözlü olarak kendimi iyi ifade edemediğim için, içime dert oldu. "evlendik, çocuğumuz oldu vs vs şeyler yaşadık, hiçbirinde yoktun, aramadın dahi..." dedi. tabi, okuldaki onca yakın arkadaştan çok azıyla görüşüyor olmam, bu sitemlerden çok fazla duymama sebep oluyor. dört yıl önce çok yakın arkadaşım, onu aramadığımı-sormadığımı söyleyerek bana acı acı sözle söyledi. öfkelendim ve numarasını sildim telefon rehberimden. bir daha da aramadım. (çok arıyormuşum gibi) neden böyleyim? sadece bana mı oluyor bunlar, gerçekten vefasız mıyım?

"vefasızlık" durumu gerçekten can sıkıcı. gerçek şu ki; herkes aranmak, ilgilenilmek istiyor, evleniyor, çocuk sahibi oluyor ve bu güzel günlerinde sevdiklerini yanında görmek, bu değişimi, gelişimi beraber yaşamak, paylaşmak istiyor. bunu anlayabiliyorum. ama herkesin kendine göre bir hayatı var. lanet olası okul bitti ve hayatlarımız değişti. biz değiştik. ben değiştim. herkesi görmek istemiyorum, üzgünüm. herkesi aramak, sormak, dinlemek istemiyorum. bu doğal değil mi? üstelik, hayat akarken yeni insanlar tanıyoruz, yeni arkadaşlıklarımız oluyor. elbette eski dostluklar önemlidir, güzeldir ama herkesle aynı devam etmesi mümkün olmuyor. hayata bakışlarımız değişmiş, dönüşmüş oluyor. ister istemez uzaklaşıyoruz. eskiden yeni insanlarla tanışmaya bayılırdım. ama artık ondan da yorgun düştüm. bir zaman sonra tanıdığım her yeni insan eskilerden birine benziyor. bu garip bir şey ama gerçek. sadece geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaşı sevdim ve keyif aldım. (laf aramızda kimseye benzetemediğim için) bu istisnanın dışında, yeni tanıştıklarımla yüzeysel şeylerin dışında bir şey paylaşamıyorum. bana kalsa, edebiyat, siyaset, şiir ve annemden konuşurum. söylesenize, bu sıkıcı sohbetten kim hoşlanır?

yani durumum budur. ve bu sitem dolu telefon konuşmalarından, suçlanmaktan gerçekten çok sıkıldım. aramayın beni. lanet olası cep telefonundan da nefret ediyorum. öyle işte...

d..f..


22 Kasım 2011 Salı

kör olası çöpçüler



bu aylarda çöpçülere hep imrenmişimdir. elime bir kürek bir süpürge verseler, park bahçelere salsalar beni, yaprakları süpürsem, süpürsem süpürsem... nereden çıktı derseniz...?

efendim, ilk dönem çocukluğum malum biricik köyümde geçti. 9 yaşında geldim İstanbul'a... fakat 9 yaşımdan sonra geçen dönemi çocukluğuma dahil edemiyorum. aslında İstanbul'da da güzel bir çocukluk dönemi geçirdim. her ne kadar çok arkadaşım olmasa da, özgür bir çocuk oldum hep. fakat ilk çocukluk dönemim bambaşkadır. her zaman ömrümün en güzel dönemi, en çok özlediğim zamanlar olarak kalacaktır.

çöpçülük sevdama gelince...
ilk çocukluk dönemimde bu mevsimlerde yaprak süpürme zamanıdır. bize ait olan ormanlık arazimizin düz ve biraz güneş gören bölümleri, çalı süpürgelerle süpürüldü. bu işi yapmış değilim, benim görevim başkaydı. yaprakları, kış aylarında ahırdaki ineklerin altına sermek için süpürürdük. ablalarım süpürdükleri yaprakları diğer sepetlerden çok daha büyük, seyrek örülmüş çubuk sepetlerle taşırdı. evdeki ufaklıklar ise, sepetle gelen yaprağı basmak ile görevliydi. evimizin "hayat" dediğimiz bölümünden ahıra açılan küçük kapaktan aşağıya boşaltılan yapraklar, üzerinde tepinilmek suretiyle basılırdı.

bu çok eğlenceli bir işti bizim için. orada bir kuru yaprak deryasında, kuru yaprak kokuları arasında zıplamak, yaprakların arasına dalmak, çıkmak ve bunu defalarca yapmak... bugün, AVM'lerde çocukların küçük toplar arasında zıplamasını bu oyuna benzetiyorum fakat, çok yapay geliyor. söylesenize, kuru yaprak kokusunun hüznünde zıplamanın yerini tutar mı plastik oyunlar? tıpkı ikinci çocukluk dönemim gibi, her şey yarı yarıya yalan...

her sabah caddenin kuru yaprağını süpüren çöpçülere biraz da darılıyorum. azıcık birikse, ayağımıza değre, hışırtısını çıtırtısını duysak n'olur? dökülür müyüz?

biz ne kadar sıkı tutunursak tutunalım, o bizi bırakacak bir gün...

d..f..

-çocukluğuma derin özlemle..-

18 Kasım 2011 Cuma

güğüm ve konuşan su

bakır sesi duyuyorum
güğümden.
su,
avuçlarıma sığmayan.
bakırla konuşuyor, gülüyor.
annem çıkıyor merdivenden,
alnında kazan karası, elleri süt kokuyor.
eteklerine sarılıyorum,
beni itiyor.

aklımı kazıyıp
su kuyusuna akıtıyorum.
geceleyin gelecek olan,
kurban edecek onu.
ya da ninem,
bizden önce davranıp,
kazıyacak kuyudan
aklımı yitirdiğim o suyu.

bakırla gülüşüyor su,
güğümle konuşuyor:
"ninem pantolon giymeme çok kızıyor"
bunu bir yerden hatırlıyorum.
"gece gelen ölüler,
kapıların ardına saklanıyor.
ve ben yattığım karyoladan tavana bakıyorum.
tek ayağı olmayan siluet adam
bana durmadan göz kırpıyor."
ve ben bunu da hatırlıyorum.

annem çıkıyor kapıdan yine.
göğümü götürüyor.
sabah doldurduğu
kuyunun ilk suyunu...
ocağın kancasına takıp
altını gürgen odunlarıyla dolduruyor.
su ağlıyor,
güğüm suskun.
dinliyorum:
"ninem pantolon giymeme çok kızıyor,
çok sevdiğim pantolonum,
düğmesi olmayan hani...
naylon bebeğimin kendinden naylon saçları,
ocağın ateşinde yanıyor.
ben çok akıllı bir suyum,
içim kaynamaya başlıyor.
affet! kendimi yakarken
seni de acıtıyorum."

bunları bir yerden hatırlıyorum.
annem beni dizlerine oturtup
anlamsız şarkımızı söylüyor:
"tat tat taaa, tat tat taaa"

d..f..



16 Kasım 2011 Çarşamba

ah ve ey..!

ah kör karmaşam, ayağımı çarparak uyandığım kaval kemiği acım, hapşırdığımda boğazımda beliren tatlı kaşıntı, lodosun değdiği, değerken mutluluktan acı verdiği tatlı rüzgarlar, ah gökte yan yana görmekten mutluluk duyduğum üç sönük yıldızım, sokulgan kedilerin sıcaklığı, aç karına yediğim tatlılar, ilk aldığım eşyalarımın ruh işlenmemiş tabii kokusu, annemin büsbütün varlığı ve doyumsuzluğu, ah kekik ve ıhlamur ağacı kokusu, çocukların hınzır gülüşü, ahşap aralıktan sızan tozlu güneş ışığı, kurumuş çayır kokusu, kırdığım kuş yumurtaları, tahta kanatlar, Tanrının yeryüzündeki ve gökyüzündeki ayetleri ve ateşi, ve ateşin içimi ibrahim'e çevirdiği gül, kutsanmış duvarlar ve duvarımdaki gölge hayatlar, ilk kavgam, sözün ağırlığından korkup ilk susuşum ve kıvranışım içime, sabrımın tohumunu gözlerinden içime taşıdığım ilk, ey ve ah....

iki kapı,
iki yapı arasındaki adaletsiz mesafe!
ez beni ve göm gülüşünün kadife rengine.

iki muhteşem inşa
saç ve el,
tanrının uyumdaki seçkin zarafeti.

beni körlüğümden bağışla,
içini sezişimden yargıla
ve heyecan sağanağına as yeniden.

çarpan kalbim
çarpan kalbindir.
fışkırmak için siretine
duvarını yumruklayan atışlar...

öp üstünü toprağımın, göğümün,
kuşlarımı sözünle buğula,
inatlarımı talan eyle,
duruşlarımı, bekleyişlerimi ziyan eyle.

ah ve ey..!
yol beni yerken dişlerimden
ağaçlarım döküldü tek tek,
gururlandım yaşamdan
ve bir güz şarkısı okudum:
ah ve ey..!
sana seslenişim
kendimi aşağıya bırakmaktır bu uçurumdan.

ah ve ey..!
kule ve kuyunun arasında
gittikçe uzayan zaman
bana yol gösteriyor hala
varlığın özüne saklanmış
o sarmaşıktan.

ah ve eyy..!
öp ve uyandır beni
bu tatlı yaşamdan.

d..f..

-mutluluk nakartıma-


15 Kasım 2011 Salı

kız çocuğu ve anne

taşların soğukluğu ayaklarıma işliyor. ve soğukta kısalıyor her şey; yollar, nefesler, sesler, günler... bir köşeye yüzümü dönüp sallanıyorum, bir sağa bir sola... bir gel git halidir bu, sallanan kız çocuğu... eşik, karanlık ve duvarlar... imgelerin güzelliği koruyor beni yapaylıktan ve korkudan. sarılıyorum, içinde anne olan geceye. taşların soğuttuğu yerde, tek sıcak ve uzun yer burası. ama burada da bir rüya sağanağı var, bu yer kadar uzun.

ilk adımını atacak bir gün kız çocuğu, cesaretini toplayacak. ama eşikten sonra gelen bunca vakit biriken uçurumdur. köprüler çürüdü ve koptu hayattan.

sallanıyor, bir sağa bir sola... ileri ve geri belirsiz... ilk adımını atacağı gün, yüzleşecek kız çocuğu, biriktirdikleriyle, ona sunulanla...

ben gün yüzüne çıkmamış sabrın anasıyım.
çocuğumun güneş yüzünü bekliyorum.

beklemek, yaşamın rahmidir,
yüzünü göremediğimiz annemizdir.

bu yüzden, hayatla karmaşık bir ilişkimiz var.

d..f..

9 Kasım 2011 Çarşamba

sanatçı kaygısı (ve sanat komplosu)


son dönemlerde, üzerinde düşündüğüm bir mevzuyu yazarak, anlamaya ve adlandırmaya çalışacağım. düşünmenin en faydalı yollarından biri de yazmak benim için.

mevzuya gelince… “sanatın yüceltilmesi ve metalaştırılması…” öncelikle haftalar önce okuduğum bir röportajda, yazar mehmet eroğlu’nun cümlelerini aktarmak isterim: “batı için yazdığınızda, talebe yani batıdaki türkiye algısına uygun ürün vermeniz gerekiyor. bu bakış açısı sadece bizim için geçerli değil. eğer ingilizce, fransızca ve ispanyolca yazmıyorsanız, batılı yayınevlerinin elinize tutuşturduğu temaları ele almalısınız. uluslararası bir kitap fuarında ünlü bir yabancı yayınevinin editörü ile konuşurken, küstah bir tavırla yüzüme gülerek “eğer ugandalı bir yazarsan idi amin, açlık ya da hayvanlar hakkında yazacaksın. kimse iki ugandalının aşkıyla ilgilenmez. isterse yazdıkları romeo ve juliet kadar iyi olsun.” dedi. durum bu, ya hayvanları yazacaksın ya da hayvanla insanın aşkını… batı, bu editörlük yaklaşımını göreceli olarak bize de uyguluyor. sadece bize değil, aynı yaklaşım tercüme edilen bütün dillerde yazılanlar için geçerli… “

beklenilen bir tavır olmasına karşın insan yine de şaşırıyor. nobel ödüllü “büyük” yazarlara baktığımızda, pek çoğunun ülkesinden sürgün olduğunu ve eserlerinde ülkesinin “gerçeklerini” yazdıklarını biliyoruz. ama esas meselenin bu yazarların eserlerinde yer alan “gerçekler” dünya kamuoyunun siyaset bahçesinde önemli argümanlar olarak kaynak teşkil etmesidir.

bu tavra kendi yayın dünyamızda sık sık rastlamak mümkün. tabii sadece edebiyat dünyası değil, gazetecilerimiz arasında da aynı vakaların benzer örneklerini hepimiz iyi biliyoruz. dindar bir yazar, iyi yazdığı için değil; dine yeni bir yorum getirebildiği, dini ideolojik olarak gazetenin ideolojisine yaklaştırabildiği ölçüde ya da dindarları aynı ideoloji içinde eleştirebildiği oranda iyi yazar sayılır. örneğin, ahmet hakan… dindar kimliğiyle yazıyor ahmet hakan, ne yapsa o kimlikle anılacak. peki, yenişafak ya da zaman gazetesinde yazsa idi yazdıkları bu kadar çarpıcı olur muydu? –yazıların niteliğe hiç girmiyorum- ya da sol ideolojiye sahip biri zaman gazetesinde solcuları eleştirse nasıl karşılanırdı genel okuyucu tarafından? zaman okuru dışında sol cenah da, yazarın ne söylediğiyle ilgilenir, açığı kapatmaya çalışırdı belki de. gazetecilik elbette yazarlığın ve edebiyat dünyasının ucundan köşesinden nasiplendiği garip bir mecra… birbirini besleyen yönleri de var.

tekrar asıl mevzuya gelirsek… bir sanat eserini sahibinden ayrı düşünemezsiniz. esasen, sanatçıyla eseri arasında başlangıçtan sona varan, bütünün parçaya hayat akıttığı bir süreç vardır. bu süreçte eserin geçirdiği değişimde, her ne kadar arılaşmasına, bir öz olarak sanat vitrininde yerini almasına çalışılsa da, sanatçının mutlak öznelliği ve buna mukabil kaygıları, esere yansıyacaktır. yani eserin bitmiş ve devamında bir takım revizeler sonucu yazarın kaygılarıyla şekillenmesine, günün şartlarında ses getirecek şekle bürünmesine çalışılacaktır. kimisi buna emek der, kimisi işine saygı kimisi başka bir şey… bir arılaştırma emeği mutlaka gereklidir fakat bu sürece yön veren potansiyel sorgulanmalıdır.

“yazılarında kullandıkları yöntem, yanılgıları ortadan kaldırma ve hataları düzeltme yöntemidir.” – “yanlışların düzeltilmesi her koşulda bir karşılaştırmaya, elde edilenle amaçlananın –çalışmanın baskısı altında her seferinde değişen idealin- karşılaştırılmasına dayanır.” k.r.popper – daha iyi bir dünya arayışı

nice sanatçılar, olayların baskısı altında iki değer (insanlık değerleri ve sanat değerleri) arasındaki gergin durumdan kaçmak için ya fildişi kuleye sığınıyor ya da toplum dinciliğine…” a. camus - denemeler

“sanat piyasası bir mafya değil ama kendi oyununun kurallarına göre oluşmuş ve yok olsa kimsenin fark etmeyeceği bir şey. değerin temelleri giderek zayıflarken, sanat piyasası var olmaya, üstelik gelişmeye devam ediyor. bu gelişmeyi –bir kaş sanatçı hariç- komplo olarak kabul ediyorum.” j.baudrillard – sanat komplosu

bir ülkenin günlük hayatında, ideoloji olgusuna yaşamsal bir paye biçilmiş, düşünceler ve inançlar ikiyüzlü bir özgürlükle sınırlandırılmış, farklı çıkan sesler birlik beraberlik şarkıları arasında boğulmuşsa… bu ülkenin edebiyatı, sanatçıların eserleri, bu ortak dominant (egemen) sesten ciddi bir şekilde etkilenerek; gelecek, saygınlık vs kaygılarla şekillenecektir.

fakat kaygılar tek taraflı değil, egemen güç ile edebiyat dünyası birbiriyle iç içe ve etkileşim halindedir. sanatın varlığı bir yandan toplumu geliştirirken, sanatçı da varlığıyla ideolojik topluluklara güç veren, bir dinamiktir. günümüzde edebiyat eserlerinin değeri, satışıyla eşdeğer tutulmaktadır. değer biçilme aşamasında yanlış ve yanılgıya düşen edebiyat dünyası o. paz'ın; "edebiyatın mantığı, piyasanın mantığı değildir" kıstasından maalesef çok uzakta. sanatçının kendisinin, eserine bu kıstasla değer biçtiği bir edebiyat dünyasında, gerçek edebiyattan ve değerden bahsetmek mümkün değildir.

peki, değer biçen yanlış kıstaslar nasıl varlığını sürdürüyor? elitistlerin varlığı, elitistlerin sermaye akıtarak değer oluşturduğu sanal sanat dünyasında, yeni egemen topluluklar alternatifler geliştirerek kendi varlıklarını ve konumlarını kökleştirme yolunu tercih etmiştir. ve maalesef, bu tercih elitistlerin değer biçme yöntemiyle devam etmiştir. edebiyatla siyasetini destekleyen, canlı tutan ve yayan ideolojik kesimler, denge sürecinde edebiyatı ve edebi değeri katletmektedir.

burada, itiraz etmesi gereken kesim, eserine "tüketilen" muamelesi yapılmasına izin veren sanatçılardır. bir kaç sesin dışında, bu ciddi soruna göz yuman değer, satış, saygınlık, tarafgirlik kaygısıyla hareket eden, hitap ettiği kesimin ideolojik ve piyasa değeriyle yüceltmesini sanatsal değer gibi kabul etme körlüğüdür. bu sebeple, gerçek bir sanatçı gibi eserlerini ticarethanelere taşımamalıdır. sanatçı kişiliği zaafiyet gösterse de, eserlerine duyduğu saygı bu koruma psikolojisini geliştirmelidir.

maalesef tüm bunların kaynağı içimizdeki ikiyüzlülüktür. varolma arzumuz, sevilme, beğenilme ihtirasımız, sahiplenilme, güçlü olma tutkumuz, sarıldıkça daha sıkı sarıldığımız içimizdeki öteki yüzümüz… bilgelik, hırsın köklerini ve ikiyüzlülüğü beslemez.

mutlak gerçek şudur: sanat eserine gerçek değerini veren yegane kıstas, eserin zaman içindeki konumu ve canlılığıdır. bugün milyonlar satan bir eser, yüz yıl sonra küllenmiş ise; sanatsal değeri ortaya çıkmıştır.

d..f..

1 Kasım 2011 Salı

umurunda mı?





gösterin bana kendi yüzünüzü, kendi yüzünüzü ama... yeryüzünün bulutlarını gökyüzünde görenler için sizin yüzünüz yeterince beyaz gelmiyor artık. gri havaların suskusu yok sizin yüzünüzde, o bile yok ve yeterince iyi değil.



bir teknede çırpınan balığı duydum, su isterken zavallı dudakları, tuzlu bir öpüş bıraktı hayata, son kez. son kez ve üstelik bizim gibi, giderken bile isteyen… bir şey ama bir yaşam boyu bulamadığı... ve giderken dudaklarında götürdüğü… işte o biziz, son sesimizdir, hiç bıkmadan dileyen son sesimiz…



biliyorsunuz, bizim yekûnumuzdur gidenlerin hayatı. hep bize ertelediler bizim de onlara ertelediğimiz gibi… hep susup sonralara bıraktığımız, hani senin ve benim gibi… (kimdir bu sen ve ben, hepimizin içinde olan bölünmüşlük mü?) erteleniş ve üzeri boktan bir balçıkla sıvadığımız saçma bir yapaylık. bu değiliz, bu değil…



kuzu sesleri duyuyorum rüyalarınızdan ve kurumuş çayırların şarkılarını… buralardan çalıp çalıp yastıklarınızın altına biriktirdiğiniz münzevi hayatların ışıltılı bekleyişlerini… ki sadece beklerler. beklerken varmış gibi, gelmiş gibi yaşarlar. oysa gelmeyiştir bizi bir ömür yaşatan.



herkes kendine bir cümle arıyorken… “bu mu, bana mı, ben mi, içimden hangi parça..?” bunlar hepimizin yalanladığıdır. ezberletilmiş formüller, tanrı inancımız gibidir hani..? birbirimize eşittir koymaya bayıldığımız yerde, birimiz hep aşağıda kalır diğerinden. duydunuz mu, hiçbirimiz eşit değildir diğerine, onun gözünde.



bir buluta sarılıp uyumak ve yağmurdan rüyalar görebilme arzusu gibi…yiz. oysa tek kanadımız var. hatırla sana bu cümleleri yazdığım yorgunluğu ve onlarca cumartesiden bir güzü… yelkeni rüzgârın cazibesine kapılmış ve gerildikçe isteyen sonsuzluk yüzünü…


uzun binaların üzerinden bakıyorum geceye ve homurdanan şehre. ışıklar canlı ve davetkâr. fark eder mi benim uyanık olmam senin uykunda? işte pencereden ensemi koklayan hava varlığının en güçlü nefesidir. tüm gün göbekli adamların mide uğultusunda bir sabır açlığına gömüldüm. bu her gün böyledir. susup dinlerken sen, onlar önem kazanır. ve sen kendine sorarsın sürekli: “umurunda mı, umurunda mı, umurunda mı?” inan bana hepsinin cevabı “hayır”. ne zaman ki yüzümün yansıması görüyorum bir yerde içimden büyük bir kahkaha patlatıyorum. “senin umurun, senin küçük umurun, kimin umurunda?”


önemsenmek için ağzı açık balıklar gibi çırpınıyoruz bu teknede. hadi, yalanlamayın beni ki ben de kendi ikiyüzlülüğümle barışayım. önemsenmek için girdiğimiz şablonlardan hangisi daha az komiktir bir diğerinden? yok, öyle bir şablonumuz çünkü. çünkü önemli doğmuşuz bir kere önemsiz günü kutsayarak. düşünceniz kusuruma bakmasın, zaman zaman, zamana çatmadan rahatlayamıyorum. o ki, tanrının şımarık gücü… evet, damarlarımdasın.



ne diyordum? evet, herkes uyuyor ve uyanık kalmam için içtiğim uyarıcılar damarlarımda kelimelerle akıyor. beni bul ve ona yapıştır, bir diğerine, akyuvar, alyuvar… vitaminiyiz biz hayatın, sözleriz yani.



“uyandırın beni,








çoktan doğdum ben:


yaşam ve ölüm
bir anlaşma yaptı içinizde,” (o. paz)



ah benim küçük şairlerim, dillerim, iniltilerim, ninnilerim, sabah zillerim. benimlesiniz, ilk gününüzden bu yana. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yalanlarımı bana hatırlattığınız için sizi kendim kadar çok seviyorum. gariptir ki birinizi kendimden çok seviyorum o da kendini benim kadar sevmediği içindir.



artık bana müsaade. korkuluk bekliyor balkonumda. ağır bir geceyi kovacağım üzerinizden, sihirli sözcüklerle. izin verin güne, size kendinizi göstersin önemsediğiniz yüzlerde.



günaydınlarım en sevmediğim gün salınızdan.



d..f..





http://fizy.com/s/16se7d