25 Ağustos 2013 Pazar

uzun çarşamba


benim ufacık beyaz ellerim vardı eskiden.
günleri un gibi avuçlardım.

hayatın en uzun şeyi, geçmesini beklemekti.
başladığın yere dönme isteği...
çünkü daha iyisi olmayacak ileride.
görüp göreceğimiz
sırtımızı veremediğimiz
belirsiz bir gölge.

nasıl yorgunum bilsen!
acıyor
rüyalarını uykusunda kaybeden göz kapaklarım.
duvarlarım
kaybetmiş kalınlığını
ne söylesem uçup gidiyor, saydam.

ey hayat
beni güzünle ağula
kışınla öldür
baharınla uyandır.

şimdi uyuyup
uzun bir çarşamba gününe uyansam
ve baksam cumartesiye camdan.

yanımdakine elimi uzatsam
"gelir misin benimle?
en uzak yere kaçsak,
sana sıkı sıkı sarılsam.
gelir misin,
sevgili kızım yalnızlık?"

hep güzel şeyler anlatıp
sonu kötü bitiren hayat!
şimdi anlıyorum
bunca zaman
yanlış yere bakıp gülümsemişim,
orada kimse yokmuş meğer.

d..f..

duvar resmi: candido portinari

18 Ağustos 2013 Pazar

Kalbin Talanı


insanın başı ne zaman sıkışsa hemen çocukluğuna saklanır.

buraya yazmak bir keder kaçamağıdır. "yazmak" başlı başına bir terapidir ama yazının kaçınılmaz "kendini ifşa" ve iç mahremiyetini aşikar eyleme vaziyeti canımı sıkmıştır hep. en büyük sorgulardan biridir ya "insan neden yazar?" sorusu! tek cevabımız var, derinleşen yaraları sarma, iyileşme isteği...

daha hafif eylemlerle atlatma yöntemleri de vardır. temizliğe girişirsin, indirirsin, dökersin, saçarsın, toplarsın, yıkarsın, paklarsın. bunları yaparken de bir yandan kendi kendine konuşursun. geçmişe dair tüm dehlizlere girip çıkar, bir elma kurdu gibi zamanı havalandırırsın. ve sonunda bir ağaçta ya da bir bahçede bulursun kendini. "en uzağa kim tükürecek Şenol?" ben değil! kıvırcık sarı saçlarıyla, bahçe duvarına yaslanmış o iki çocuktan biri iken, girdiğin yarış hiçbir şey kazandırmayacaktır.

biliyorum çok saçma ama Sisi de bir zamanlar çocuktu, Mursi gibi, benim gibi, senin gibi... insan büyüdükçe kaybettiği masumiyetini bir daha asla geri kazanamıyor değil mi? onlarca, yüzlerce bilgenin bıraktığı insaniyet tohumları, sadece masumiyet topraklarında yeşeriyor olmalı. yoksa hiç mi nasiplenmez insan, hiç mi acımaz, yanmaz kalbi?

sözün hiçbir hükmü kalmadı. en ağır hakikatler bile insan hayatınının pratiğinde karşılık bulamıyor. oysa söz kutsaldır, düşünceden filizlenen ilk eylem sözdür. sözün gücü, etkisi, dinamiği öldürüldü. dolaysıyla düşünceler ölü doğuyor.

insan topluluklarının talepleri, yine insan topluluklarının taleplerine dolaylı yollardan çarparak, çirkin tarihler yazıyor. sokağa çıkan ile evde duran insan, pasif bir şekilde savaştırılıyor. "demokrasi" kavramı "iktidarların" rotasına uydurulup pasifize ediliyor.

tüm bu şiddetin içinde insan kalbi küçülerek çocukluğuna çekiliyor ve bahçelere sığınıyor. kainatın umut veren dili bir yara bandı gibi. ve kaçınılmaz "münzevilik" isteği. zavallılığı, güçsüzlüğü insanın... sıkışmışlığı kaosta...

ne sosyolojik tespitler, ne siyasi söylemler, ne sloganlar ne de bir sanat dili yetmiyor yumuşatmaya gittikçe sertleşen gerçekleri. özgürlük, hak-hukuk-adalet, kardeşlik, barış... bir güzellik yarışmasının popüler unsurları olmakla kalıyor.

"daha güzel bir dünya" isteğinde sanki bir güzellik varmış gibi... biz dünyayı hiç güzelleştiremedik ki "dahası" olsun. kainattaki diğer canlıları kendi haline bıraksaydık, soyu tükenmezdi birçoğunun. bizim "soysuzluğumuz", masumiyeti kaybedişimizden. Sisi de çocuktu bir zamanlar, Hitler de... en büyük kayıp, yiten masumiyet, en büyük zafer de bile kaybettiğimiz masumiyet...

d..f..

Resim: Vyacheslav Shevchenko - Radiant Boy

5 Ağustos 2013 Pazartesi

gitme vakti

atlar geri geri koştuğunda
uyku vaktin gelmiştir.
***

gitme vaktin geldiğinde...
tarağında kalan saçlar,
kapı kolunda bıraktığın soğuk izler
ve ayın yüzünde unuttuğun göz kapakların...

gitme vaktin geldiğinde hayat,
aşkları da götürmeyi unutma!

-ahmet erhan'a...-

resim: dervrim erbil