30 Mart 2010 Salı

köprüye direniyor uçurum



biliyor musun?
bazen iyi bir şair olduğumu düşünüyorum.
sonra seni düşününce vazgeçiyorum.
en iyi şair tanrı
seni okudukça inanıyorum.
***

bir köprüye direnir gibi
denizle ne alıp veremediğim var?
küreklerimi kemiriyor mavi
göbek deliğim su alıyor,
kalbimde yeşil mercanlar...

bir köprüye direniyor uçurum.
iç organlarım yok yerinde
en çok da kalbim,
sağır bu gece
ses, sise karışmış gibi.
direniyorum.
ey uçurum!
köprülerin direnişimi geçiremez,
beklemek yok hiç bir yakada.
ey sevgilim uçurum!
beni düşür acına.
***

nü elma
yer çekimine karşı
cenneti soydu bizden.
biz ki
kadınlarız
savaşan erkeklerin
omuz yarası.
bazen kirli bir duvar,
oysa az ötesinde çiçekler.
ama hiçbiri gidemedi
öteler derin,
boğuldular omuzu yaralı adamlar.
bir bayramlık ceket gibi
asılı kaldılar memelerimizde.
***

yabancıyım üzerimdekilere.
beni örtmez bu renk
bu renksizlik...
huzursuzluk seçilmiş
ince kelimelerden,
üzerime giydirilen
şekilsiz hiç.

bana ait değil bu öyküsüzlük!
dipdiri hatalar doğurur gibi
kuşatılmışım yabancılıkla.
benim değil üzerimdekiler.
ben
benim olmayanların gölgesiyim sadece.
bu yüzden cebren sataşıyor yüzüme rüzgarın işvesi.
baharın neşesi cebren ilişiyor cebime.

ama zorlamıyor beni aşk
gülmek için göğüne.
mavi, yalnız ve derin...
aşk,
kusursuz bir yenilgi.

d..f..

-şairin biri dert yanmış şiirinde kendinden. baktım diyor, hep aşk şiiri yazmışım. gülümsedim ona. içinde aşk olmayan şiir olur mu? müşahhas, sığ değil aşk, bir bakarsın göktedir bir bakarsın karanlığa saklanmış evrenin bir köşesinde. bazen bir sümüklü böceğin antenlerinde. aşksız ne var şu kainatta? hiç aşksız şiir olur mu sevgili Uyar? -

.

26 Mart 2010 Cuma

gün güzeli cumartesi



bakıyorum, ekranda belirmek isteyen harfler var, içimde debelenen kelimeler. bu beni hep korkutmuştur. akşam teyzem bir şey söyledi, hem çok güldüm hem de şaşırdım. Allah dağları boşanan eşler için yaratmış dedi. ayrıldıklarında aralarına bir dağ koyar Allah. çok seviyorum böyle sözler duymayı. modernizmin dışında kalan, hantal, geleneksel gibi görünse de, bana başka bir açı kazandırıyor. ve şaşırtıyor da... yaşamdaki en tatlı duygulardan biri de şaşkınlık. bu duyguyu hissettiğim sürece, yaşadığımı fark ediyorum sanki. bir kırılmışlık var üzerimde. bir de inceden öfke. ama sebebini buraya yazamayacağım. yazdığım başka bir yer daha var. sebebini oraya yazacağım sanırım.

baharın dili kazınmış,
göçmen kuşların göğü hala gökteki.

bir ayvada gördüm ellerini
kıştı, cam üşüyordu.
kapıyı aralayıp içeriye aldım
beklemekten yılmış bir cumartesiyi.
ellerinin olduğu ayvayı sevdi,
giyindi sarı rengini
dinlendi uzunca.
cumartesi,
bir arap esmerliğinde sesizliği.

bir günü eksildi kalan haftalarımın.

bir ayvada gördüğümde ellerini
üşüdüm.
beni alsın istedim
sararmış rengiyle sarsın,
sevsin çekirdeğimden
ekmeğine katsın.
sonsuz hesaplar yaptırmasın bana,
gözbebeğim gibi bir dünya
küçük ve kaçık...
nasılsa cumartesiler de yok artık.

kuş günü gelmeyecek,
götürdü şehrin güneşini içimden.
gün güzeli cumartesi,
sevgiliye adanmış bir bekleme yeri şimdi
biricik gün güzeli...
gitti.

d..f..

-bu şiirler sahipsizdir, ne yazıldı ne de okunacak-

24 Mart 2010 Çarşamba

dört yapraklı yonca



kasvetli bir hava var dışarıda. sert rüzgar sisi savuruyor sokak lambalarının ışığında. bir sokak köpeği köşe bucağı koklayarak ilerliyor ağır ağır. bir ambalaj kağıtı rüzgara bırakmış kendini. birkaç gece yolcusu caddenin sağından yürüyorlar parkalarına sarılarak. biraz kafamı dağıtayım dedim dışarıya bakarak. ölecekmişim gibi bir his var içimde bu gece. olur ya bazen. caddeyi seyredeyim dedim, hava benden kasvetli çıktı. ölsem de ağzım burnum toprakla doysa, toprak doyursa açlığımı ve isteklerimi dedim, dedirtti hava...
***
ten, nasıl öpülmek istendiğini bana anlatarak, isteğimi tanıdı. bir kapıyı açmak için kavramak gibi kolunu tüm beden bilinciyle... - ölümün isteği dizginlemesi -
***

nereden aklıma geldi bilmiyorum. ellerini bir ayvada görmüştüm. gözleri bir kilisenin yüksek penceresindeydi. kusurluydu. insanlar kusursuzluğu anlayamazlar. kusursuz bulmak bir şeyi, kendilerini kusurlu kılar. zafiyettir aslında kusursuzluk.

kusurluydu. kusursuzluk aramadım çünkü kusursuzluk yoktu. bir gün göğü bana çok mavi bakarken gördüm. kusursuzdu. bu fazla mavilik gözlerimi boyamıştı. hayranlığım kusurunu örtmüştü göğün. gözleri, o çok mavi gök gibiydi. kusurlu...

anladım ki, kusur bir düğümdür. onu çözdüğünde kusursuzluğa çıkarsın. o düğüm bir sırdı, bir gizem... kusurluydu gözleri o çok mavi gök gibi. hayrandım gözlerine. buna rağmen gördüm kusurunu ve o kusur beni çok mutlu etti. göğün kusurunu bildiğim gibi gördüm.

kusur bir düğümdür, açıldığında kusursuzluk çıkar içinden. işte o kusursuzun içinde tanrıyı görürsün. ve seni tanrıya götüren bir kusurda tanrının sırrını ararsın. sır... gözleri sırdı.
***

"ben çok aptalım
arıyorum boş yere
kendi küllerime gömdüğüm ışığı"
m. gürpınar - gözyaşıyla söner mi yangın şiirinden
***

"dürtme içimdeki narı
üstümde beyaz gömlek var"
b.keskin
***

dörtlü yonca
aranmak için geceyi seçti.
tanrı şansa bırakmaz,
beni gözlerinin kusuruyla kutsayacak.
d..f..

(...)

22 Mart 2010 Pazartesi

not defterimden birkaç cümle



ahmaklar, dünyanın sevgi, aşk gibi renkleri parlak duygularla parlamasını isterler hep. daha ahmaklar ise; açlığın ve sefaletin son bulmasını isterler. ama dünya düzeninin bu kör noktalar üzerine çivilendiğini göremezler. bu kronik düzen bir fenomendir ve insan tarihinden bu yana aynıdır "düzen"
***

birey olabilmemiz için; içine doğduğumuz tüm şartları sorgulamamız ve yeniden yorumlamamız gerekir.

***

kimsenin sevmediği yerlerinden
koparıp sevdim seni.
yokluğunda
ağzımda kelimeler birikti
yuttum, uyudular.
bir istanbul ikindisiydin
kızıl, şarabî sular...
kuşlarını aradım galata da
yoktular.
ceplerimi yokladım soğuktan
sözlerin çıktı,
sıcağından acıttılar.

yine mi karşılaştık bu kuytuda?
d..f.. tarih bir iki yıl evvel olmalı...

***

bana hep mutluluk veren bir şey beni öldürür. bu acının gerçeği... acıdıkça, yaşarsın.

***

bizlere sunulmuş hayatı, başkalarının düşünceleriyle idame ettirdikçe başkalarını büyütür, kendimizin de küçültürüz. kendi yolumuzu aramalıyız ve o yoldan gitmek için inat etmeliyiz. bu bizim yegane onurumuz olmalı.
***

yukarıdaki parça cümleler ve şiir çantamda taşıdığım minik not defterinden çıktı. buraya not aldım onları. son iki yıldır orada burada aklıma gelen şeyler. ama cep telefonuma kaydettiklerimi bir yazabilsem :/ bir kere de ona cesaret ederim belki. hadi hayırlısı.

d..f..

21 Mart 2010 Pazar

yer ve gök...



uçma dileğim kanatlandı
gece kör bir pervane
dudaklarım yandı suskunluktan.

anlat bana öykücü,
işgalin sınırı var mı?
yer ve gök
yüzünü benden sakındığında
kanatlarımı vuracağım bir ülke var mı?
var mı konabileceğim
yüzü benden arınmış saf bir bahar?

uçma dileğim kanatlandı.
ölümden arınan sözün suyu
yandı dudaklarımda.

su yandı,
rüya kül kustu.
uyandır...



d..f..

- vadetmedi henüz sahiplenme yazgımı..-

18 Mart 2010 Perşembe

küçük bir gezinti



























































bu sıralar bir memleket özlemi depreşti yine içimde. 06 yılında çekitğim fotoğraflara baktım. '08 de çektiğim asıl güzel fotoğraflar çöken pc ile buharlaşıp gitti. aslında orada çok daha güzel çocukluk objelerim vardı. çilek mesela... burada dağ çileği diyorlar biz orada "hamunçara" derdik. muhtemelen rumca bir kelimedir, kullandığımız birçok kelime gibi. hamunçara çiçek gibi her yerde bitiveren bir meyveydi. ve civarında bir çeşit bitki daha vardı. ip gibi upuzun, en ucunda sadece bir iki yaprağı olan, uzun bir ot. hamunçaraları toplayıp o ipe geçirirdik, kıpkırmızı taşları olan bir kolyeye benzerdi. bazen hamunçarayı taze fındık yaprağına sarıp yerdik. mayıs ayının sonu gibi olgunlaşırdı hamunçaralar. yeşil çimenlerin, otların içinde kıpkırmızı gülümserlerdi. tatlarını anlatmam mümkün değil. istanbula geldikten sonra uzun bir süre köye gitmemiştim. öyle çok özlüyordum ki, rüyamda sık sık hamunçara görürdüm. hatta adapazarında öğrenciyken gördüğüm rüyayı arkadaşlarıma anlatırdım. bir gün akyazı-altındere ye gittik. karadeniz bitki örtüsünün aynı, dağ içinde bir mesire yeri. baktım heryerde hamunçara var. allahım, o günü hiç unutmuyorum, tüm gün topladım, o ipten de vardı, toplayıp ipe geçirdim, arkadaşlara yedirdim. 2008 yılında en son memlekete gittiğimde bu hatıramı bir daha gerçekleştirdim. gerçekten, müthiş güzeldi, bir rüya gibi tatlı ve doyumsuz. hamunçaranın kokusu da tarifsizdir. buralarda ki tadı tuzu, kokusu başka bir şeye dönüşmüş çileğe hiç benzemez. bir gün yolunuz düşerse, mayıs ayı sonu, haziran ayı gibi, mutlaka hamunçara toplayıp tadına bakın ve hatta koklayın. yukarda bir iki tane fotoğrafını koydum hamunçaranın.

ağabeyimle bir plan yaptık. bu yaz tüm kardeşler toplanıp doğduğumuz o eve ve topraklara gideceğiz yeniden. sekiz kardeş ve çocukları... babamız orada oyun oynadığımız bahçede yatmakta. evimiz ortadan ikiye ayrıktı eskiden. bir tarafında amcamlar ve 8 çocuğu diğer tarafında biz... daracık bir oda hatırlıyorum, orada yan yana yatırırdı annem büyükleri. ben annemle yatardım çünkü en küçüktüm ve annemin kocası bir gurbetçiydi. annemin sol koluna sarılarak uyuyan ve sabahleyin de çay kaşığının bardağın içine bırakıldığında çıkardığı o sesle uyanırdım. tam sekiz çaykaşığı sesi, müthiş bir müzik... evin dışındaki musiki ile evin içindeki müzik öyle uyumluydu ki... fotoğraflarda vardır, dere sesi ve kuşlar.. sonra yatağımdan kalkıp annemin kucağına oturduğumda beni dizinin üzerinde "tatatatataa" şeklinde tuhaf bir türküyle nazlatarak kendi içtiği bardaktan çay içirir, kendi kaşığıyla yedirirdi.

üç katlı bir ev... bilirsiniz... alt kat ahır, orta kat biz, üst kat kışlık malzemler... tabii ineklerin kışlığı da üstte. kuru çayırlar, benim dört kat büyüklüğümde kırmızı küpler... içleri su dolu, elma, muşmula ve armut doldurulmuş... kışın içine kepçe daldırarak buz tutan yüzeyini kırıp çıkartırdık. bir çeşit turşu gibi ama hala çok lezzetli. bazen o çayırların içinde uyuya kalırdım, hiç ineklerin yerinde olmak istediniz mi :) evet, o çayır kokusu bunu insana istediyor vallahi.. huzur kokan bir şey. bazen de kuruması için ön bahçeye serilmiş otlar olurdu. aniden yağmur bastırınca annem üzerlerini bir naylon örtü ile örtmemi söylerdi. onları bir yerde toplayıp üzerinlerine naylonu çekersin ve sen de içerilerine saklanırsın. o irice damlalar naylonu tokatladığında, sen içerde kuru otun sıcaklığı ve kokusuyla göğe bakarsın ıslanmadan. bu bir çeşit salıncaktır, göğün ellerinde sallanıyormuşsun gibi...

yüzlerce muhteşem anı vardır, inanın. anlatmakla bitiremezsiniz. bu yaz sağ salim hepimiz oarada toplanabilirsek yeniden... çocukluğumuzun geçtiği, bizi büyüten ağaçları, merdivenleri, duvarları, daracık patika yolları yeniden şenlendireceğiz. onlar da bizi özlemişler midir aceba? biz gerçekten çok özledik. toplandığımızda açılan sohbet genelde köyde geçen zamanlarla ilgili oluyor. aynı hikayeyi yüz kere de dinlemiş olsak aynı kişiden, aynı tebessümle dinliyoruz ilk gibi. ne sağlam bir bağdır bu! ne bitimsiz bir bağlılık ve çekim gücü...


yukardaki fotoğraflar anısı olan şeyler.
.. bakın mesela bir tane minik balkabağından oyuncak yapardık. şöyleki, kimse görmeden usulca koparırdık ve gövdesine çalılardan ayak takarak ineğe dönüştürüdük. sonra, o mısır koçanı var ya, mısır değil o, kızıl saçlı bir bebek :) genelde uzun ve renkli püsküllüleri makbuldur mısır koçanlarının çünkü bebeği güzel kılan saçlarıdır. bir çift kara lastik... ve bir bileğ taşı, orak bilemek için kullanılır o. ve mart çiçekleri, her yerde... bu çiçekler hem yenir, hem kopartılıp düdük gibi öttürürüz hem de o malum ipe dizip kolye yaparız... e bir de yenir ha... resimlerde evimiz de var... yüksekleri sise bürünmüş dağı-göğü birbirine girmiş koyu mevsimlerin memleketi işte... ve içinde, oracıkta mavi bir ev...

bejan matur'dan duyduğum kitap ismiydi programda... pablo neruda "yaşadığımı itiraf ediyorum" anı, otobiyografi kitabı... vaktiyle bir iki sayfasını okuyup kitaplığımda unuttuğum bu kitabı elime aldığımda kayboldum gittim. çocukluğunun geçtiği o şili ormanları, denizleri, kıyıları, böcekleri, bitkileri... sanki çocukluğumu yeniden yaşadım dünyanın başka bir köşesinde. o kokladığım hamunçaranın kokusu bugün beni anlamlandırıyor. tünel demiştim, bir ses, koku, görüntüden yola çıkan bir tünel gibi yaşam. işte tünelin başladığı yer bu iri dağların içinde saklanmış minik evlerin birinde doğanın kucağında başlıyor müthiş bir ışık ve doğa ile... iki şaire de teşekkür ediyorum. ve tanrıya da minnet duyuyorum. çünkü şehirlerde doğan çocukların hep eksik kaldığını düşünmüşümdür. doğanın içindeki özgürlükle doğmak ve ona ayak uydurmayı öğrenerek yaşama başlamak çok daha insani değerler yüklüyor sanki ruha. belki yanılıyorumdur, kim bilir...

d..f..

-(...)-

17 Mart 2010 Çarşamba

16 Mart 2010 Salı

15 Mart 2010 Pazartesi

sürpriz doğum günü ritüelleri...





maksat bir doğum günü yaygarası koparmak değil. lütfen yanlış anlaşılmasın. sadece sürpriz doğum günlerinin zor yönlerine parmak basmak istiyorum. geniş ailemizin pazar günü gailesini bildiğimden bir takım göze batan ipuçlarından her yıl ki sürprizlerden birinin daha yaklaştığını anladım. ablalar, yeğenler, abiler yavaş yavaş toplandı. herkes gülümsüyor. yemek merasimi es geçiliyor. sadece çay içeceğiz öyle mi? birileri gidiyor geliyor falan... derken kapı çalıyor ve benim bakmam için uygun ortam hazırlanıyor. dış kapıya yaklaşırken gülümsemek için ağzımı toplamaya çalışıyorum. e zor tabii. malumunuz pasta, mum, ışıldak falan... bir anda evde büyük bir gürültü patlaması yaşanıyor. fakat pastayı tutan el hep aynı, fotoğraflarda da baktım, her pasta fotoğrafında aynı el :) bu yıl ağlamaklı oldum nedense. hani çocukluk, gençlik gitti, orta yaşa giriyorum, bu yüzden mi? geçen akşam ablalar anne evde toplaşmış aile kadınlarının doğurganlık yaşlarını konuşuyorduk bir sebepten. ben ailenin küçüğü olarak fırlamalık hakkımı kullanıp "20 sene daha doğurdum, doğurdum!" dedim, ablam çok güldü.

unutamadığım ve çok sevdiğim sürpriz doğum günlerimden biri şöyleydi. annem hastanede yatıyordu ben de yanında refakatçiydim. doğum günümün olduğu gün ondan bir kaç saat izin istedim. arkadaşımla buluştum. beni bir yere götürdü. bir baktım tüm ablamlar orada. az sonra da annemi getirdi ağabeyim. hastaneden sonra onu orada görmek, hep birlikte orada olmak çok güzeldi.

diğeri ise geçen yıl ki doğum günümdü. tanımadığım insanlar vardı orada. yüzlerini ilk defa orada görüyordum. ama sözleri paylaşmışlığımız vardı elbette. 6-7 kişiydik. ve pasta yerine arkadaşım burcunun yaptığı profiterolden yedik. aslına bakarsanız onu hazır almıştı ama ben yaptım demişti :)) sonra adnan bey gitarını alıp şarkı söylemişti tüm akşam o güzel sesiyle. evet, gerçekten çok güzeldi. aslında güzel olan ilk defa görüp, daha yeni tanıştığım bu arkadaşlarımın bana böyle sıcak bir jest yapmasıydı. sanırım bu iki doğum gününü hiç unutmayacağım.

en değerlim! bu tatlı anlar, anılar ve sevgi dolu sıcacık insanların içine beni yakıştırdığın için sana çok teşekkür ederim. beni onlara layık gördüğün için sana minnettarım. bu içten, sıcacık ve neşe dolu aileyi bana verdiğin için teşekkür ederim. annem için çok teşekkür ederim. ve arkadaşlarım için de... biricik Allahım, seni seviyorum. bizleri dilediğin iyilik üzerine yaşat. amin.

d..f..

- sessizliğimin sardığı şehir, söz ver...? -

"Günlerdir beklediği ses
Gizlenmiş tepelerin ötesine"
..b.m...

14 Mart 2010 Pazar

pazar şarkısı




pazar günü şarkımı arıyorum. azıcık neşeli olsun, azıcık şekerli olsun, içinde bir tutam da keder olsun, sonra çiçek koksun ve bir de insanlardan bahsetsin...istiyorum.

fotoğraftaki kişileri tanımıyorum. ama sevdim onları. bahara yakışıyorlardı, tüm insanlar gibi... dün bir yerde bir bacon cümlesi okudum. çok güzeldi. toparlayabilirsem aktaracağım: "sanat, doğaya eklenmiş insandır" bacon. -pekala gogle hazretlerinden aratarak yazdım :)

keyifli pazarlar...

11 Mart 2010 Perşembe

"bana kalsın"



bahar gelmiş diyorlar. henüz bir tomurcuk göremedim, kalbimdekinden başka. bir bahar çocuğu, mart çocuğu olarak baharın tabiattaki doğuşunu içimde aynı güzellikte yaşarım. coşku dolu bir şeydir. baharım diyorum ona, aşk gibi bir şey. her şeyi kuşatan, saran bir cümbüş.

henüz şehirde bir bahar sesi duymasam da bahar mevsiminin ilk ayına girmiş olmanın sevinci var içimizde. çocukluğumdan bu yana, köyümde bir bahar mevsimi göremedim bir daha. oranın baharları benzemez hiçbir bahara. güneş tepeden doğduğunda tepe eriyecek dersiniz içinizden. ve yeşil bulaşıcı bir renge dönüşür orada. çok özlüyorum gerçekten. her yeri kirletmişim de köyüm tertemiz kalmış gibi hissediyorum bazen. çok bakir, çok ıssız bir güzellik.

yazmak istediklerimin etrafında dönüp duruyorum işte. her seferinde çocukluğuma saplanıp kalıyorum. belki unutmak arzusu, belki kaçmak... sevgilim bahar, sevgili çocukluğum diyorum içimi çekerek...

"ay bana kalsın,
güller bana,
şarkılar bana kalsın
geceler bana.
yalnızlık bana kalsın
gemiler bana"

diyor ezginin günlüğü yukarıdaki şarkıda.

...gemiler bana kalsın, denizler sana...

d..f..

-sevgili zafer, cevabınızı gün içinde yazmak istiyorum. şu an dünyada değilim. -

.

10 Mart 2010 Çarşamba

kekik



baharatları bilirsiniz. yemeklerdeki yolculuklardır onlar. yani bir tas zeytine bir tutam baharat serpersiniz, zeytin sizi başka yerlere götürür gibi. bu vesileyle kekikten bahsetmek istedim. aslına bakarsanız kekikle tanışmam çok eski değil. bir gün baharatlıkların içindekileri koklayarak, haşladığım kaysı yumurtaya baharat arıyordum. genelde isimlerini karıştırdığım için, koklayarak kodluyorum kendilerini. neyse efenim, kekik kokusunu duydum. hımm.. hemen öğrencilik yıllarıma gittim. adapazarı, atatürk bulvarının üzerinde bir karavan. içinde bir tavuk dönerci sanırım bereket dönerdi. çok temiz ve kimsenin gitmediği bir yer. -depremden sonra yerinde yoktu zaten- soğuk ve yağmurlu bir hava, biraz da yağmurdan kaçmak için girdik içeriye. pide arası tavuk ve içine bol baharat! yediğim en leziz tavuktu. o baharat kekikti çünkü. ısındık. sonra arkadaşlar bizi dar sokakta bir yere götürdü. köşe başında küçücük bir büfe. tam ekmek, yarım ekmek ve çeyrek ekmek yapıyor, tavuk döneri elbette. biraz tereddüt içinde çeyrek aldık. sonra ikişer çeyrek daha... çünkü onların sosunda baharat çeşitleri çoktu ama kekik her yerde aynı güzellikteydi. tabii ben o yıllardan sonra kekiği unutmuşum. ne zaman zeytinle yedim... koku başka ama tadı da bambaşka. çok basit bir kekik tarifi vereyim mi? kızartılmış ekmeğin üzerine yağ sürün ve üzerine de kekik serpin... allahım allahım :)

farkettim ki baharatların her biri insanın duygusal anları için bilinçli kokulandırılmış birer yolculuk bulutu. gözlerini kapat ve kokla, doğru zamanda doğru baharat... ama kekik öyle değil, her zaman koklanmak isteyen bir hınzırlığı var. kokla beni, ye beni diye zorluyor insanı. nihat behram'ı ve ahmet kaya şarkısını anımsamadan olmaz "doruklara sevdalandım" ve bir şiirinde diyor ki şair:

Kırk sevginin baygınıyım - belki de yüzkırk -
yine de yalnızlık yalazlanır kırık kalbimde

Otların tutuklusu
haylazı ağzım
şimdi tutlusu kara suların.

Her şeye yeniden başlayabilseydim eğer
aşkımı acıyla anmazdım artık.

Ben ki delisiyim suların, oysa bu sular
çöl rüzgarı kadar bulanık.

Akar gibi geçiyorum dünyadan, ısınıp bakınmadan,
sarhoş
sıkılgan
sırılsıklam...

Kırk diyarda kırkbin öpüşün bitkiniyim
dudağında kırkbin kekik tadı kamaşır
yine de kalbim ısırgan mı ısırgan.

Eşini çağlayana kaptırmış balığıyım bu nehrin
aydır, geceden beri dişlenmiş kelebeğin
her sabah ağzımda ölümüyle buluşan

n.behram - suda yiten ayışığı


ben kekiği bu şarkıyla özdeşleştiriyorum. koku ve ses bu duygu eşiğinde birleşiyor.



fotoğraf için bknz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Kekik

d..f..

- gözlerimi kapatıp kokladım, haritası... tarçın gibi çil çil görünmez sihir -

.

9 Mart 2010 Salı

başlığım yok yazmaya blog açarım saçmalamaya



bu yolculuğu istemiyorsun. yanımda bir hayaletle mi dolaşıyorum yoksa? evet, başka ne olabilir..? sancı manifestosu!

pekala, kol saatlerimiz yüzümüzün rengini emsin, duvar saatlerimiz evimizin benzini emsin. ayrı dolaplarda çürüyelim öyle mi? pekala, çürüyelim. sarmaşık olmayı hiç istemedim. ne ağaç, ne su, ne de canımın cehenneme yolculuğu. ne davet, ne nezaket... doğaüstü değil varlığımız. sıradanız, kum taneleri gibi. kuyu manifestosu...

bana yakışan her acıyı iade ediyorum şahsınıza. bu boktan şiir kusmuklarının da canı cehenneme. tüm cümlelerim/mısralarım aklını kaçırmış olmalı. sataşacak kimsem olmadı, kendimden başka. şiir manifestosu..!


Yersizler davetli değilse bu görkemli törene
Duyurmasın yeryüzü onlara yaşamın şehvetini!


d..f..

- aaaa! / sen de anla! -

8 Mart 2010 Pazartesi

vaat tarlası yeryüzü



vaatler tarlasıdır yeryüzü.
her varlık vadeder.
ama en çok da kendine vadeder.

kendime suyu vadettiğimde
keryüzünü tanımıyordum henüz.
bir taşın ağırlığı kadar sanıyordum
bıraktığı acıyı.

bir çiçek tarlasının hayali acımasızdı o gün.
yokluğunda umut büyürdü, her olmayanın.
ve her umut maviden laciverde
olgunlaşan bir sağanağın rengiydi işte.

beklemekti umut
zamanda nasır tutan...
başka bir bekleyişi tutmak istediğinde
kalbinin parmaklarını acıtırdı.

ben kendime suyu vadettim.
çünkü yolu benim kuyumdan geçmişti.
yeryüzünü onun akışından tanıdım.
ilk defa önce aşk dedim.
her şeyden önce aşk.
hiç bir isme girmeden içi
benden önce ve sonra
aşk
dedim.

kendime suyu vadettim.
çünkü gök kadar kusurluydu.
vadettim çünkü
aşk bedensizdi.
çünkü
aşk bir bilgiydi
hamuru ateşle yoğrulan.

öğret bana su.
kalbim acıdan uyuştuğunda
ona uyuyup uyanan zamanı öğret.
toprağın tadını öğret
yemeyi unuttuğumda.
aşk hiç bitmeyen bir bilgidir.
öğret bana.
isteğin sırtımda kalınlaştığı gece
karanlığın nasıl hafiflediğini anlat.
kendime suyu vadettim.
oysa nihayetsiz şiirler
sonu kanayarak yitirilirler.

öğret bana,
Yüzüne bakarken
Yersizliğimi neden hatırladığımı öğret?

Yüzünün gizemi beni şiddetle savurduğunda
Yeryüzünü kaybettim.
kendime vadettiğim su
yüzündü.
hiç bir yere dolmayan,
her yerde hiç bir yersiz...
öğret bana yüzüm,
acımı suya dönüştürmeyi öğret.


d..f..

- sonrası davet... denizanası,, yaşamın şehveti deniz...-




adam hurst...

7 Mart 2010 Pazar

yüzler, güzler, ermeniler...



gökyüzüne bakıyorum. yaşlılar ve çocuklar geliyor aklıma. yüzlerine bakmayı çok severim. merhamet duygusu gelişiyor kalbin, yumuşuyorsun. çocukların ve yaşlıların "masumiyet" çatısında birleştiğini düşünürüm hep. ihtiyar, bir ömrü geride bırakmanın verdiği vicdan masumiyetiyle, çocuk ise dünyayı önünde top gibi koşturmak isteyen bir oyun masumiyetiyle bakar yaşama. en güzel yüzdür anne yüzü bu sebepten. oradaki çizgilerde kendine dair izler de vardır. annemin yüzünde benim yaşamımın kalıntıları. ne güzel. gökyüzüne bakıyordum..
***

tv izliyorum. eski bir diplomat ermeni yasa tasarısını anlatıyor. efendim, ermeni lobisinin tek dayanağı "soykırım" meselesidir diyor. bu dava onları bir arada tutuyor diyor. eğer böyle bir davaları olmasaydı asimilasyona uğrarlardı diyor. bu meseleyi yakından takip edince... değil mi, bir gölge oyunu gibi siyaset. bir liderin dili bir şey söylerken hemen gerisindeki gölgesi söylediğinin aksine farklı bir davranış şekline giriyor. gerçi oylamanın kendisi iyi bir mizah örneğiydi siyaset için. yahudi lobileri, bu mevzunun tarihçiler arasında çözülmesi gereken bir mesele olduğunu söylemişti. değil mi? tarihi bir mesele, tüm vesikalar orada bir yerlerde dururken ısrarla bu meseleyi siyasette sıcak tutarak araştırılmasını, ortak bir çalışılma yapılmasını istememek de siyasetin her dala sardığı merakla ilgili. başbakan diyor ya, tarih yazmaya kalkıyorlar" diye. evet, arada doğru cümleler kuruyor. şimdi "ermeni soykırımı" dünyaca kabul edilse ne olacak? bu "sanal" ayıbı bir baskı aracı olarak kullanmaya kalkışacaklar.

siyaset her yere sirayet etmiş. edebiyata, ödüllere, sanata, spora, daha daha... bakın bursaspor ile diyarbakırspor birbirlerini ne güzel ağırladı(!)
***

o halde göğe bakmaya devam edelim...

d..f..

.

6 Mart 2010 Cumartesi

çil




bir çilim
güneşten yüzüme düşen.
dünyaya bir leke bırakma arzusuyum güneşin.
kar eritmiyor rengimi
dönmüyorum beyaza.
lekelemek için bir toprak akını
kirli sözleri eşeliyorum.

yüzümdeyim hala
yüzündeyim bir kirlinin.

d..f..

4 Mart 2010 Perşembe

galata'dan at beni, in aşağı tut beni




mart ayındayız, bahar geldi ama içimize girmeye çekiniyor biraz. uzaktan seyrediyor olmalı. şimdilik arada uğrayan lodoslarla idare ediyoruz. her mevsimin, her ayın bir şarkısı vardır bende. hatta bir sesi... müzik... aslında ben ona ritm diyorum, her şeyin içinde olan o ses.

bugün Beyazıd dan başlayıp istiklalden çıktım. ayaklarım hala sızlıyor. kediler gibiydim, köşe bucakları koklayan, kendine malzeme arayan... galata köprüsünde aşağıya sarkıtılan oltalardan çırpınan balıkları seyrettim yine. gidip gelen vapurları. koşuşturan bir şehir. aslında yeni hastalığım galata kulesinin dibindeki çay bahçesi. yaz kış bahçesi açık. önünde dikilen ipiri bir yapı. hatta Karaköy'den yukarıya tırmanırken daha bir sokaktan karşına çıkıyor gulyabani gibi. tüm sokak başını tutmuş. yukarıda çektiğim bir fotoğrafı var haşmetlinin.

geçen yıl doğum günümde, bir arkadaşım seni Galata'ya çıkaracağım dedi. yükseklik korkumu bir tarafa bırakıp bir hevesle kabul ettim. daha evvel girdiğim kulenin balkonuna hiç çıkmamıştım. marttı, ve çok soğuk esiyordu. hava gri... balkona çıktık... tanrım! bu muhteşem bir şeydi. avuçlarımın içi terledi, sonra ayaklarım uyuştu, gözlerim yandı. geriye çekilip duvara yaslandım, derin nefesler aldım. arkadaşım solgun yüzümü görünce görevlinin de uyarısıyla içeri girdik. ama her şeyi hatırlıyorum. kuyu,kule metaforum o manzara sayesinde oluşmuştur.

galata kulesinin manzarası şöyle: tüm İstanbul'u içine alan bir bakış. en derin yeri kız kulesiyle ve galata köprüsüyle olan açısı. bunlar birer haberleşme köprüsü gibi. galata'dan havalanan martılar kız kulesine uçuyor. aralarında bir şey var, biliyorum. İstanbul'dan saklıyor olabilirler bunu. fakat tüm bu manzara şöleninin içinde derin bir yokluk vardı. o da galata kulesinin manzaradaki eksikliği. evet, galata kulesinden İstanbul'u seyredeyim derseniz, bilin ki en önemli manzarasını gözden çıkarmışsınız demektir.

birinin anlattığı hikayeyi hatırlamıştım. bir adam sürekli büyük bir mimari yapıda vaktini geçirir, yemeğini, içkisini orada içermiş. bir gün sormuşlar ona, burayı çok seviyorsunuz herhalde, tüm vaktiniz burada geçiyor. adam cevap vermiş: bilakis, burayı hiç sevmiyorum, o kadar çirkin bir mimarisi var ki... sırf şehri bozan dış görüntüsünü görmemek için içine giriyorum. -buna benzer bir hikayeydi, tam cümleleriyle anlatamasam da... -

galata kulesi de bu hikaye gibi işte. içindeyken İstanbul manzarası hep eksik... elbette çok hüzünlü öyküleri de var. ümit yaşar oğuzcan'ın oğlu bu kuleden kendini atarak, 15 yaşında intihar etmiştir mesela. şairin bu intihar için bir de "galata kulesi" şiiri vardır.

kulenin dibindeki çay bahçesinin tek manzarası başını kaldırıp bakabileceğin kadar duvar yığını, kuleye dair. ama bildiğiniz bir şey var, o duvarlar tüm İstanbul'un ruhunu içine çekiyor her gün.

komik bir şey anlatayım :) balık pazarından geçeyim dedim. satıcılardan biri, yüzüme bakıp, abla hamsi de var, hamsi de diye bağırdı. içimden dedim ki, bu burun beni her yerde ele veriyor. mıknatıs gibi çekiyor hamsileri :)

sonra istiklal... ağzımın içine giren, iliklerimin içinde yürüyen insan yığınları... binbir çeşit insan, ses, yüz ve renk... yaz mevsimini özlemenin sebebi oldu, hava şartlarının bu yürüyüşlerimi kısıtlaması.

bu şehre her gün aynı yerlerinden aşık olmak çok yenileyici... ritm dolu...

-galata'dan at beni, in aşağı tut beni... kediler grubuma selam olsun... sevgiyle anıyorum kendilerini tek tek... -

.