29 Aralık 2009 Salı

...



her ağacın başka bir şarkısı vardır yağmurla. baharda, yazda ve sonbahardaki şarkı kış mevsiminde susar. yapraklar ağaçla besteledikleri şarkılarıyla giderlere toprağa. o güzelim şarkıyı söylemenin gururuyla kulaklarımızda o güzel şarkılarının sesini bırakarak...

bu çalan şarkı bir yaprak ve yağmu şarkısı gibi. günün şarkısı olsun.

d..f..

- bir pişmanlık içimde, yapmadığım şeylerden kendimi suçluyorum. gerçekten yapmadığım... -

27 Aralık 2009 Pazar

seninle ilk tanıştığım gün



tüm çocukların yüzüne değmiştir o tatlı yel, ekvatora yakın bir yerden eserek sıcağı özlemiş, serinliği özlemiş tüm taze yüzlere değmiştir bu yel mutlaka. benim yüzüme ilk değidiğinde başka birşey olduğumu hissetmiştim. uzun ağaçların olduğu bir ormanın tam altında olan evimizin iç bahçesinde ormandan kurumuş yaprak süpüren ablalarımın bağrışmalarını dinliyordum. rüzgar arada hızlanıp ağaçlara tutunan son yaprakları düşmeye zorluyordu. bir duvara yaslanmıştım ve o tatlı esintinin içinde ne olduğunu düşünüyordum. neydi yüzüme, ellerime değdikçe bana neşe ve çok tatlı bir hüzün veren şey? bu diğer rüzgarlardan değildi. üstelik çok küçüktüm ve aşkın ne olduğunu da bilmiyordum henüz. ama içime sığdıramamıştım onu, bir türlü isimlendirememiştim. çocukluğumun en çok özlediğim anısıydı o tatlı esintiyle tanıştığım o gün. çocukluğumu ve doğruğum topraklara beni en fazla çeken şeydi o ilk karşılaşma. sonra öğrendim. o esintinin içinde aşk vardı. aşık olduğumda da o esinti sarhoşluğunu hissederim. o şefkatli sarmalayıcı tüm hücreleri eline geçiren sıcak şey.

bu akşam yine karşılaştım onunla. üstelik aşıktım da. sonra, sonrası.. yok. çocukluğuma ve tüm çocuklara gülümsedim. sonra da sana... gülümsedim.

bu şarkıyı ilk defa dinledim. tıpkı o tatlı esinti gibi. koma amed - amediye

d..f..

- :) -

seninle ilk tanıştığım gün tüm aşklarımla tanışmışım meğer.

hayal dünyası ve gerçekler



bu başlıkla ilgili çok düşünmüşümdür. çünkü hayal dünyası sınır tanımyan, hayal zengini biriyim. hayal kurmak gerçekten çok önemlidir benim hayatımda. hayal kuramayan biri yoktur herhalde diye düşünmüşümdür hep çünkü hayalsizlik çok büyük bir eksiklik. ama varmış, bazı arkadaşlarım hayal kuramadıklarını söylerler.

hayalperestlik kendimi hatırladığım o ilk zamandan bu yana hep benimleydi. bu sebeple onu çok sık düşündüm. ve hayal kurmakla ilgili söyleyebileceğim en güzel ifade " hayaller gerçeklerin yapı taşlarıdır" sözümdür.

gerçek dünyanın sınırlılığı, şartları; olmasını istediğimiz, arzuladığımız birçok şeyi elde edemediğimiz için içimizdeki o sonsuzluk hissiyle kendimizi köşeye sıkışmış buluruz. bazen de merak edip de yetersiz kaldığımız şeylere ulaşmayı isteriz.

uzayda yürüdüğünüzü düşündünüz mü hiç? ayın üzerinde top oynadığınızı, uzay boşluğunda yüzdüğünüzü, satürnün halesinde bisiklet sürdüğnüzü... evet, elbette olmayacak hayaller bunlar hatta ütopya. ama ne önemi var, hayali hayal yapan sınır tanımamazlığı ve sizin kurgu dünyanız, sınırlarınızın genişliğidir. bu ütopik düşünceler, hayaller size yapabileceklerini hatırlatır.

kurduğunuz hayalin gerçeğe ne kadar yakın ya da uzak olduğunu kestirebilirsiniz. bazı hayaller sizi yatıştırır, bazıları sabretme sürecinizde sizi oyalayan, zaman kazandıran kurgular oluverir. bunları kendi yaşantımda çok sık yaşadım. sürekli iniş çıkışların olduğu bir dünyada iniş bölümüne geldiğinizde size çıkışları hatırlatan ve o tadı ve heyecanı yeniden verecek olan enerji anılar değil hayaller olur hep. hayaller yaşanmamışlıkların heyecanı ve ilkliğiyle doluyken anılar güven verici, güçlü bir mazi sunda da hüzünlüdür. ve yaşandığı için daha yüksek bir yaşam standartını istemektesinizdir artık. örneğin bisiklet kullanmışsanız motorsiklet için hayal kurarsınız.

ve elbette hayallerin de zaman içinde sizin değişiminizle şekil değişikliğine uğradığını görürsünüz. bazı hayaller günlük ufak şeylerdir bazıları ise tüm yaşamınızı kaplayan uzun vadeli ideallerin gerçekleşme arzusudur. zaman içindeki değişiminiz uzun vadeli yaşam hayallerinizde de değişikliklere yol açar. bu hayal değişikliği bocalamaya da sebep olur. çünkü uzun süre aynı hayali kurarken değişen bakış açınızla başka bir yol çizmişsinizdir ve yaşamdan başka beklentiler içine girmişsinizdir. o uzun zamandır kurulan hayalin yerini başka hayale bırakması uzun zaman alabilir. çünkü baştan sona bambaşka bir kurgudur.

hiçbir zaman hayalsiz kalmamalı insan. dünyanın sıkıcı ve can yakan gerçekliğinden kaçıp sığınacağımız yegane masal dünyasıdır hayaller. ve insan hayatında hayalden daha öznel başka bir yorum yoktur. anında oluşan koreografi, fon, replikler, roller... romancılar, hikayeciler, şairler hayal dünyasını en iyi kullananlardır herhalde. sanatın kendisi hayalden doğan, hayal gücünün sanatçıyı doğurduğu bir ilişki... gerçeğin tam kendisi taklit; yorumu ve dönüşümü ise hayal gücü ile yoğrulan başka bir ürün. işlenmişlik...

dolaysıyla hayal kurmak biraz horlanan ve güçsüzlükle yorumlanan bir iç dünya sanki günlük yaşamda.

istediğiniz birşeyin şiddetini ne belirler biliyor musunuz? hayal! hayalde ne kadar mutlu ve iyi hissederseniz kendinizi onun gerçeğini arzulamanız da aynı oranda şiddet kazanır. ve bu arzunun şiddeti sizi azme ve hırsa götürür. çünkü hiç bir hayal gerçeğin tadını vermez. gerçeğin o daha şidettli tadı için çalışırız. ama sadece hayalle yetinmek ve bunun için çaba sarfetmemek bir çeşit ruhsal bozukluk olmalı, zayıflık... özgüven eksikliği... hayalin gerçekleşmesi için çaba sarfetmeyenler hayalin işlevini özümseyememiş sefillerdir ve hayalin kırığını ruhlarına batırıp kendi yaşamlarını kanatırlar.

birşeyi gerçekten istediğinizde tüm kainat onun gerçekleşmesi için çalışır - jonathan bach7martı kitabından. bu cümleyi lisede okumuştum ve sonrasında olabileceğini düşündüğüm tüm hayallerimi gerçekleştirdim. küçük küçük... sonra büyük... ve biliyorum çok daha da büyüyecekler yaşamımda ben varoldukça.

ama değişen yön ve esen şiddetli rüzgar neyi için istediğimi soruyor ve emin olmadan karar veremiyorum. hayal kurmak kesinlikle bir incelik. estetik, ahenkli, zengin ve güç veren...

gerçekten iste, hayal et, sabret ve bunun için çalışmaktan vazgeçme. arada bir durup onu ve olabilirliğini sorgula. olmasını gerçekten isteyip istemediğini, içinde eskisi gibi canlı kalıp kalmadığını sorgula...

ah daha çok şey var da geceden sabahlara uçuyor sözler.

d..f..

- bir hayal bir yolculuk... gerçekleşmeyecekse hiç hayal olmamıştır -



lovefool... aşk ama kutsal kandırmacalardan değilim. istiyorum :)

25 Aralık 2009 Cuma

ölümün ve yaşamın varlığı

izlemeye geç kalınmış bir film izledim. "kız kardeşimin hikayesi"... filmin sonunda ölümü ve yaşamı sorgulayan kız şu cümleyi kuruyor "neden öldüğümüzü hiç anlamış değilim ve neden olduğumuzu da..."

annemin birkaç gün önce sohbet esnasında söylediği şeyi hatırladım. "ben küçükken hiç ölmeyeceğimizi zannediyordum. bir gün biri öldü dediler, o gün ölüm diye birşeyin olduğun öğrendim. çok korktum." bunu duymak beni çok şaşırttı gerçekten. hep dünyada yaşayacağımı düşünmedim hiçbir zaman. annem bunu hayatının hangi döneminde yaşamış bilemiyorum sanırım çocuklu dönemiymiş. ama her daim bir yaşam düşüncesinin varlığı ve ölümü öğrenmekle bir sonsuzluk kaybna uğramak bu dünyadan, tüm somut duyulardan...

sahi, bir gün biri gelip bize artık kimse ölmeyecek dese nasıl karşılardık? bu da başka bir korku değil midir, varolmanın o ağır yüküne bir dünya sonsuzluğu iliştirmek! bu annemin ölümü öğrendiği gün gibi korkutucu.

d..f..

-her gün yüzüne bakıp kuşa daha çok benzediğini farketmek benden gökleri kopartıyor, çalıyor. ölüm var anne ve ne mutlu ki sadece senin için değil, benim için de var. "montana'da"...-

21 Aralık 2009 Pazartesi

şiddet şiddet şiddet


"şiddet meyalim vallahi dertten" filmin ismini unuttum, aptal saptal bir filmdi, haluk bilginer ve özgü namal oynuyo diye izlemiştim. ama bu replik aklımdan çıkmıyor hiç. kendimden birşey bulamsaydım, içimden birşey çoktan unuturdum herhalde. tabii filmdeki şiddet öldüresiyeydi. oysa bendeki şiddet daha başka. bir dönem kendimi dünyanın merkezi sanmak istemiştim. - bu beni güldürüyor gerçekten, aptalca, aptallığıma - aslında bir çeşit savunma mekanizmasıdır dünyanın merkezi olmak. sen ve diğerleridir herşey. sen merkez olunca diğerleri de sana tabi oluyor. evet, doğrusu bu durum kendine güvenin mi aslında gerisinde yatan güvensizliğin belki de bir tezahürüydü. aslında tezahür de doğru tasvir değil, kılıf demek daha doğru olur bu zaafiyete.

şiddet duygusunu bende kederden orataya çıkıyor gerçekten. keder kadar şiddetleniyorum ama bu şiddeti dışa vururken çarpma savurma değil de öyle cümleler kurmayı seçiyorum. ve bağıran şarkılar, kulağımı patlatan elektro gitarlar duymadan sakinleşemiyorum. içimde tek ayağı kırık bir kısrak var ve onunla koşmak gerçekten çok güç. ama koşmayı öğrenince de ağrısı sevke dönüşüyor.

şiddet... fiziksel bir enerjide var içinde elbette. deliye dönen parmaklarımın harfleri onlarca kez aşındırması değil bu fiziksel eylem, bir uçtan bir uca yürümek, konuşmadan, durmadan... 20 25 kilometre... öğrenciyken bir terasımız vardı. çok yağmur yağardı kışın orada. terasa çıkar saaterce açık havada dolanırdım ve bir yanım da donardı soğuktan. şimdi eskisi gibi enerjik değilim ha, üşümemek için hep yürümeliyim.

işte başladı o şarkı yine. alanis morissette... - http://www.youtube.com/watch?v=dR6mEu5-egA&feature=related - artık rammstein dinlemiycem. "pusy" den sonra çok itici geldi. orjinal izleyeceğim diye neyseki sonuna kadar gidemedim. gerçekten faşistler. faşizm cinsellikte de vardır. en azından yeni albümlerini ve sonrasındakileri dinlemiycem :))

d..f..

-şiddete meyalim vallahi bu kez başka-

evet arkadaşlar şiddeti cümle içinde kullanalım iyice anlamak için: bizim şiddetimiz var, annem bana şiddet aldı, ben yolda şiddet gördüm.. aman allayim, sonuncusu beni gerdi-

- kendi yazıdıklarımı okumaya katlanamıyorum. bu sebeple imla kural ihlallerine ve yazım yanlışlarına, cümle düşüklüklerine kusur bulun da tembelliğime bulmayın nolar-

20 Aralık 2009 Pazar

ah merlot


bizim mahalleden geçerken görmüşler seni.
gölgesi güzden dökülmüş
bir tarih ağacına sallıyormuşsun.
kadınlar şişman kadehleriyle koşmuş.
yerçekimsiz üzüm dolduruyormuşsun.
benim kadehim aynadan merlot...
dolan değil boş kalandır y/üzümde.
bu yüzden hınç yapar
dudaklarımla emerim yerçekimini.
ah merlot!
üzgün kadınları güldürürken yakalamışlar seni geceleyin.
oysa kırmızı dengim renk değildir.
hani göğüs uçlarımız polenlenir,
dirseklerimiz gevşemiş yay...
dilimiz gıdıklanır ya merlot, çişimiz akıllanır...
sen mahalleden geçerken,
perde arkasından izlerim seni.
dudaklarım kıvrımlarında baygın bir tane
kabuğundan soyunmuş bir inciyim gece yarısına.
bakma kırmızı kırmızı merlot!
allanır pullanırım koynuna, kıskanır diğer kadınlar...
ah merlot!
d..f..
- bu önceden yazılmış bu gece ol'muş bir tandedir. -

18 Aralık 2009 Cuma

guggu kuşu

birkaç saat önce, tv de bir kanalda masonlarla ilgili bir program izliyoruz. bir tarihçi birkaç akademisyen... annem fındık kırıyor bir yanda. reklam arası giriyor o esnada ve ablam kanalı değiştiriyor. iki sevişken insan iştahla öpüşüyor çıkan ekranda. annem bir anda irkilip "masonlar mı öpüşüyo" diye şaşkınlık içinde soruyor... biz gülüşme halindeyiz.

akşam dayımızı ziyarete gittik, 75 yaşlarında belki daha fazla. çünkü son zamanlarda yaşı hep geriye doğru sayıyordu sanki. çünkü yaşam bu aile için çok tatlıdır. yaklaşık bir ay önce bize gelmiş, koyu bir sohbet dönmüştü. çocukluğundan girip siyasetten çıkmıştı. sonraki hafta çok sevdiği o sohbetli geceyi tekrarlamak için bize gelirlerken fenalaşıyor. ziyarete gittiğimizde hiç konuşmuyordu, sadece yatıyor ve bize bakıyor. ablam dayanamayıp ' dayı neden konuşmuyorsun, yoksa bize küstün mü?' deyince zar zor birkaç cümle kurdu. odadaki kasvetli hava biranda dağıldı. iyi olduğunu, iyileşip bize gelmesi gerektiğini söyledik. dinlenmesi için yanından ayrıldıklarında ben odada kaldım. bir süre baktım. yüzü çökmüş, iri göbeği ve göğüs kafesi oyuna koşan çocuklar gibi heyecan ve hızla inip kalkıyor... ama yan tarafa düşen ayağını toparlamaya takati yok. oarada, uyumadan yatıp gözlerini kapadığı odada neler düşünüyor kimbilir? ve zaman onun ruhunda hangi hızla akıyor, hangi telaşla? yorganı üzerine çekip alnını sıvazladım. incecik ter tabakası ve sıcak.... ne güzel bir insana dokunduğunda sıcağı hissetmen. üstelik endişe ve korku içindeysen biraz da. sıcak, sımsıcak...

annem trafik kazasında ölen bir gencin haberinde üzülüp yaşama duyurmaya çalışıyor. 'insan hangi yaşta olursa olsun, hep yaşamak istiyor' diyor. içimizdeki sonsuzluk cipi, bu duyguyu ruhumuzda salgılayan herhalde. ölmeyi isteyenlerimiz de içlerindeki o sonsuzluk hissinin sesinden kurtulmak isteyenler. çünkü çok zor bu hisle bu dünyadan gideceğini bilmek. ötesi bir muamma ve mahfuz.... nasıl bir alem, bu aleme nasıl uyum sağlayacağız düşüncesi... bu sonsuzluk duygusu ne garip birşey. beni tanrıya bağlayan ikinci önemli bağ.

derken annemin özlediği bir köy manzarasını anlatmasını hatırladık. bir kuş vardı diyor, 'guggu guggu' diye bağırırdı. gözleri kısık, incelmiş dudağını uzatarak gukku kuşunu düşünüp onun naif sesini çıkarıyor bizlere. ve ekliyor. ' guggu guşini kim önce duyarsa onun işleri rast giderdi'

d..f..
- guguk saati ha...-

17 Aralık 2009 Perşembe

ritmin tutkusu, varlığın şiddeti...

bu dürtü, acının içkinliği acıyla. acıdıkça acıtmak istersin. acı varlığını hissettirir, kendini hissettiğin en güçlü an acıdır. bu bir varlık savaşı acı çekerken acı verirsin ve savaş büyür. acının şiddeti varlığının büyüklüğünü ifade eder. kendini dünyanı merkezi hissedenler en çok acıyan ve acıtanlardır.


acının sesi bu, varlığa dönüşen tutku...

acının sesini en gür çıkaran şey ihtiras olsa gerek. elinin yetişmediği, dokunamadığının merakı ve iştiyakıyla.... elinle dokunamadığına hayalinde ruhunla dokunursun, özgür ve sıradışı. bir evren vardır, sonunu merak ettiğin. sınırlılılığını başka bir sınırlılık içinde bildiğinde ihtiras artar. orda bir evren köşesi var uzakta, gitmesek de gelmesek de orası da bizimdir. işgalci bir yapımız var ya, merkeziyiz her içimize aldığımızın ve içine girdiğimizin. elimizin yetişmediği o yerlere dokunabilseydik kesip biçmek isterdik yıldızları yerinden bir sevgilinin saçına tac yapmak için. değil mi? merkez olduğunu hissettirip merkez olduğumuzu da anlatmalıyız.

acıttığın kadar büyüksün, acıdığın kadar büyük...

-esperanza fernandez 'tangos' ta paco fernandez le ritim veriyor acıya. tellere vuran parmaklara ve kadının yüzüne bakın. -

16 Aralık 2009 Çarşamba

noktalı sataşma

tanrım! hiçbir yere yazmasam artık! bir eylem olarak yazmasam ve öncesinde düşünmesem... ah delilik! kıvrak ve ucube yol, ötesiz ve berisiz hal... şiddet şiddet şiddet... doğur, seviş, öldür, öl... edilgenliğimizde doğurturken bile şiddetin içindeyiz.

annemin yüzü son aylarda bir kuş gibi. güvercin. bakışları kanatlı, gülüşü tüy gibi hafif. sesi güneşli havalar. şiddetli bir huzur, şiddetli bir yaşama sevinciyle dolu, ne mutlu!

eski bir şehre gittim, yolculuklarda neyi kaybetmek istediğimi düşünerek.. tren iştahlı bir boğa gibiydi yolda. zamanın dışardan hızlı geçtiğini hissettim.

..ve anlatırken derinliği... yaşamı bir sevişme arzusuna sıkıştırıp ölü bedenleri yığıyoruz kapı ardlarına. bak şurada duruyor biri, dilinde yusufcuk kuşu, sokulup ölmüş kapımın menteşesinde. gömemiyorum. kanatları bende, göğe onlarla yükseliyorum. derinlik dedim dinleyene, hani bilmek gibi ağrının dilini yaşam alanında. sahi, ne demiştim şimdi hatırlayamadığım :)

gidip uyuyayım ha! kirpiklerim dökülüyor uyanıkken boyuna.

-üç noktanın belirsizliğini öpeyim. şurda bir okkalı (...) siz beni hiç duymayın, dünyayı kafesleyen soyut matematiğe geçireyim-

istisnalar kaideyi bozmazmış, kurunun yanında yaş da yanarmış. genelleyen dumura (...)

'seviyorum sizi çıldırasıya'

d..f..

15 Aralık 2009 Salı

yaşam dediğimiz ağrıya bir sorgu

yazmak, yazmak, yazmak... neden yazarız yahu? derdimiz nedir bizim? daha dün gece, başım yastığa düşer düşmez başlayan bir yolculuk. saatler ilerliyor uyku yok! yastığa değip hışırtayan gözkırpıştırma sesi kipiklerimin, kulağımda irileşiyor. uyandığımda dökülen kirpiklerimi buluyorum yastığımda. uykusuzluktan ölen kirpikler...

bir anlam uydurmaya çalışıyorum kendime. içinde tüm sorularıma bir paye biçebileceğim iri bir anlam! neyin peşinden sonsuza kadar gidebileceğimi düşündüm. -tanrı olabilir mi? hayır!- aşk diyorum, bittiklerine şahit oldum. bir çekim gücü, cazibe merkezi olmalı mutlaka... kirpiklerimin müziği eşlik ediyor. evet, merak neden var? merak...

evrenin varoluşunu/yaradılış sürecini merak ettiğimde... 'big bang' dedi bilim. büyük patlama. o patlamanın yorumunda bir seçim yapıyorsun, yaradılış mı tesadüf mü? içimde sezgisel bir çekim, tesadüflerin anlamsızlığını ve sebepsizliğini hazmedemiyor. bir doğal sistemler zinciri içinde bir tesadüf bile diğer sistemlerin nizami çalışmasına ihanet ediyor gibi, eğreti... 'kün fe yekün' ile big bang... sıfır hacimli bir kara delik ve onu dışa çeken muhteşem bir güç, fiziksel olarak formulüze edildiğinde sıfır hacim 'hiç'e tekabül ediyor. sonra evren genişliyor diyolar bilim. dışa doğru açılıyor daha olduğu o günden beri. sonu neresi, nasıl bir son olacak? ya açılıp merkezin çekim gücünden kurtulacak ve savrulacak ya da tekrar içine doğru kapanacak. dünya içindeki fizik kuralları evrenin prototipi gibi. gitikçe genişliyor evren hem de tüm sistemleri aynı muhteşem dengeyle. nedir sürekli bir oluşa tekabül eden anlam? kimi doğa kimi tanrı isimlendirmesiyle kabullenmiş.

tüm bunlara yani tüm bu oluşuma ve devamlılığa bir başka bakış açısı da katmamız gerek. çünkü o bir dil, güçlü ama kavranması güç bir dile sahip. insan kalbi ve evren birbirine paralel varlık gösteriyor. evren gibi genişliyor kalp de. ve içinde binlerce aşk yumağı, harlanmış, tutuşmuş, yanmış, vaktiyle sönmüş aşk ocağı -yıldızlar- var. ruhumuzda beliren bazı ışıkların yanıltıcı olduğunu -sönmüş yıldızların yadigar bıraktıkları ışık yolculuğunda- anlıyoruz zamanla. aynıyız evrenle, aynı, itiş kakış, çekim ve yok oluşlar yaşıyoruz, hafızasal, kalpsel, ruhsal... evrenle aynı big bangta doğmadık mı, aynı 'kün fe yekün'de? muhteşem bir şiirin farklı dilleriyiz sadece.

o halde en başa döndüğümde şunu soruyorum kendime. aşk için değilim burada. ama aşkla devam ediyorum hep, varolduğum sürece. varlığımı anlamlandıran ve evreni de dışa doğru genişleten o 'merak', ötelerde nelerin olduğu...? değil mi? içimizde 'merak'ın olmadığı bir günün nasıl geçtiğini düşündünüz mü hiç? karanlık geçer, çok karanlık! yeni bir hareketi ve öğretiyi ekleyemediğimiz günün ne kadar anlamsız ve yavan olduğunu, kirpik hışırtılarının gecemize müzik olduğu zamanlarda merak değil midir bizi oyalayan? perdelerin ardı, nelerin olacağı, yorumlarımız beynimizde bitip tükenmeyen. tıpkı bakılan fallara duyduğumuz merak gibi.

bizi sonsuza kadar götürecek olan teş şeydir merak yani bilmek. bilmek arzusu. o aşkın özüdür. çünkü kutsal kitapların metinlerinde tanımak sevmenin ilk şartıdır der. bu cümle üzre düşünelim tekrar. evren dışa açıldıkça işgal ediyor merakıyla bilgiyi. içine alıyor genişledikçe. içine aldığını seviyor ki bütünleşiyor genişliği. tıpkı kalbimiz gibi. bildikçe tanıyor ve seviyor. sevmedikçe yıldızlar gibi söndürüp alıyor aşkını sıcaklığından, buz gibi anlamsız bırakıyor. oysa buzun anlamı da bir karşı anlamın gücünün varlığıdır ve şiddeti. bilmek, aşkı anlamlandıran ve içine nedenlerini de alan bir big bangtır. her yeni bilgi yepyeni bir yaratımdır. bilmediğin yoktur çünkü. bilgi senin ona müdahil olup, kavradığın anda, varlığını anlamlandırır ve bildiğinin varlığı da tarafından tanınır yani var sayılır.

ben bilgi için varolduğumu ve onun için yaşam yolculuğumu devam ettirebileceğimi kavradım. ve bilgiye tat veren aşk, çok acıtmadan bir genişlemeye yarıyor. evet aşk ve acısızlık... bu aşkın tanımı bir kadın ya da erkek bedeni olarak tanımladığımızda yukarıda yazdıklarımın hepsi buharlaşıp yok olacaktır.

bu noktada derinlik, kuyu ve kule metaforlarımı biraz daha irdeleyip buraya aktarmak isterim.

ama bunu yapmadan dün gece kavradığım bir bilgiyi daha not alayım. şiddetin varlığı. malum son günlerde çok fazla yaşamımızın içinde oysa şiddet her an varolan bir eylem rengi... oya baydar son aylarda çokça severek takip ettiğim ve düşünsel gücünün sağlam ve insani zaviyeden yüksek beğeni duyduğum bir münevver. 'mücadele' kelimesi savaşı anımsattığı için ve savaş literatürüne ait olduğundan onu kullanmak istemiyorum diyecek kadar militarizme ve savaşa karşı bir münevver. varlık...

farkettim ki şiddetin varlığını kabul etmemek ve onu tanımamak, ona yaşam alanı vermemek, şiddetin kendisi gibi, şiddete denk bir eylem! aman tanrım :) şiddetin varlığını tanımama şiddeti... oysa doğanın dilinde, tüm yaratım sürecinde 'şiddet' hayati önem taşır. evrendeki tüm varlıklar, varoluş süreçleri içinde onlara varlıkarının anlamını ve işlevselliğini katan özelliklerini hep bir şiddet sonucu kazanmışlar ve şiddetle bir çeşit sınır atlayabilmişleridir. efendim bakınız doğum, ölüm, kazalar, sel, deprem, fırtına gibi... bu noktada şiddeti yok saymak ya da tanımamak, şiddet içeren cümleleri kullanmayarak hümanist bir yaklaşıma soyunmak aslında insani yönlerimizin kaba bulduğumuz kısımlarını tanımayarak kendimizi eksiltmemiz. doğal yaşamın bir parçası olan şiddet olgunluğa giden yolda varlığı eviren ve dönüştüren çok önemli bir kavram. belki de en çok bu noktada şiddet hümanizm için varolmalı. -savaş kavramının bizzat kendisini bu şiddet tanımının içinden soyutluyorum çünkü henüz onunla ilgili sorularım çözülmüş değil-

biraz uzun oldu farkettim :) ama yaşam dediğimiz bir ağrımız var madem ona şekil vermek için sözü kısaltmak malzemeden çalmak gibi manidar (!)

çok çok eksikler var yukarda eklemeyi unuttuğum çünkü uykusuzluk içinde debelenen akıl sızıp ayıldığında veri kaybına uğrayabiliyor, affola aklım affola...

-yazmak için yazmadım, neden yazdığımı yazdım. ölen kirpiklerimin mezar taşına methiyelerdi-

6 Aralık 2009 Pazar

kuyu



Günlerdir ağır bir uykudayım.
Duvara dayadığım bakışlarımla
Babamın kuyusundan can çekiyorum.
Can çekiyorum ‘la havle’
Ölü gözlü balıklar,
Solungaçsız adamlar
Kahırla örülmüş saçlarından tırmanıyorum
Saçlarım dökülmüş karanlıkta.
‘la havle’ baba!
Gücüm yok,
Sana yalan söylemeyeceğim.
Benim neslim duyurmayı bilmiyor
kuyulara itirazım var baba, ‘la havle’

Kuyuya kar yağıyor
Saçlarını seyrediyorum
Ellerim kanıyor tutunduğum beyazdan
Karanlığına siliyorum.
Bir nefes sokuluyor koynuma
Sıcak, diri ve çirkin…
Beni babama bırak diyorum
Uyku uyanıyor sırtımdan
Sıcak bir bayram gününe hafifleyerek...
Amcam, öldün demek!


Babalarımız gittikçe eksiliyor kardeşler,
Durmaksızın bir ademe dayanıyoruz.
Zamanın akbabaları,
Babalar öldüğünde anaların zamansızlığına sığınacağız.
Gözlerimi kırpıyorum
An ve an kuyu…

Tanrım! la havle babasız doğan her yeni güne!
Tanrım! la havle babası doğan her yeni güne
Kaybetmeyi öldüğümüzde öğreteceğiz.

d..f..

- gözlerinde en iri kuyu, çek beni saçlarından al içine ve uyu/t -

18 Kasım 2009 Çarşamba

kadavra

bu uzun süredir üzerinde düşündüğüm birşeydi. zaman zaman bazı pragraf aralarında ona dair cümleler, anlamlar bulup onnun karşılaşmak bana düşünmenin devamlılığını sağlıyordu.

siyaseti hiç sevmediğim halde 12 yaşımdan beri ilgi duydum, dışında kalamadım. en aktif olduğum zamanlar esasen en pasif düşünce sisteminin içinde olduğum dönemmiş farkettim. okuduğum hiçbir kitap orwel in 'hayvan çiftliği' kadar güzel oturtamadı kafamda politikanın o sert resmini. bu gerçekliği toplumsal bir böcekleşmeydi aslında. yakın zamanda kafka nın dönüşüm ünü tekrar okudum. biri toplumsal biri bireysel bir yabancılaşma durumunu iç içe kapsayan iki sistem yığını gördüm. hayvan çiftliği dönüşüm den çok daha iyidir. toplumun kendini unutmasını, yabancılaşmasını hikayedeki eşek karakterinde çok iyi görürüz. samsa dan çok daha fazla can yakar. ama bu iki kitapta da bireyin iç dünyası ve kendinden ötekine dönüşme hikaysi yeterince içsel ve sorgulayıcı değildir. orwel 1984 kitabında aynı kurgu içinde hafıza kaybına uğramış bir toplumun içinden sorgulayarak kısır bir döngünün ve tüm doğru bildiklerimizin aslında değişebileceğini resmetmişti. dönüşümden çok daha içsel ve hırpalayıcıydı. fakat tüm bunlara rağmen hep bir eksik nokta vardı bana kalsa. bireyin iç kutuplaşamalarında içine girmeye cesaret edemediği bir sorunun cevabı... doğruusunu isterseniz o soruyu ben de henüz bilmiyorum ama zaman zaman kontak kurduğum sorunun tüm belirgin hatları için beklemeyi uygun görmeliyim. ımm, iyi olan kazansın diyorum ukalalık değil de içindekine güvenmekle...

artık yalnızlığın on
larca tanımını yapabilirim. bildiğim birşey var ki kimliğimin bana yaşattığı yalnızlık farklı kimliğin yalnızlığıyla aynı renk değil. ama ağırlığı, özkütlesi, kimliğime dahil oluşuyla varlığıma kattığı anlam kadar büyüyor o yalnızlık. burada kendime sormam gereken çok soru varken en önemlisi şudur: verdiğim cevaplar aynada kendime bakarak dillenebilir mi? kendimin cevapları kendime ne kadar inandırıcı? insanın kendine dürüst olması -herşeye rağmen- bazen kimlik bilgilerinden bazılarını yok saymakla ilgili olabilir. işte yalnızlığın tanımı, ötekileşme, yabancılaşma tam da bu noktada derinliği ve yarası ciddi ruh ritüelleri sonucunda o çıplaklığını sana açar. ve 'sen' orada, kendine 'sen' olmakla yaşamının en önemli gerçekliğini anlamlandırmış, diplomatik dille tanımış oluyorsun.

bir gün bir hikaye yazacağım, içinde kendi hayat kadavram... sahi kadavra demişken... ölümüzle ne kadar barışığız bilinmez. hayat kadavrası bir kalbur samimiyeti bir öteki beriki çatışmasından kalan ruh posası...

d..f..

9 Kasım 2009 Pazartesi

mim


kelimeler bulut
gri yüzümün rengi
ve yola düşemeyen yolsuz ayaklarım da...
şehir uyuttu tüm acıları
bir beşik sallanıyor uzakta
doğacak bebek için.
bebek tanrı yüzü, elleri peygamber..
kutsal damar akıyor ılgıt,
kesileceğini bilmiyor bıçak
bilmiyor kan onu da kanatır.
terkediyor kuyuyu yankı
duvarlarını acıtarak karanlığıyla
geldiği yere dönüyor.
yalnızız,
bir kuyu kadar delici
bir kuyu kadar suskun.
tüm varlık kendine dönüyor işte.
kendime dönüyorum ben de
yolsuzluktan.

acı bir abdest alıyoruz,
tutmuyor isyanda, kaçak...
dirsekleri batıyor göğün.
ah baldırlarımız, sırtımız işgalde
savaş kokuyor apış aramız.

kokladık dilimizi, acı.
kokladık sesimizi, acı.
koklatmadık acıya gülüşümüzü,
yavan ekmek kokusu.
deneme tahtası değil tabut.
bağışlayın,
an denendi ve gitti deminler.
acıyarak, doğmayan dönüş yolları
terketti ruhumuzu.
ruhumuz ölmedi,
bıçak kanadı.

sevgilim zaman,
şahdamarım,
tanrımın şımarık kulu!
körleri de bağışla.
'andolsun asra' ki
köprüler kirli sularda boğulacak.
d..f..
- mim -

yaşam beni buldu



sözcüklerin içi yağmur...
kelimeler şimdi
birer edat sayıklaması..
'ya' karanlığı delsin kanatlar
'ya da' uzlaşalım güneşte,
'veya' çınarların yaşlarına ağlayalım
'ama'
'artık' tutunalım bir yere
ay ışığı 'gibi'...
ellerimizle...

gün 'ile' yüzün perdesiz
've' aşk bakıyor sedef işlemeli pencereden.

uyan de bana!
de 'ki' vuzuhsuzluk kan pıhtısı
topraktan bir yama kurban,
can döşeği ruhta kambur...

neden, bulgu yaratır.
terlemiş sorular
cevapları yeşertir.
neden dedim
yaşam beni buldu.

sözcüklerin içinde
kemirilmiş düşler var.
şimdi bir edat sayıklaması gece..
'fakat' su sesi çalıyor yılgı,
durgun, yeşil, yolsuz, aç..
ah budala ölüm,
yaratılalı ne çok oldu!
neyi bekliyorsun?
ağıtlar yazılmış uykularda,
uyandır!

d..f..

- uyuma, yaz diyor sığamamazlık. uyuma yaz, çok geldi bu gece vakit. unutmak için kelimeleri, birbir diz hepsini bir ipe. dil habersiz, kalem elsiz, gözkapaklarıma sığınmış soru işaretleri, cevaplarım uyuma diyor, bizi yaz. 'ama' anlamlarım çok yorgun, çok ağır geliyor bu baskı. gitmeliyim .. -

8 Kasım 2009 Pazar

gece vardiyası


çocukluk kabuslarım vardı. iri gövdeli eşyalar, gücümün yetmesi ihtimal dahilinde olmayan şeyerdi, benden istenen rüyalarımda. öyle bir psikoloji yaratırdı ki üzerimde bağırarak uyanırdım. sonra o rüyanın nesinden korkup ağladığımı düşünürdüm. hiç bulamadım. hala çok büyük eşyalardan ve yapılardan korkarım. sarılıp, belini kavrayamayacağım şeyler benim olmayacak şeylerdi çünkü bunu bu gece anladım. bir çeşit yükseklik korkusu bu, umutsuzluğun yüksekliği...

tanrı çok tuhaf. ona bazen 'neden' diye sorduğumda bana genişleyen evreni gösteriyor. cevabın orada diyor. kalp evren gibi genişliyor zamanda. sığmazlığa kendi çaresi açılımı var. ben sadece onu mecburi taşıyan bir yarayım. iyileştikçe ruhunda yeni yaralar açılan kocaman bir gedik kalbim.

bu gece bugüne gelen yaşamımın en zor dönemini yeniden yaşamış gibi oldum. öylece geçti içimden. duymaktan en çok korktuğum şey, işte o kabus gibi hala seviyor olma ihtimaliydi. çünkü unutmayı hep şüpheyle karşıladım. kendime sormaya korktum.

benim kabusumdu o aşk. kalbimde kocaman bir eşya gibiydi, sarılıp sahiplenemediğim. zaten hiç benim olmadı da. bazen yüzü rüyama girince o kabus gibi korkarak uyanıyorum. hep nedenini merak etmiştim bildiğim halde. ne cevap verirdi aceba? bu acıyı yaşatmış olmanın sebebi neydi? bu çok kanlı bir savaştı, sürekli kalbi öldürüp sağalttıkça yeniden iç kanamayla sökün eden... bir gelgit heyulası... bunu bana neden yaptın?

şimdi sorumun içinde başka anlamlar da var. çünkü sorumu tanrıya soruyorum artık. ve o bana evreni işaret ediyor. bunu hep söylemişimdir 'güneşin içindeki enerji aşktır' diye. güneşin zamanı dünya zamanıyla eşdeğer değildir. aşkla dönen bir pervane, yandıkça harı artan... işte bu yüzden diyor tanrı. sen yandıkça içinde yeni yaşam alanları kuruyorsun. yeni insanlar doğuruyorsun aşkın sıcaklığıyla. bu aşkın devasalığı, kapsamı...

birgün pişmanlık duyar mıyım bilmiyorum? ama hiçbir yaşanmışlığı ruhumdan tecrid edemiyorum. onlarla bütünüm. ve onun doyumsuzluğu benim aşka doyumsuzluğum gibi.

çektiğim acının sefasını sürüyor ruhum bugün. yaşamı tanıyarak...

d..f..

- 'de ki' tanrı herkesin öz sevgilisi -
- teşekkürlerimi bırakıyorum es es ;)

6 Kasım 2009 Cuma

kendi kendine konuşmak








kendi kendimize konuşuyoruzdur mutlaka. ben en çok şahsi günlük işlerimi yaparken konuşurum kendimle. öyle dalarım ki bazen konuşmaya yaptığım işi bile unuturum. bazen oturup rahat rahat konuşmaya devam ederim.

son zamanlarda kendimle değil, başka biriyle konuşmaya başladım. öyle derin konuşmalara girdim ki onunla verdiği cevapların da bana ait olduğunu unuttum. ama o kadar emindim ki o cevapları vereceğine, bu yüzden hiç kendi kendime konuşur gibi hissetmedim. sonra gün geldi, onunla gerçekten konuşma vaktim çattı. ama konuşacaklarım o kadar çokmuş ki meğer sabaha kadar uyumayıp neredeyse konuşmaya devam ettim. en son artık uyu, sonra devam ederiz diyerek daldığım rüyada beni kendimle bıraktı.

evet, bugün kaldığımız yerden devam edeceğimiz gün. buna tanışmak değil de kendimle karşılaşmak diyorum. ama insan kendiyle karşılaşmaktan bu kadar mı heyecan duyar?

d..f..
- geç kalacaksın gene, acele et-


1 Kasım 2009 Pazar

giden kadar büyüdüğünde yalnızlığın, dönersin...


camlar ne kadar da kirlenmiş. orada, arkalarda bir yerde güneş var. uzun saçaklarıyla, eteklerine mevsimler doldurmuş. sürekli konuşan bir adamı dinliyorum. yalnızlığı çok geveze, çok bitimsiz gibi duruyor anlattıkları.
dün gece tam uyumuştum ki bir yüz gördüm sırtı dönük. sol tarafa döndüm kalbim ezilsin diye ağırlığımda. ve şunları yazdım duvara benim harflerimle: "öyle derin unuttum ki seni, isminin harfleri silindi alfabemden."
sonra yüzümü sana döndüm. yalnızlığını okuduğum yüzünde başka sözler not aldım avucuma. beni de anlatan sözlerdi. gidenin yeri, yalnızlığı büyüterek dolar. bir deliktir o gidiş. vakumlu odaya açılan kapkara bir delik... içeri hava girdikçe aşkın nefessizliği boğulur. karşılaşma anında delik genişler ve büyür. göğü görürsün. sonra içinden çıkıp kendini terkedersin. ama o deliği bir koza gibi taşırsın sırtında. bir gün yalnızlığın giden kadar büyür. o zaman kendine geri dönersin. gidecek başka yalnızlık kalmamıştır.
bu adam bu şarkıyla bana neler yapıyor böyle.
d..f..
-ve sen daha ne kadar büyüteceksin yalnızlığını?-

pelin batu ve kabak dolması varyasyonları





















aslında buraya magazin tarzı şeyler almak niyetinde değilim ama sadece ve sadece bu sözlük entry sini girmekiçin şeyettim efendim. ülkemizin aydın/entelektüel 'varyasyon'larından -onun deyimiyle- biri. aşağıdaki entry e o kadar güldüm ki, daha fazlsı mümkün değildi, elimden gelen buydu, sizin elinizden daha fazlası gelirse lütfen sakınmayın :))

pelin batu başlığı, 413. entry

derya baykal'a çıkmıştı bir kere. kadınlar orada bir şeyler üretmeye çalışırken bu kızımız "hıım ben pek sevmem bunu" dedi durdu programda. her lafa muhalefet olmak için çabalamıştı. ancak şu diyaloğu asla unutamam.

derya baykal: evet pelinciğim kitabında neyi anlatıyorsun, söyler misin?
-kelimesi kelimesine aynı değil ancak aynı bu şekilde ilişkisiz kasıntı sözcükler yanyana.
pelin batu: ııı evet, şimdii bu kitapta rüzgarın çeşitliliğinin öznelliğimdeki varyasyonlarını anlatıyorum. çıkış noktam ise çıkışsızlığımın verdiği ııı zevk ve acının yarattığı ironinin beynimde estirdiği hayat tınısı olan ııı rüzgarlar ııı.
derya baykal: hııııım. eveeet şimdi kabak dolmasına ne koyuyorduk cemal usta?

vallahi ben de pelin batu ya uğramadan geçemeyeceğim. bu kadın popüler kültürün en dişi mantarlarından biri. hangi akla hizmet bir entelektüel aydın dayatmasına giriyorlar anlamış değilim. murat bardakçı bey! bu hatunun yanınıza ne işi var allaseniz, ben şahsen onu o tarih programında gördükçe izleyici reytingini artıracak dişi bir tv çekici olarak algılıyorum. bu ülkede onca değerli entelektüel kadın varken pelin batu nun 'ıııııı'layan kültürünü ancak ahmet hakanlara yutturursunuz. ah medya vah medya...

programı izleyenler bilir, varyasyon tipik bir pelin batu kelimesidir. ezberlenip bol bol cümle içinde kullanılarak günlük dilde aydıngeçinir bir hava katmak içüüün sıkça kullanılır tarafından.
d..f..

31 Ekim 2009 Cumartesi

bir film, bir öykü, bir şair...




geçen gece izledim bu filmi. kanalı hatırlamıyorum, öylesine bakarken bir anda filmin içine girmişim. konu sylvia plath isimli bir şair kadının hayatını konu alıyor. fazlaca depresif ve içsel ama insanın içini sağan bir gerçekliği var. şair sylvia gibi gıwen paltrov un oyunculuğuyla ilgili bişiyler de yazasım geldi. nasıl tarif edilir bilmiyorum ama bu kadının birçok filşmini izleyen biri olarak; yüzünde tuhaf bir duruluk, durgunluk, sylvia nın depresifliğini en iyi yansıtacak tüm yüz harcının malzemesine sahip bir oyuncu film adına. oyuncunun yahudi olduğu ve coldplay kurucu ve solistinin de eşi olduğunu duyunca biraz şaşırdım.
sylvia nın ismini intihar eden şairler arasında duymuştum. film hikayesiyle garip bir de empati içine giriyor insan. güzeldi velhasıl. en güzeli de görsel bir 'ruh hali' ziyafeti vardı oyuncunun yüzünde. şairin bir şiirinden alıntılama yapayım.
Ölmek
Bir sanattır,
diğer her şey gibi.
Üstüme yoktur bu konuda.

Bir hücrede ölebilmek yeterince kolaydır.
Orada ölebilmek ve kalabilmek yeterince kolay.
O teatral.

Geri dönüş gün ortasında
Aynı yere, aynı yüze, aynı kaba
Eğlenen haykırışa:
”Bir mucize! ”
Beni bitiren budur işte.
Bir fiyatı vardır oysa
Yara izlerimi görmenin, bir fiyatı
Tıkır tıkır çalışan
Yüreğimi işitmenin-

Ve bir fiyatı vardır, yüksek bir fiyatı
Bir sözcüğün, bir dokunuşun,
Ya da bir parça kanın,
Ya da bir parça saçımın ya da giysimin.

Eriyip, bir feryada yapışıyorum.
Dönüyorum ve yanıyorum.
Sanmayın ki yüksek kaygılarınızı küçümsüyorum.

Kül, kül
Savurup karıştırdığınız
Ettir, kemiktir, başka şey yok orada -

sylvia plath - lazer hanım şiirinden...

29 Ekim 2009 Perşembe

yaşam çok mavi sensiz

en çok uzaktan gelen sesini seviyorum.
sen bilmezsin
uzaktan hiç umut sesini dumadın.
hep aynı ifadeye takılıp
bir yüzle upuzun konuşmadın.
bir çan sesi
bir enlem boylam hikayesi...
zor.
ama kimin umrunda.
tanrı birimizi birimizden çalıp
iki ayrı adalara dayatmış.
sözü hep soyutla ırgalamam
kaşının kışını sevdiğim
içimde kimsesizle sarıp saklamam için.
beni duyma isterim, hiç bilme.
ama dünya ne küçük
aşklarımız birgün karşılaşır bir yerde.
çıplak ayakla yürürken mısraların toprakta
çarpışır belki seni arayan sözümle.
ah tanrım!
duyuyor musun?
bacadan fırtına sesi geliyor.
bak, hayat hep böyle seninle konuşur gibi
günler içinde bitiyor bir bir.
beni hiç bilme isterim.
mısralarımı duyma.
senin gibi eriyeyim bir kaşif çıkmazında.
ama ne mümkün.
sana gelmek isterken
durmadan kaçışımdan utanıyorum.
anlayacaksın diye bildiğin halde
sürekli kanat çırpıyorum.
utanıyorum,
yaşam çok mavi sensiz
anlayacaklar...
d..f..

- bir kaçışın masum hikayesi... -

eksen değiştirmek için evrilmek


tüm savaşlardan geçmişlik... biliyorsun. dünya iki kişilik çoğu zaman. ne zaman seni bir yere çekiştirmek istesem orada başka kimse olmuyor. eksen demiştim. insanın eksenleri... kendi eksenim nasıl da kaba geliyor, yontulmamış hala. oraya geliyorum, dünyanın ince beline doğru. kendi eksenimde bir sen bulamadığım için mi bunlar diye sorguladım. tüm cevaplarında isminden bir harf var ama kendi sığamamazlığım en fazla. daha sabah düşündüm bunları. insan bazen evrene sığamazken bir kucakta/koyunda evrenleşiyor.

öyle bir aşka sarılıp yaşamı ona harcamak kadar kör değil ruh. en çok istediği bir aşkın çılgınlığına sarılıp dünya göğüne sere serpe yayılmak. insana kotarılmak gökten yağarak. bunu bana kısacık sözün öğretti. aşk insanın kendi ekseni değil.

yazmaya gücüm yetmiyor bazen. öyle sevinçle koşanların acı dalgası yayarak; ağrısı dinmeyenlerin göğüs kafeslerini yara yara... gördükçe, kuyuya emanet ettiğimiz sesi anımsıyorum. umuda ihanet etmeyelim. söz savaş gibi, kan gibi bazen... ruhunun lirik, estetik ve dokunurken acıtmayan dilinden özür diliyorum. severken çok öldürdüm, tanrıdan evrilmiş olmayı diliyorum.
d..f..
- söz uyurken ne masumdur, ne kadar çok senli benli -



25 Ekim 2009 Pazar

saatleri ileri alarak geri kalmışlığımızı görmeyelim


saatlere sıkıştırıp, ileri geri aldık birşeyleri. bir günü mesela, içinde korkmuş, sinmiş bekleyişler olan; kalem tutar gibi sıkı sıkı... ama dökmeden hiçbir harfe, hiçbir kelimeye yüklemeden, bekletmeye devam ettik o bekleyişi. saatler ileri-geri oynadığında hesap ettik, ne kadar eksildiğimizi ve neler artırdığımızı. sahi, bu gece bir saat fazla mı beklemiş olacağım diğerlerinden? beklerim... ucu yok beklemenin, sisli puslu bir yer burası, zamanın içinde kokan gözlerin...


haberin yok dalgalardan. çocukluğum dalga görmedi hiç ama şimdi dalgalar içinde geçmiş gibi hissediyorum. kara'ya vurmuş zamanım, bakışlarının rengine.


tüm sözlerimi yitirdim. bugüne kadar biriktirdiğim tüm cümlelerimi. bir arkadaşım dedi ki; onları tekrar yazmaya uğraşma. düşündüm, sen onlarda yoktun, ben de... kimindi o sözler bilmiyorum, hatırlamıyorum bile neler olduğunu. hep yeni sözler büyütmek için yaşadım. yeni zamanlar biriktirmek için yeni olana. sen, tüm zamanlardan daha eskisin. bizi kaç kez yaşamışsın kimbilir... buradayım, senin yaşayıp üzerini örttüğün toprağın altında. bir saat fazla beklemek tohumu çatlatmak için; hiç uzun değil asır gözlerinin altında.


beklemek nasıl derin bir amaç, herşeyimi kapsayan. karanlık, uzun, kimse-siz... bana gücenme, sözlerim yeni düşüyor daha ana rahmine. duyduğunda ben gitmiş, sen baki olacaksın. sözlerim seninle baki olacak. içlerinde ileri geri sıkışmış binlerce an'la beraber...


d..f..


-zaman an an işgal eden, işgal edip kendimize yenilenen...-

23 Ekim 2009 Cuma

çocuk ve dağ


biliyor musun suskun dağ?

orada bataklığa saplanmış bir kuyu

kızıl sularını saklıyor bizden.

patlayacak gibi bakıyorsun bazen

ama yüksekliğin suskun.

tanrı güvenmek için var en çok.

bu yüzden insan güvenmiyor insana

çünkü insan tanrı değil

ama eline silah alınca

yaşından çok büyüyor içindeki yaratım.


kırgın bir gece geçti demin.

söz savaş gibiydi, kin gibi..

bir örtüyü çekip üzerime

kuyudan gelen sesleri duymak istemedim.


çok kırdın beni çocuk!

senin için rüyalarımda barışlar büyütmüştüm.

esmer coğrafyana beyaz ellerimle

hayaller uçurmuştum.


d..f..


-bu da geçecek elbet, hiç kan kalmadığında barışı alyuvar yapacağız belki de-

21 Ekim 2009 Çarşamba

'ah ulan rıza'

arkadaşlar, pc'im çöktü.
içinde yazılarım, fotoğraflarım ve 5 bini aşkın müzik arşivimin olduğu bir depoyu kaybettim. onun acısını henüz çok taze. taziyeleri kabul ediyorum :) hiçbirşeyi kurtaramadım, allah düşmanıma vermesin :p güldüğüme bakmayın içim kan ağlıyor :)

yazamadım, yorumlarınızı kadetemedim, bu sebeptendi...

öyle işte...

17 Ekim 2009 Cumartesi

günlerin kuşu, cumartesi...





hımm... bu cumartesinin güneşini çalmış kıskanç bulutlar. hava kapalı ve karamsar ama hiç umrumda değil, bu kez sonuna gideceğim günün. artık güneş erkenden bırakıp kaçıyor bizi, gene bir kış tembelliği düşüyor üzerine. geçen haftasonu beyoğluna gitmeye niyetlenmiştim. liseden bir arkadaşımı arayıp görüşelim dedim, taksime doğru giderken balatta bir trafiğe tutulduk ki sormayın - sanki bi soran var da, kendi kendine konuş dur- sonra orada keşfettiğim 'nev kafe' isimli bir teraslı kafeye gittik. türk kahvesini çok güzel. şarkıları güzel. ne diyordum ben yahu :) o arkadaş evli, bir oğlu var. eskilerden yenilerden birşeyler konuştuk. sanırım insan otuzlu yaşların başındaykın sürekli bu geçen zaman ve gelişmelere takılıyor. o evlendi, bu evlendi, şunun şusu oldu bunun busu öldü. zaman sonra hepimizin anne babası göçmüş, doğurucuklurı çocuklurı doğurmuş ve sıra onların hayatta yakaladıkları başarıları sıralamaya ve sahip oldukları evi barkı tomofili anlatmaya gelecek. işte ben o zamanda hala burada 'zaman ne çabuk geçiyo, herkes nasıl değişiyo' falan gibi cümleler kuruyor olmam yani en azından başka cümleler kurmayı da öğrenmiş olurum :) misal: bugün bir armut yedim, güzeldi.

bugün robe için mısır çarşısına gidip çemen ve türk kahvesi alacağım mehmet efendiden. sonra tabana kuvvet efendim :)

oldu, görüşürüz gene bana şimdilik müsade

d..f..

- öpüyorum cumartesilerinden; sıcak, buzlu limonata... gözleri güz gülenim... -

15 Ekim 2009 Perşembe

saklama kabı, saklama kabı





















çok mu yazıyorum onu ne! ama beni çok şaşırtan başka şeyler olmuyor hayatımın içinde bu kadar...

baktım evi bir koku sardı, biraz sonra gel kestane yiyelim dedi kapıdan. ana! kestane haşlamış :) gittim ki çaydanlığın altına kestaneleri doldurup haşlamış, sanki onca tava tencere vs dururken... sonra düşündüm, bunda yadırganacak bir şey yok. çünkü o çok sevdiği patates haşlamasını her gün bir öğün yer ve patatesi haşlamak için de en büyük boy cezveyi kullanır. yoğurt kutusu biriktirme hastalığına yakalanan anne semptomlarını da çoktan aştım. bu sonraki, çok sonraki bir aşama. çünkü yoğurtlardan sonra malumunuz dondurma kutuları çıktı, daha sağlam ve güzel yoğurt kutularından. ben de seviyorum onları, annemden fırsat buldukça biriktiriyordum bu yaz. ama annemin kavanoz, yoğurt vs biriktirdiği gereksiz kaplardan benim çok gerekli kaplarıma yer kalmayınca bir tercihte bulunmak zorunda kaldım. mutfağın ana kraliçesi hala o :) ben de dondurma kaplarının üzerindeki güzel resimlerle onu kandırıp yoğurt kaplarının dondurma kaplarından çok daha kullanışlı ve şık durduğuna inandırmaya çalıştım. hatta bir ara reklamcı yanımı kullanıp kapların dondurma saklamak için yapıldığından içine konan yiyecekleri soğukta muhafaza edebileceği yalanına kadar gitti aklım. sonra düşündüm ki annem tüm buzdolabını bu kaplarla doldurabilir :o suyu dondurma kaplarında içmek istemem. nihayetinde annem bana inandı ve benim yoğurt kaplarımı da saklamaya karar verdi :S yani yoğurt kapları gene kaldı :( ben de yoğurt kaplarını karalama kampanyasına girişip içinde beklettiği yiyecekleri çürüttüğünü söyledim. ama annem o kadar inatçı çıktı ki, yiyeceğin bozulmadığını ispatlamak için onu karşımızda yedi :o annem çok daha iyi bir reklamcı, çünkü kendi yalanına inanıyor ve onu ölümüne savunuyor :))

bu kap mevzusuna bakıp sakın evimizde saklama kapları olmadığını düşünmeyin. o kapların dokuz doğuranından bile var :) en büyüğüne 40 kiloluk diyarbakır karpuzu dilimleyip sığdırabiliyorken en küçüğüne de gıdalardan ayıkladığınız bakterileri yakalayıp hapsedebiliyorsunuz :p var yani var, saklama kaplarının her boyundan var. ama biz daha, daha dahaa fazlasını istiyoruz. her bulduğumuz zıkkımı bi saklama ihtiyacına giriştiğimizden mutfak kaplarla dolu. ayol meğer içimdeki o büyük sıkıntı, beynimi ve düşüncelerimi, ve dahi ruhumu daraltan yegane şey bu saklama kaplarıymış. saklama kapları kafamın içine saklanmışlar ve bende derin izler bırakmışlar. sizinle paylaşınca bi an öyle bir rahatladım ki, sanki tüm saklama kaplarında sakladığımız o korkunç sırlarımız kapaklarını açtı ve her şey ortaya döküldü. saklama kabı ismini de çokça kullanıp anlamını yitirmesine çalışıyorum, saklama kabı, saklama kabı, saklama kabı, saklaamaaaaa kaabııııı ... vallahi oluyor ha :)

reklamlar hakkında birşeyler yazmak istiyorum ama klavyem yoruldu. -mola-

d..f..

-saklama kabını cümle içinde kullanalım, saklama kabını daha iyi anlamak için onunla empati kuralım:

- sizin hiç saklama kabınız oldu mu? bizim bir kez oldu annem çıldırdı.
- sen gidersen dışarda kalır bu kent, tüm saklama kapları peşinden gelir
- ben bugün yolda saklama kabı gördüm, bizim saklama kabımız var hem de istemeyeceğiniz kadar, babam bana saklama kabı aldı hala ondan kurtulamıyorum, sakla/ma kabı gelir zamanı, saklama kabında kap saklayanlardan mısınız? -

14 Ekim 2009 Çarşamba

üç boylam bir enlem




























ıssız ada demiştim yalnızlığıma, seçkin diye büyütmüştüm onu gözümde. peh! herkesin yalnızlığı kadarmış yalnızlığım, bu yuvarlak kürenin içinde kimse daha çok yer kaplamıyor bir diğerinden. ıssız ada'mı kendine çekip ehlileştiren cümleleri özümsedikten sonra sıradan bir yalnızlık örmeye başladım kendime. bu aslında kendini ören bir şeydi, beni de içine sükunetle alarak.

üç boylam bir enlemi düşündüm bugün. akıntıya kapılan insan ruhunu. doğu...


doğu... zaman doğuda başlıyor, batıda bitiyor gibi. coğrafi değerlerin zamanı anlamlandırması, şekillendirmesi gibi, yönler de yaşayan toplumlara şekil veriyor, kader çiziyor sanki. üç enlem bir boylamı düşündüm bugün, zamanı ve mesafeleri..

bu sümüklü halimle çizdiğim haritada daha çok döneceğim kendi etrafımda ama bir gün dünya ekseninde dönmeyi öğreneceğim.

d..f..

-koordinatlar yerkürenin sen yüzü-

12 Ekim 2009 Pazartesi

'yüreğine sağlık' güzellemesi...


sevgili sarya son yazdığım şiiri beğenmiş ama bunu 'yüreğine sağlık' cümlesiyle dile getirmek istememiş. geçen bir arkadaş 'yüreğine sağlık' güzellemesi yapmıştı yorumda ama yayınlamadım anlayışına sığınarak. neyin anlayışına anlatayım efendim...

yürek sağlığı bir kere şair kısmına gelmez. onlar sağlıksız, kanamalı ve huzursuz bir yürekle birlikte yaşamalı. sancının meyvesi şiirdir. sağlık istemezler yani, kalpte hissedilen, düşüncene yansıyan, çağrışımlara yol açan, yakaladığın her ne anlam ise onu sana armağan ederler.

şimdi şiir nasıl okunur, nasıl yazılır küstahlığına girmeyeceğim ama ben bir şiir okuduğumda düz cümlelerle anladığımı, hissettiğimi, çağrışımlarını ifade edemiyorum. o kalıba girerek konuşuyorum. yani şiirin konuşma ve ifade lisanı şiir yine. anlama eşiğimizi yansıtma ve kayıt altında tutma gibi bir derdimiz, zorunluluğumuz yok. şairlerin birçoğunda birbirlerine şiirlerinde yer verdiklerini görmüşsünüzdür. çünkü bu bir frekans.

yorumda okuduğum cümleyi ben de bir yerde okumuş gibiyim ama hatırlayamadım. sadece şiirin varlığına ve bitimsizliğine dair bir kaç cümle kurmak isterim. insan ruhu var oldukça şiir var olacak. madde var oldukça şiirin yıldızı hep parlak kalacak. somutu dengede tutacak ve besleyecek en değerli ses şiirdir.

ve şiir hiçbir zaman tüm anlamını açmaz okura. hatta şairine de açmaz. ruh varlıkla karşılaştıkça zaman içinde tanrı esintisi şiirini anlar ve belki yorumlar. şiir her zaman yarına yeni anlamlar taşır, kendi gizini korur.

bu noktada bir şiire yapılacak en sade yorum: 'tanrıya inanıyorum' dur.

d..f..

- yüreğimize sağlıkları gömelim lütfen :) -

11 Ekim 2009 Pazar

edilgen eylemlere bulaştım


adresim soyuldu
bağım kurudu yakınla.
kurula yüzümün bataklığını,
kurumuş elinle.
bir ölüm bulaştır yüzüme,
bir düğüm
düğünle bağlanmış
çözümsüzlüğe.

adresim soyuldu
sana taşındım.
edilgen eylemlere bulaştım
beni uyuma.
biçimsiz kanadım suya
etim çamur döküldü
edilgen akışa karıştım
beni susama.

adresim soyuldu
kurgular çalınmış yüzümde.
kanat sesim azarlanmış.
çoğalmaya yetmemiş kalp atışım
beni ört kış yaklaşıyor.
geçsin mevsimden bir güz daha.
var olamıyorum
beni okuma.

adresim çalınmış
yok yerinde kabuğum.
dirseklerim batıyor
annemin ölgün yüzüne
ve sen hep gidiyorsun.
çıplaklığımı düşünme
seni aramaktan çok
bulmak yoruyor beni
istemediğim yerde.

tanrının sözü var.
O'na baş kaldırdığımda
acımı tanıdı.
başımı okşayıp senin gözlerinle
senindir dedi.
ama bana dönmeyi unutma.

d..f..

-O'ndan hiç gitmedim ki! -

10 Ekim 2009 Cumartesi

Güneşli bir cumartesi günü


güneşli bir istanbul günü... bu cümleyi bilirsiniz, hoş programları sunanlar bu cümleyle içimizi ısıtarak başlarlar konuşmaya, sohbete... geceden kalma bir uykusuzluğum var, uykuya rağmen. güzel bir kahvaltı yaparak başladım güne. güneş hakikaten çok güzel, şehrin bu mahmur ve dalgın halini seviyorum. cumartesi günleri yürüyüş, şehir turu günlerimdir. "şöyle bir" deniz havası, "şöyle bir" insan yüzü görmeye heveslendiğim gündür ve içinde daha birçok "şöyle bir"ler bulunur. varsa çok konuşmuyun, suskun, izlemeyi seven bir arkadaşım yarenliği de hoştur. şimdi ben, kelimelerle bir uzaklaşma yürüyüşüne çıktım bile. bazen incitmemek için gidersin.

"gitmek" sözcüğünün içini farklı şeylerle doldurdum. başını alıp gitmek, gitmek değildir kalbin orada kalmışsa. ya da düşüncelerin sürekli oraya akıyorsa. zihinsel ve kalbi olarak tutsak kaldığın bir yerden bedenini kaçırıp "gittim" demek ruhunuzu yok saymaktır. asıl gitmek zihinsel göçle olur. bu cümlelerden sonra...

şimdi başımı alıp gitsem şehrin "kuytu" köşelerine ancak bedenime bir yorgunluk bağışlayacağım. ama buna rağmen gitmek istiyorum, öyle ya! umut ediyorum, giderken bir unutkanlığa kapılırırm diye. en çok birini kırdığımda kelimelere küsüyorum. ve dürüst olmamak gibi bir kaygıyı taşımaktan bu zamanlan çok yoruluyorum.

sanırım benim biraz daha sözsüz, kelimesiz ve ses'siz bir dinginliğe ihtiyacım var.
güneşli bir cumartesi günü, şehir beni yadırgıyor. evde uyumalıyım.
iyi geceler...

7 Ekim 2009 Çarşamba

duymadım ismini söylerken

sökülüyorum.
bir yaz geçti başımdan
çırıl çıplaktı göğüs kafesi.
gözlerim hiç günahsız...
girilmemiş kapının
yorgunluğu vardı,
bekareti bir aşkın...
-aşk mı dedim?
hiç duymadım söylerken-

usulca çıktı.
ölü olduğunu düşündüm
ölü doğurduğumu onu ruhumdan.
yerine içi boş sözcükler koydum
anlamasın diye söküldüğümü
karın boşluğundan.

ey kadim ses
söküldüm bitti.
mevsimler taşımıyorum içimde.
kaşlarını çalıp yüzünün kışından
sarıyorum üşüyen gözlerime.

ismin herşeyin içindeydi.
ne söylesem anlamı genişlerdi.
söküldüm bitti yalnızlığım kalabalıkta.
o ıssız ada
suyunu kaybetti
çölünün rüzgarında.
ruhuna demirlemiş gibiyim.

şimdi yeni bir yalnızlığa örülüyorum.

d..f..

- sıcak geçen bir kış söyle? eylülünü bana ver -

6 Ekim 2009 Salı

ben de özledim, ben de ben de...


öyle bir duruş işte. rüzgar vursa yüzüne şiir olur, yağmur değse şiir olur, söz değse ruh olur, yaşam olur, insan olur, doğurur içinden bir deli mayın, patlayıp patlayıp derin bir kuyuya dönüşür.




ogün şanlısoy - ben de özledim

bu ferdi tayfur şarkısının rock yorumu beni dört köşe eyledi. 'özledim' derken hissettiriyor. vallahi ben de özledim be! ama ne önemi var, dünya özlemle dönüyor yarına kavuşmak için. öyle bir özleyiş ki kavuşmak hiç yok içinde. umut olmayınca acısı da bir garip oluyor bu özlemin. yüzyıllar önce yaşamış ve çok uzaklardan el sallıyor gibi. özlemek güzel, hele de bir şarkıyla bağıra bağıra...


ama bu şarkıdan önce kurban'dan 'lambaya püf de' ve 'sarı çizmeli mehmet ağa' parçalarını şiddetle tavsiye ediyorum. bir cover merakıdır gidiyor, corn ile döneceğim...


5 Ekim 2009 Pazartesi

çocukluğum büyümüş...




sanırım 8-9 yaşlarındaydım. annemle ben köyümüzdeki evde yalnız yaşıyorduk iki seneliğine. en yakın komşularımızdan biriydi onlar. bir evde ortalama 8 kişi yaşıyorlardı. fatma ablanın karnı hep şişikti, onu hiç normal hatırlamıyorum çünkü o dönem onun en doğurgan vaktiydi. 6 çocuğu vardı ve hala hamileydi. çocukları ise boyları birbirine bir iki parmak uzunluğunda fark atan bir sevişme grafiğinin ta kendisiydi. yüzlerine baktığında hangisinin hangi mevsimde ana rahmine düştüğünü anlardın sanki. incecikti hepsi ve kafaları vücutlarından hep büyüktü. en iyi hatırladığım ise, tüm çocukların en büyükleri hariç burnunun o yemyeşil sümükten akarak dudak hizasına kadar indiği ve on saniyede bir 'snıff' sesiyle yukarı çıkıp üç saniye sonra tekrar aynı hizaya inen o akışkan lanet sıvı ki köyde yerinde akar en çok, kıyılarda köşelerde akar... bir de çocukların beyaz üzerine kalın kahverengi uzun direkli pijamaları ki en büyüğünün pijaması hep kısa olurdu. nigar, mustafa, hasan, hüseyin, nagehan.. diğerlerinin ismini hatırlayamadım.

köy yerinde de tuhaf bir hiyerarşi olurdu. benim babam almanyada işçi idi ve biz onlara göre zengindik. istanbula gelip dönen biri bir ay bile kalmış olsa hemen farklı algılanırdı. o, onlar için artık değişmiş, çıktığı kabuğu beğenmeyen bir elit olmuş gibiydi. istanbuldan dönmüştüm ve nigar bana demişti ki. 'sandım ki bir daha benimle konuşmayacaksın' :) buna çok şaşırmıştım, aslında bir taraftan da salakça bir gurur duymadım değil, nedenini bilmiyorum belki onun beni kendinden üstün görmesi egoma iyi gelmişti. henüz 9 yaşındaydım o ise belki 8... konuştum elbette çünkü başka kimse yoktu arkadaşlık edecek :) nigar iki yıl boyunca hep en iyi arkadaşımdı. erkek kardeşi mustafa ise o köy çocuklarının o yabanil tavrıyla doluydu. kapı eşiğinde otururken merdivenin altından yüzünün yarısını gösterip hemen geri çeker, ve oradan 'snıff snıfff snııff' diye sesler gelirdi. seslenmeme rağmen duymamış gibi davranırdı. gözleri bir yumurta kadar iri ve çok güzeldi. yalnızlığımı onların o kalabalık ailesiyle doldururdum. ben hepsinin ablasıydım nigar ise sadece kardeşlerinin ablası birer parmak uzunluk farkıyla. fatma ablanın benden sonra iki çocuğu daha oldu :)

bu akşam kardeşleri nagehan ın düğünü vardı, ona gitmeyi çok istemiştim, o kardeşleri tekrar görmeyi, fatma ablayı kucaklamayı... gittim :) büyümüşlerdi, mustafa çok güzel bir çocuk olmuş. kardeşi inşaat mühendisliği okumuş. dedim ki ona, 'ula mustafa ne sümüklü çocuktun şimdi ne yakışıklısın' utandı birazcık güldü ve annemi görünce de koşup elini öptü. ben defatma ablaya sarıldım iki kez. annem diyor ki köyde yaşayanlar hiç yaşlanmıyormuş. belki çocukluğumuz orada kaldığı için, herkesi aynı buluyoruz geride kalanlardan. bilmem, bir tuhaf oldum işte, bir yeşil... nigarla hala konuşuyorum bu arada :p güzeldi, güzel.

d..f..

- tanrım, oradan sana bağladım bir ara ve gülümsedim, heryerde değil sadece tüm zamanlardasın, tüm yüzlerde ve seslerde. o sümüklü çocuğu ne güzel çocuk eylemişsin :) -

2 Ekim 2009 Cuma

zaman öteler için...


bu gece tüm sevdiğim insanları ruhuma doldurup konuştum onlarla. onlara yaşamın tadını anlattım usulca, bana kattıkları için tanrıma dönüp ' seni seviyorum bu insanları bana taşıdıkça' dedim. biliyorum, memnundu, gülümsedi ruhuma.

'hiç özlemedim seni
özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni'

a. telli

canımı yakan tüm insanları, yanmış yerlerimle sevdim, inadına kin duygusunun. biliyorum, canımı yakmaya devam edecekler ama acısız ne anlamı var tüm varlığı sevmenin? öyle derin acılarım yok artık. 'suların hikayesi'ni öğrendiğimden yana özeniyorum sakin sakin akmaya. öğreniyorum da... bilseydik belki acıtmadan yaşamayı, bu kadar değerli olmazdı sevmek.

d..f..

- insan ateşten önce yandı, çok önce...-
gandi'nin doğum günüymüş 2 ekim. çok sevdiğim o sözünü eklemeden gitmeyeceğim:
'uğruna ölmek için yüzlerce dava bulabilirim ama uğruna öldürecek bir dava yoktur'

1 Ekim 2009 Perşembe

şiir yüzüm metruk

güne uyanıyor yüzüm
vakit ikindi
güneş güze doksan
sokak bir böceği taşımak istemez gibi
camlar yağmur izi
güne dolanıyor yüzüm
metruk çizgileri
yanılgı izdüşümlü.

sonra
ağrı vermeyen bir çıbana dönüşüyor gün
yüzüm uyanmaktan yılmış
yılmış, bataklık taşımaktan göğe.

kurut,
elmacık kemiklerim
batmasın zamanda içeri
kurut bataklığımı.

gün elinde acemiyim
uyanıklığım,
geceye kafiye olsun diye.

uyanıklığım gece,
güz ve biraz da sözlerin..
istisnasız tek çıkışlar arıyorum
uyanmayı bilmeyen yüzümden
yüzüne çıkmak için.

atlas'ın
uyanış tohumu
ruhuma saçılmış
varlık savaşı.

d..f..

- kör kuyumun gören gözü -

29 Eylül 2009 Salı

toprak ananın anasına benzemeyen kızları ve oğulları...


22.57... bu blogun nesi var, saatleri benim saatlerime uymuyor? neyse...
bursa da diyarbakırsporlu taraftarları, pekeke ile özdeşleştirilerek çirkin tavırlar sergiliyoruz. ne kadar da seviyoruz birilerini yakasından silkeleyip bizden ötelere atmayı. ne kadar da çok seviyoruz 'bizi kimse sevmiyor'ları... araplar arkamızdan vuruyor, ermeniler katletiyor, aleviler dinde ikilik çıkartıyor ve hep yalnız kalmaya itiyorlar bizi (!) biz bizi sevenlerle bizi sevmeyenleri birey olarak seçemiyoruz, sevenleri çekip alamıyoruz içimize. bir orman dolusu ağaçtan biri dalını orman dışına uzatsa ya da gölgesi yansısa dışarıya, hain ilan ediyoruz tüm ormanı ve yakıyoruz tüm ağaçları. ne kadar seviyoruz sevgisizliği yaymayı, yamyamlığı...

biz türk gençleri şöyle cesur şöyle vatanperver böyle de koruruz bir spor müsabakasında vatanımızın topraklarını: renkleri birbirinden söke söke ayırarak!

biz ne kadar da çok seviyoruz bu kara, sert kahverengi toprağı. orasıydı bizim vatanımız, kuru dağlar ve üzerinde binlerce yılın tarihi ve insan sesi/soluğu olmadan... toprağı sadece toprağın varlığını, öyle mi? toprağa varlık ruhunu veren insanını değil de kuru toprağınını sevip vatan diyoruz. üzerinde yaşayanları ise toptan hain ilan edip 'sevmeyen terketsin' diyoruz bizleri...

biz ne zaman öğreneceğiz 'gerçek vatan'ı sevmeyi? vatanı yani insan kalbini, insanın özyurdu ruhunu, dilini, sesini, ışığını, bakışını? biz ne zaman öğreneceğiz ten rengine, göz rengine bakmadan, sevdiği renkleri sorgulamadan insanları sevmeyi? ne zaman sevginin ne olduğunu öğreneceğiz?

biz ne zaman içinde bizim de olduğumuz toprağın içindeki kalbimizi sevmeyi öğreneceğiz.
işte o kadar içimizdeyiz birbirimizin...

d..f..
- saçlarım göğü tarasın ve dökülsün insanın yaratıldığı toprağa.
topraktan yaratıldık diye mi toprağa bu aşk? değil! toprak önce bizim için yaratılmıştı, biz bizim için... topraktan almadıysak merhametin sevginin özünü ki diken de gül de aynı yerden, ayrı otu da meyve de aynı yerden... sevginin eşit dağılımı tüm çocuklarına ey toprak ana! öğret oğullarına ve kızlarına kendi öz dilini, yoksa taştan mı oldurdun bazılarımızı?
la! -