7 Kasım 2013 Perşembe

kırılmak

saatler, günler, haftalar, aylar geçiyor. hem de öyle sayamadan, adını anamadan, aceleci bir yel gibi, kah gözümüze kah dilimize kah elimizee ansızın dokunup geçerek... buna hayat diyoruz; aceleyle giden bir şey...

her güne bir sözle başlıyoruz. ve bu söz kırıp döken bir söz oluyor genellikle. tüm gün, o söz üzerinde dönüyoruz. akşam eve vardığımızda son sözü söylüyor televizyondakiler. annemiz bile tüm gün konuşulanlardan bir demeç hazırlamış vaziyette başlıyor anlatmaya.

sahi, kim haklı?

"hak" dediğimiz olgu artık yok, öldü. herkesin kendini haklı gördüğü yerde, haksızlık vardır ancak. insana mağdur olmak yakışıyor, mağrurluk değil. çünkü mağdurken hak olana "hak" diyorsun sadece. mağrur iken, sadece kendi söylediğinin hak olduğunda inat ediyorsun. bu yüzden, hep mağdurdan yana ağır basıyor yüreğimiz ve kesip atmayı değil, bağlamayı benimsiyoruz; kalbi kalbe, eli ele, gözü göze, insanı insana...

insan dediğin, bir başına yoktur, çoğaldığında da anlaşılamaz şekilde yok etmeye odaklanıyor sanki. hiç bulaşmayacağım öznelere. ben sadece kırıldığımı söylemeliyim. kırıldım bir kez daha, hayatımın haksızlığa uğradığı en genç yerinden. bunu da bilesiniz, ey sağırlık hastalığına tutulanlar. siz, bizlerin çığlığıyla varoldunuz, bizlerin suskunluğuyla yok olacaksınız.

d..f..

3 Kasım 2013 Pazar

yaşadığın başkasının düşüdür


























geçmişten çok büyük
ve dilsiz,
yaklaşmakta olan.

bilmediklerimizin ağrısıdır
kalbimizi deşen.
bildiklerimiz ölüyor hemen.

yaklaşmakta olanın ağırlığı
uykusuzluklar ve yorgun rüyalar...

her gece
sabırla beklediğin sabah,
üzerine karanlığı örten tavanın
ürkütücü şefkati...

taşların hayatına imrendim
ve umudumu altına bıraktım
mavi bir yalanın.

dön ve bana de ki;
"hayat kördür
ve yaşadığın başkasının düşüdür."
keşke!

bensiz başlayan
bensiz devam eden
bensiz bitecek.
hayata hiç bulaşmadım.

d..f..

resim: c. f. hill

27 Eylül 2013 Cuma

neyi kaybettim


Ah bir zamanlar
ne çoktu her şey.
her şeyin içi
kendinden çoktu.
taşıyordu avuçlarımdan hayat
yanaklarımdan arılar havalanıyordu
gürbüz bulutlar
topuklarımdan öpüyordu.
hep o çocuksu yumuşaklık,
neye bansan elini
sıcak ve içine işleyen...
her şey ama her şey benim!
bu gökler,
bu hani...
Ah nasıl anlatsam!
şiire de sığmayan günler var işte!
gözlerim,
her biri bir dünya kadar kocaman
içinde her şey gözlerimin.
akvaryum kadar küçülen dünyanın
çocuk tanrısıyım,
bir çocuk,
her şeyin yegane sahibi...

bir gün
gözyaşımdan daha kızıl
kanımdan daha berrak bir şey
ansızın akıp gitti iç merdivenlerimden.
eteklerinde ölgün arzu...

balonu söndü dünyanın
ve gözbebeğimde kayboldu her şey...
küçüldü, ufaldı, içine çekildi hayat.
şimdi her şeyin olduğu bir şey
bir atom...
söz ile kalbim arasında
kaybolup gitti
içimde.

anlayamadım,
neyi kaybettiğimi...

d..f..

resim: picasso - güvercinli çocuk
(ve yaş 19...)

3 Eylül 2013 Salı

öldürüşüne aşık olduğun..


kaybetmediğin, senin değildir.

insanın kendini bildiği, tanıdığı düşüncesi, her zaman bir yanılgıdır. bizim toprakların bir sözü vardır; "bir insanla bir çuval tuz yemedikçe, onu tanıyamazsın" derler... bir insanı tanıyabilmek için bir ömür pay biçerler yani. aynı durum, insanın kendisi için de geçerlidir oysa. şartlar ve olaylar karşısında verdiğimiz tepkiler, sorunlar karşısında takındığımız tutum kendimizi tanımak adına birer fırsattır. ama tüm bunların içinde, insan en çok kaybettiğinde yüzleşir kendiyle. kaybetmek, çok genel bir vakadır ve her kaybedişi içerir. en ağır şartlarda nasıl durduğumuz, bizim gerçek yüzümüzdür sanırım. iyi şartlarda kim bilebilir, kim olduğumuzu, biz bile bilemezken...

her kaybedişte bir kez yüzleşiriz kendimizle. her bulduğumuzda bir kez kaybederiz kendimizi. gün gelir, kaybetmekle kazanmak arasındaki uçurum kapanır. sanırım o gün dalımızdan düşme vakti de gelmiş olacaktır. 
***

geldiğinde sen, kapılar içine kapanır.
renkler kederli bakar
ihtiyarlığa gülümserim
parlar gözümde bir yol telaşı
bir göçebelik ağrısı yastık altında...
senin bendeki yerin
on bir ay beklenen dişi kuşlar...
bir gün öl desen bana
gam yemem, ölürüm gözlerinin önünde.

sahi, bir eylül daha geldi. burnumun direği sızlıyor.
herkesin içinde benzer duygular var, biliyorum. bir ağaca sarılıp, dökülen yaprakları teskin etmek...

yürümek, yürümek, yürümek... yürüyemeyeceğin günleri düşünerek.

eylül ne zalim aydır, öldürürken aşık olursun ona.

d..f..


25 Ağustos 2013 Pazar

uzun çarşamba


benim ufacık beyaz ellerim vardı eskiden.
günleri un gibi avuçlardım.

hayatın en uzun şeyi, geçmesini beklemekti.
başladığın yere dönme isteği...
çünkü daha iyisi olmayacak ileride.
görüp göreceğimiz
sırtımızı veremediğimiz
belirsiz bir gölge.

nasıl yorgunum bilsen!
acıyor
rüyalarını uykusunda kaybeden göz kapaklarım.
duvarlarım
kaybetmiş kalınlığını
ne söylesem uçup gidiyor, saydam.

ey hayat
beni güzünle ağula
kışınla öldür
baharınla uyandır.

şimdi uyuyup
uzun bir çarşamba gününe uyansam
ve baksam cumartesiye camdan.

yanımdakine elimi uzatsam
"gelir misin benimle?
en uzak yere kaçsak,
sana sıkı sıkı sarılsam.
gelir misin,
sevgili kızım yalnızlık?"

hep güzel şeyler anlatıp
sonu kötü bitiren hayat!
şimdi anlıyorum
bunca zaman
yanlış yere bakıp gülümsemişim,
orada kimse yokmuş meğer.

d..f..

duvar resmi: candido portinari

18 Ağustos 2013 Pazar

Kalbin Talanı


insanın başı ne zaman sıkışsa hemen çocukluğuna saklanır.

buraya yazmak bir keder kaçamağıdır. "yazmak" başlı başına bir terapidir ama yazının kaçınılmaz "kendini ifşa" ve iç mahremiyetini aşikar eyleme vaziyeti canımı sıkmıştır hep. en büyük sorgulardan biridir ya "insan neden yazar?" sorusu! tek cevabımız var, derinleşen yaraları sarma, iyileşme isteği...

daha hafif eylemlerle atlatma yöntemleri de vardır. temizliğe girişirsin, indirirsin, dökersin, saçarsın, toplarsın, yıkarsın, paklarsın. bunları yaparken de bir yandan kendi kendine konuşursun. geçmişe dair tüm dehlizlere girip çıkar, bir elma kurdu gibi zamanı havalandırırsın. ve sonunda bir ağaçta ya da bir bahçede bulursun kendini. "en uzağa kim tükürecek Şenol?" ben değil! kıvırcık sarı saçlarıyla, bahçe duvarına yaslanmış o iki çocuktan biri iken, girdiğin yarış hiçbir şey kazandırmayacaktır.

biliyorum çok saçma ama Sisi de bir zamanlar çocuktu, Mursi gibi, benim gibi, senin gibi... insan büyüdükçe kaybettiği masumiyetini bir daha asla geri kazanamıyor değil mi? onlarca, yüzlerce bilgenin bıraktığı insaniyet tohumları, sadece masumiyet topraklarında yeşeriyor olmalı. yoksa hiç mi nasiplenmez insan, hiç mi acımaz, yanmaz kalbi?

sözün hiçbir hükmü kalmadı. en ağır hakikatler bile insan hayatınının pratiğinde karşılık bulamıyor. oysa söz kutsaldır, düşünceden filizlenen ilk eylem sözdür. sözün gücü, etkisi, dinamiği öldürüldü. dolaysıyla düşünceler ölü doğuyor.

insan topluluklarının talepleri, yine insan topluluklarının taleplerine dolaylı yollardan çarparak, çirkin tarihler yazıyor. sokağa çıkan ile evde duran insan, pasif bir şekilde savaştırılıyor. "demokrasi" kavramı "iktidarların" rotasına uydurulup pasifize ediliyor.

tüm bu şiddetin içinde insan kalbi küçülerek çocukluğuna çekiliyor ve bahçelere sığınıyor. kainatın umut veren dili bir yara bandı gibi. ve kaçınılmaz "münzevilik" isteği. zavallılığı, güçsüzlüğü insanın... sıkışmışlığı kaosta...

ne sosyolojik tespitler, ne siyasi söylemler, ne sloganlar ne de bir sanat dili yetmiyor yumuşatmaya gittikçe sertleşen gerçekleri. özgürlük, hak-hukuk-adalet, kardeşlik, barış... bir güzellik yarışmasının popüler unsurları olmakla kalıyor.

"daha güzel bir dünya" isteğinde sanki bir güzellik varmış gibi... biz dünyayı hiç güzelleştiremedik ki "dahası" olsun. kainattaki diğer canlıları kendi haline bıraksaydık, soyu tükenmezdi birçoğunun. bizim "soysuzluğumuz", masumiyeti kaybedişimizden. Sisi de çocuktu bir zamanlar, Hitler de... en büyük kayıp, yiten masumiyet, en büyük zafer de bile kaybettiğimiz masumiyet...

d..f..

Resim: Vyacheslav Shevchenko - Radiant Boy

5 Ağustos 2013 Pazartesi

gitme vakti

atlar geri geri koştuğunda
uyku vaktin gelmiştir.
***

gitme vaktin geldiğinde...
tarağında kalan saçlar,
kapı kolunda bıraktığın soğuk izler
ve ayın yüzünde unuttuğun göz kapakların...

gitme vaktin geldiğinde hayat,
aşkları da götürmeyi unutma!

-ahmet erhan'a...-

resim: dervrim erbil

23 Haziran 2013 Pazar

bir insana sığınmak, en büyük yalnızlıktır

yaşam ne aldatıcı…

sabah ilk uyandığımda, gözlerimi açtığımda gördüğüm tavan manzarası. pencereden odayı işgal eden ışıklar… ne düşürüm ilk? uyanmış olmanın bilincine varmak. uyandığın hayat, sığınacağın şey midir?


“sığınak” büyülü bir kelimedir. sığınmak. çünkü tüm varlıklar sığıntıdır. eşyalar, canlılar, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve doğayı tamamlayan her parça, bir sığınma ihtiyacıyla vardır.

uyanıyorum ve sığınacak bir şey arıyorum.

akşamların ve geceye varan saatlerin ruhumuzda uyandırdığı sığınma ihtiyacı. bir ev, bir koltuk, bir kucak, bir koyun, bir örtü, bir ses, bir koku bir bir bir…

gece başımı yastığa koyduğumda, hayatımın içine varolanları yokluyorum. yatağında uyuklayan annem, sarındığım örtüm, yastığım, odam, annemin nefesinin sesi ve tavan…

bir bahçede oturuyorum. gülümseyen insanlar, sığınma ihtiyacımı hafifletiyor. neşeli sesler, özgüvenimi okşuyor. varlığımla buradayım, herkesten biriyim. bakıyorum gözlerine, sözlerini dinliyorum, etlerine bakıyorum; altındaki kuru kemikleri görüyorum. geleceği görüyorum, kemikleşen zamanı.

bir insana sığınmak, en büyük yalnızlıktır.

ben, bir yere sığmayan ruhumun, sonsuzluk gibi bir yere koştuğunu ve onu arzuladığını biliyorum. ne zaman onu düşüncelerimin koynuna bıraksam, hep sonsuzluk gibi kapsayıcı ve var eden bir şeyi sayıkladığını duyuyorum. ruhum benim, içinden konuşmayı ve benimle küs kalmayı ne çok seviyor. bir sır gibi saklıyor içini benden.

ruhum, sonsuzluğa sığınmak istiyor.

ruh, bilmediğini, tanımadığını özler ve ister. onun sesini duymak, dinlemek, bir anahtar aramak kabarmışlığında, karmaşasında bir sükunet vadisi sakladığını görmek. o çok sevdiği huzursuzluğa nasıl sarıldığını ve huzurdan nasıl da korktuğunu bilmek. çünkü istemiyor. buradaki huzurun aldatıcı ve içkin olmadığını biliyor. bedenime saldığı duygu, o korkunç ürperti… “alışma huzursuzluğa” ve “sevme huzuru” diye yalvarıyor.

bilmek ne büyük acı. gözlerinizden ötesine geçememek. bir balık gibi takılmak yerkürenin ağına. kelimeleri ezerek, yeni nehirler akıtmak…

alışma huzursuzluğa, sevme huzurunu. çünkü aldatıyor bizi hayat.

-döndüm sana-

d..f.. 

resim; mehmet akif orçan


22 Haziran 2013 Cumartesi

....................................en uzun

yanağını geceye dayayarak,
ancak bu  kadar uzun sevebilirdi seni.
***
odayı kaldırıyorum masamdan,
kirazdan ağacını,
hazirandan yaz mevsimini...

o her yerde beklenen
en uzun günlerin sarkan sancısı
kısa gecelere ulayarak kendini
bir son hazırlar kendine.
biliyorusun
yalnızlıktan çıkarınca sıfırı
ölüdür
en yoğun kalabalıklar.
bir kere
ters yoldan girmişim hayata.
bu yüzdendir
yüzlerinizin yüzüme çarpışı.

ve bu yüzden
beni kendinize benzetişiniz.

oysa
ben annemin rahminde
ölmeye gidiyorum.

d..f..

23 Mayıs 2013 Perşembe

kuytu böceği

arayış bizimdir.

suya elimizi daldırdığımızda
karanlığa adım attığımızda
kokladığımızda bir iğde çiçeğini
kırptığımızda koyunun yününü
sonsuzluğuna baktığımızda uzayın...

bulmak istediğimiz;
düzlük,
yumuşaklık,
derinlik,
serinlik,
sıcaklık...

ilk temasa gizlenen mutluluk
ve alıştıkça dökülen huzur üzerimize...

insan damarımızdır
arayış.
bulduğumuzda yitik olan
yeni yollara iten rüzgarı yokluğun.

daldırıp içimize bir şeyi
elden yoksun
bulmaktan korkan bir şey...

bulamadığımızdır hayat.
hayat,
kaçışıdır bizden bir şeyin,
bir nefes ötemizde salınan...
***

kuytuya indim.
arayıştan vazgeçtiğim bir yerde
beni bekleyen bir şey gördüm.

sustum
adını söyledi.
...
ayaklarını cebime koydu.
gittim.

kuytu böceği,
bir mevsimin var mı senin?
oraya bir çiçek açayım.

d..f..

-bizim olmayan her şey için...-




5 Nisan 2013 Cuma

Sevgili blogum, seni çok özledim.
Çok yakında döneceğim.

2 Şubat 2013 Cumartesi

kalp bilgiye dönmüştür

seslerin kör olduğu
bir derinlik kolluyorum.
oraya bırakacağım tohumlarımı
ve bahar geldiğinde şarkısını açacak çiçeklerim.

öğrettin bana suskunluğu.
kardeşlikte çoğalmayı
ve kendimi unutmayı o boşlukta.

anladım,
en çok yalnızlığımın ihtiyacı var bana.
onun acıtan şefkati
ve kararlılıkla sahiplenmesi beni
yok başka bir surette.

dedim ki;
"kaçalım buralardan,
bir nisanın peşine takılalım.
benim o!
kahverengi gözlerinde
kırmızısı geçmiş bir nar tanesi saklayan.
gel, gidelim buralardan
başını kaldıramayan bir utangaçlığa sığınalım."

beni hayattan büyük bir sabırla bekledi
ve aldı.

'vazgeçmek' uysallaştığında
yemyeşil ovalar çölleşmiştir çoktan.
atlar, susuzluğa alışmıştır
ve kalp bilgiye dönmüştür.
yaşamın onaran bilgisine;
yarını, geceyi ve baharları...

d..f..

eleni karaindrou - memories

resim: sabri akça - ...kış