30 Haziran 2010 Çarşamba

mektubunuz var efendim


dedi ki
içimi boşalttım üzerinize
yine de azalmadı mavim.
yine de mavimi anlamadınız.

***

çok uzun bir yazı birikti içimde. göğün ilhamı şüphesiz, kanatlarında taşıyor sözlerimizi. bir yığın umutsuzluğa karşın hala devam edebilmek anlamlı.

bu yazı aslında bir mektup. yazıldığı yer sözün kardeşliği, halkların kardeşliği... göğün kardeşliği, mavinin...

yaşadığımız zaman ve topraklar tarihinden bu yana bölünmelere sahne olmuş ama özünde bir kalabilmiş bir mecra. mekanla sınırlandırmak istemiyorum, ruhuyla bir bütün çünkü. son yıllarda ülkemizde derin kamplaşmalar, bölünmeler, yırtılmalar oldu. aynı şehri, komşu semtleri paylaşanlar bir önyargı penceresinden uzaklık ördüler aralarına. onlarca ortak noktaya, onlarca bilincinde olmadığımız aynılığa rağmen, ıradık durduk. bunu hep anlamsız ve acıtan bir yara olarak duyumsadım. hala zaman zaman beni kederlendirir.

sanal dünyanın hayali bir yurdu var. neden hayali dediğime gelince, görmediğimiz, duymadığımız insan çeşitleri bir ekmek etrafında toplanabiliyoruz. bir ekmek tarifiyle kokuya, tada, una suya dokunuyoruz. yürüdüğümüz yolları, gördüğümüz güneşi, müziği yazıp tüm derin çatlakları bir hamurla dolduruyoruz. önce konuşuyoruz yani, önce kelimelerimizle ve anlamlarımızla var oluyoruz. sonrasını önemsiz kılan bu söz kardeşliği tüm uzak mesafeleri de gideriyor. sokakta görsek, bir toplantıda karşılaşsak belki konuşmaya cesaret edemediğimiz, edemeyeceğimiz insanlar burada önce en zor olanı konuşarak başlıyor. bu hayali yurt, gerçek dışı değil. hayali dememin sebebi, hayal kadar güzel bağlar kurabiliyor olması. bazen aynı cümleyi, aynı anlamı kurmak aslında ne kadar aynı olduğumuzun bir kanıtıydı. kadınlar ve erkekler olarak bu hayal yurdunda kendimize nefes aldıracak bir gök açtık. bu gök dışarıda yağmur yağdığında buradan daha güçlü hissedilen bir göktü. çünkü anlamak her şey... bu yüzden tatile gidenler bavullarını bizimle doldurdu, tatilini bizimle yaptı, evine döndüğünde önce ekmek fırınını açtı, ekmek kokusunu yaydı. çünkü burası dışarıdan daha gerçek, daha dürüst ve samimi "çoğu kez". anlamak ve anlatmaktan başka derdimiz yok çünkü. burası beraber yaşayabileceğimizin bir örneği. buydu mektuba yazmak istediklerim.

yani, önyargılar varlığımızı öldürüyor. birbirimizi öldürüyoruz durmadan. konuşalım, yazalım, kelimelerimizi birbirimiz için yaşatalım. anlamak her şey...

kafka milena ya yazdığı mektuplarında diyor ki; yazmak hayaletler önünde soyunmak gibi...

sümüklü böcek böyle düşünüyor :)

d..f..

22 Haziran 2010 Salı

günübirlik acılar

ne çok acı var değil mi? hiç biri bizim suçumuz değilmiş gibi! acıyıp acıyıp geçiyor, günler öyle artık. yemek yerken gördüğümüz, duyduğumuz bir kayıp için bir lokma eksik yediğimiz oluyordur. gün içinde bir kahkahamızı içimizde tutuyoruz belki. bir yandan günün akışı devam ederken diğer yanda kayıpların artık olmayışı garip bir hüzünle içimizde bekleyip ertesi gün yerini bir başkasına bırakıyor. ama hepsi bu! oysa gidenlerin yerinde kendimizin olduğunu düşününce korkuyoruz, belki dehşete kapılıyoruz! ben bir bombayla ya da bir kurşunla bir yerde yaşamımı yitirsem, geride kalan dünyanın yiten yaşamımla düzene girmesini isterim. ben gittim madem, dünya buna mukabil içinde bir iyilik doğursun isterim. ama ertesi gün unutulup, günü birlik bir acıyla buharlaşacağım düşüncesini aklım almıyor. oysa giden her halk parçası bu kaderi yaşıyor. onca askerin, onca pkk lının bundan başka bir sonu olmadı. hiçbiri uğur mumcu ya da hrant değildi. kimi askerdi, kimi öğrenci kimi de "yoldan geçen"... yoldan geçen, yoldan geçmek... hepimiz olabiliriz ama değiliz. oysa az evvel kurduğum empati kesinlikle herkesin ortak hissiyatıdır. insan kendini önemser. kendini önemseyen insan başkasını günübirlik önemsiyor "ama"

ne kadar kolaylaştı acıyı sindirmek? "şehit" dediğimizde de aynı sindirme işlemini, aynı unutkanlığı yaşamıyor muyuz? tanrım, her şeyin içini nasıl da boşalttık! çaresizlik insanı çıldırtabilir.

"salıhıımmm" diye ağıt yakan mardinli annenin boğazındaki yangın yaşadıkça sönmeyecek. şimdi ne yapıyordur kim bilir? yüreğinin ateşi yorgun bedenine nefes aldırıyor mudur? anne, karşılıksız seven tek varlık! bu ateşi yakanların arasındayız şöyle ya da böyle! kimse mesuliyetsiz değil! sorumluluğumuz günübirlik kederden çok, çok daha fazlasıdır.

d..f..

16 Haziran 2010 Çarşamba

körler ve görenler


borges ulusal kütüphaneye müdür olduğunda görme duyusunu kaybetmişti artık. bunu şu cümleyle ifade eder "sekiz yüz bin kitapla aynı anda gelen karanlık tanrının bana bir ironisidir."

körlüğü açalım mı? borgesin körlüğü şüphesiz bir karanlık değildi. bilginin ve düşünce gücünün ışığıdır ruhu aydınlatan. eğer gördüklerimiz bize aydınlık sunsa idi tüm gün huzur sarhoşu olmaz mıydık? görme duyusu varlığın algılanışındaki pencerelerden biridir sadece.

asıl körlük, içinde bulunduğumuz varlık deryasının bilgisini zihinsel olarak görememektir. yaşam bilgisine karşın şiddetli bir körlükle iç içeyiz. bu da bir ironi değil midir? fiziksel olarak görme ile zihinsel olarak görme eylemleri arasındaki farkın aydınlık ve karanlık kadar sert uçlarda kalışı görmek eyleminin içselliğine götürür bizi.

tanrını verdiği körlüğü ironi olarak yorumlayan borges, aceba bu düşüncesini sonradan irdelemiş midir? tırnaklarınız derinden kesilmişse tutunmak için daha çok çaba sarfeder, daha çok zahmet çekersiniz. zahmetle gelen, huzur bırakır. huzur en şiddetli aydınlıktır.

rodrigo nun körlüğü mesela. müziğinde renkleri işlediğini düşünmüşümdür. o kadar içtendir ki o renklere dokunursunuz.

ve elbette cemil meriç in körlüğü... bir arayış kapısı olmamış mıdır yazara? fiziksel karanlığından bir iç aydınlık yolculuğuna çıkmamış mıdır?

fiziksel körlük gelirken yanında getirdiği karanlıkta oyulmak istenen bir duvarla gelir. -şüphesiz öyledir- ışık için duvarları delmelisiniz.

oysa tüm duyuları sağlıklı olan birçok insan zihinsel duvarlarını aşıp öz aydınlık yolunu göremezler. işte bu körlük en aşılmaz ve en kronik körlüktür. gündelik koşuşturmanın içinde görüp de varlıklarını kavrayamadığımız varlıklar yığını, yaşam hurdasına dönüştürüyor hayatlarımızı.

görmek için değil, anlamak için bakmalı. gözlerin hakkını vermeli. kör olmanın bir armağan olduğu hayatlar bugün bize bunu öğütlüyor. körlüğün niteliğini..

d..f..

14 Haziran 2010 Pazartesi

bir şeftaliden süt sağmak


yorucu bir hafta sonu geçirdim. kuzenler davet etti, dut yemeye gittik akçakoca ya. güzel bir yerdir akçakoca. düzceye bağlı, deniz kenarında sevimli, yeşili ve denizi iç içe bakir bir belde. çok sevdiğim bir yerdir. misafir olduğum evin göz alabildiğine bir bahçesi var. tüm meyveler olmasa da, dut erik ve kiraz mevsimi. ama asıl sürprizi anlatacağım.

memleket özlemi içimizde bir yerlerde her daim taze kaldığından, yeşile, ağaca, çiçeğe hasret yaşıyoruz bu şehir sıkışıklığında. ağaca çıkmayı pek severim. çünkü meyveyi ağacında yemenin tadı başka türlüdür. yıkamazsın bile! seçmece yapabilirsin. karıncalar seni ağaçtan ayırmaz, her bir yanından yürürler. sabah erkenden erik ağacına çıkıp kendisiyle hasret giderdik. aslında armut ağacıyla daha bir samimiydik ama kendisi henüz olgunluğa uyanmamıştı. tabii, bahçede bir inek, bir buzak, bir horoz, 8 tavuk ve bir de ferik vardı :) ineğin adı şeftali. buzağı henüz 8 aylık, şımarınca boynuzlarıyla şakalaşmayı seviyor, kolumda küçük bir sıyrık var :) ortalama on beş kişinin yayıldığı bu bahçe herkese seveceği bir uğraş bulmak hiç zor değil. ben ağaçlar ve hayvanlarla oynamaktan yorgun düştüm. bir ara bahçe fırınını yakıp sütle yoğrulmuş hamurdan enfes pideler yaptık. sonra onları şeftalinin sütünden yapılmış tereyağı ve dut ağaçlarından yapılmış pekmezle donatıp yedik. on beş kişi birden :) esasen sayı daha fazla olabilir emin değilim. ortamda koyu chp li bir bey vardı. öğretmen kendisi. yıllarca sürülmüş oradan oraya. mahkemeler vs derken bugünlerde biraz rahat nefes alıyor. siyaset mavalları havada uçuşurken mümkün olduğunda uzak durdum. bu doğal ortamda siyasetin yapaylığını dillendirmek ne kadar itici. masada yemek yerken şeftalinin nazlı buzağı yanı başımda omuzuma başını uzatıyor, gülüşüyoruz.

akşama yakın kiraz toplamaya gidelim dedik. sepetleri alıp yüksek tepelerin üzerindeki toprak yoldan tozu dumana katarak on dakika kadar gittik. fınrık bahçelerinin içinde iki tane beyaz kiraz ağacı. ama onlara doğru yürürken bir ne göreyim, yabani çilek dolu her taraf. sevincindem çılgına döndüm :)) kirazı mirazı unutup hemen araziye yayıldım. minnacık, serçe parmağı ucu kadar, iri yeşil otların arasından kıpkırmızı minik yüzleriyle toprağa neşe saçıyorlar. kokularını tarif etmek mümkün değil, yiyorum, kokluyorum, yanımda gelen arkadaşa anlatıyorum. toplayıp yapraktan yaptığım külahların içine dolduruyorum. ortam gerçekten doğal, çakal görüyoruz yolda, sincaplar vs... arabamıza yerleşmiş bir uğur böceği eve adar eşlik ediyor bize. uzun eteğim kırdaki tüm dikenleri toplamış, ayak bileklerim çiziklerle dolu. öyle kendimden geçmişim ki acısını çok sonra hissediyorum. fotoğraflar arkadaşta kaldı, eklerim bir ara. velhasıl akşam yola çıkıp dönüyoruz, istanbul trafiği. olsun, çıkış yolu var ya şehrin! ya olmasaydı?

kardelen gelmiş ben yokken, 6 yaşında bir kız. tatlılar tatlısı. bu evde hiç çocuk yok demiş. fatma nerde diye sormuş sonra. evdekiler benlen alay ediyordu. orada da fatma nur ve mustafa vardı. mustafa 5 yaşında. beni incir ağacının arkasına götürüp bir oyun sergiledi. tekerleme söyleyip dans etti. ablası yoğurduğu çamuru gösterip kurutmaya bıraktığı kilden topu gösterdi. onlara kayıtsız kalmak öyle zor ki. çünkü bu büyük bahçe benim çocukluğumun bahçesine çok benziyor. ve mustafanın oyunu tıpkı benim çocuklukluğumda kendi kendime konuştuğum hayalli oyunlar gibi. bir çocuğun yalnızlığı bir büyüğün yalnızlığı kadar büyük değildir. çünkü göremedikleri onun arkadaşıdır hep. bizlerin göremedikleri ise korkularına dönüşüyor zamanla.

bu gece erken yatıp birimiş uykusuzluğumu gidereceğim. tatlı yorgunluğumu, ayak bileklerimdeki dikenlerin izlerini rüyalarımda yeniden yaşayacağım muhtemelen :) hahahaa, arkadaşım gece kalkıp duvara parmaklarıyla dokunarak hesap yapıyormuş. rüyasındaki hesap makinesi gerçek hayatta bir duvar olunca insan bir tuhaf oluyor -çok gülse de- rüyasını anlattı da... önemli olan işlevselliği tabi.

d..f..

* fotoğraf akçakoca belediyesinden.

5 Haziran 2010 Cumartesi

...-si


cumartesi,

yanağında açıyor

"su küpesi"

d..f..

-günümün şiiri-

1 Haziran 2010 Salı

mutsuzluğun bedeli


dün akşam eve gittiğimde 00:30 a kadar haber izledim. malumunuz, tartışmalar, yorumlar, yeni gelişmeler... kendimi kaptırmışım. buraya onların özetini geçecek değilim. bir ara ağladım. ankarada farklı kesimlerden toplanan kabalığı görünce... yemek yediğim ana denk geldi, ağzımı tıka basa doldururken öte taraftan burnum akıyor, yanaklarım ıslanıyor... ama sanki daha bir iştahla yiyorum. sonra başımı yastığa koyunca bu kürede mutlu olup olmadığımı düşündüm. evet, vallahi mutlu değilim bu kürede yaşamaktan.

bir kaç yıl evvel israil, yine ahlaksız savaş anlayışıyla halkların vicdanlarını ayaklandırmıştı. tepki için malum siyasi oluşumun toplandığı o klasik şişli meydanına gitmeye karar verdim. yağmurlu soğuk bir gün. meydan bağırışmalarla inliyor. kalablık canlı bir organizma gibi sürekli kendini yeniliyor, istanbulun bir çok köşesinden devam eden sirkülasyon... yumruklar havaya kalkıyor, birşeyler kahroluyor... şemsiyelerin gölgesinde üzerideki kapşonlu yağmurluğumla yumruğumu ben de havaya kaldırmışım. ben de kahrediyorum onlar gibi. o sırada önüme bir adam geçiyor, omzunda bir çocuk. ülke ismini telaffuz edemiyor, zar zor duyabildiğim sesi beni incitiyor. yumruğumu indirip meydanı terkediyorum. neden bilmem ama kendimi oraya ait hissedemedim o an. daha doğrusu sığamadım. insan bazen nerede duracağını bilemiyor. çook keskin bile olsa hatlar an geliyor kopuyorsunuz o keskinlikten, başka şeylerde varolabilme arzusuna dönüşüyorsunuz.

biliyoruz ki ortadoğu, kaderi savaşlarla barışık garip bir coğrafya. orada yaşammın içine girmek, doğarak; sonradan dahil olmaktan çok daha kolay. içinden giriyorsun şiddetin. orada şiddetle ve ihanetle büyüyorsun. bizler yanıbaşımızda olsa da alışamıyoruz buna bir türlü oysa onlar bunu günlük yaşamın bir parçası gibi kabul etmişler sanki. kadercilik, böyle bir şey mi?

bir arkadaşımla konuşurken düşünmekte olduğum bir şyi onunla paylaşmıştım. bu çok basit bir çıkarım, belki doğruluk payı var belki yok... sebze ve meyve tüketenler yani tarımla yaşamlarını sürdürenler hayvancılık yapan coğrafyalara nazaran daha kan dökücü sanki. hani karaenizde "faşist" bir vurgu olsa da günlük yaşamın içinde töresel, ya da ona benzer şeylerden kan dökme eylemleri duymayız çok fazla. ama doğudan çok sık duyuyoruz bu tür haberleri. aceba hayvancılık yapan toplumlar, şartları gereği kan dökmeye daha mı meyilli? bunu israile bağlayacak değilim elbette, bu coğrafi şartlarla ilgili bir durum. kadercilik denilen şey, budur işte.

neyse... gece başını yastığa koyunca insan daha kozmik düşünüyor. eskiden böyle düşününce biraz gevşerdim oysa bugün umutsuzluğun koyulaştığı bir manzara görüyorum. sadece can kaybına yol açmak değildir katliam. coğrafyasına yaydığı mutsuzluğun, huzursuzluğun da günahını yüklenmektedir israil. bizlere yaşattığı umutsuzluğun da...

şiddetin varlığını kabullenen ve yer yer olumlayan bir yazım vardı. belki de şiddeti bir daha sorgulmak gerekir.