14 Haziran 2010 Pazartesi

bir şeftaliden süt sağmak


yorucu bir hafta sonu geçirdim. kuzenler davet etti, dut yemeye gittik akçakoca ya. güzel bir yerdir akçakoca. düzceye bağlı, deniz kenarında sevimli, yeşili ve denizi iç içe bakir bir belde. çok sevdiğim bir yerdir. misafir olduğum evin göz alabildiğine bir bahçesi var. tüm meyveler olmasa da, dut erik ve kiraz mevsimi. ama asıl sürprizi anlatacağım.

memleket özlemi içimizde bir yerlerde her daim taze kaldığından, yeşile, ağaca, çiçeğe hasret yaşıyoruz bu şehir sıkışıklığında. ağaca çıkmayı pek severim. çünkü meyveyi ağacında yemenin tadı başka türlüdür. yıkamazsın bile! seçmece yapabilirsin. karıncalar seni ağaçtan ayırmaz, her bir yanından yürürler. sabah erkenden erik ağacına çıkıp kendisiyle hasret giderdik. aslında armut ağacıyla daha bir samimiydik ama kendisi henüz olgunluğa uyanmamıştı. tabii, bahçede bir inek, bir buzak, bir horoz, 8 tavuk ve bir de ferik vardı :) ineğin adı şeftali. buzağı henüz 8 aylık, şımarınca boynuzlarıyla şakalaşmayı seviyor, kolumda küçük bir sıyrık var :) ortalama on beş kişinin yayıldığı bu bahçe herkese seveceği bir uğraş bulmak hiç zor değil. ben ağaçlar ve hayvanlarla oynamaktan yorgun düştüm. bir ara bahçe fırınını yakıp sütle yoğrulmuş hamurdan enfes pideler yaptık. sonra onları şeftalinin sütünden yapılmış tereyağı ve dut ağaçlarından yapılmış pekmezle donatıp yedik. on beş kişi birden :) esasen sayı daha fazla olabilir emin değilim. ortamda koyu chp li bir bey vardı. öğretmen kendisi. yıllarca sürülmüş oradan oraya. mahkemeler vs derken bugünlerde biraz rahat nefes alıyor. siyaset mavalları havada uçuşurken mümkün olduğunda uzak durdum. bu doğal ortamda siyasetin yapaylığını dillendirmek ne kadar itici. masada yemek yerken şeftalinin nazlı buzağı yanı başımda omuzuma başını uzatıyor, gülüşüyoruz.

akşama yakın kiraz toplamaya gidelim dedik. sepetleri alıp yüksek tepelerin üzerindeki toprak yoldan tozu dumana katarak on dakika kadar gittik. fınrık bahçelerinin içinde iki tane beyaz kiraz ağacı. ama onlara doğru yürürken bir ne göreyim, yabani çilek dolu her taraf. sevincindem çılgına döndüm :)) kirazı mirazı unutup hemen araziye yayıldım. minnacık, serçe parmağı ucu kadar, iri yeşil otların arasından kıpkırmızı minik yüzleriyle toprağa neşe saçıyorlar. kokularını tarif etmek mümkün değil, yiyorum, kokluyorum, yanımda gelen arkadaşa anlatıyorum. toplayıp yapraktan yaptığım külahların içine dolduruyorum. ortam gerçekten doğal, çakal görüyoruz yolda, sincaplar vs... arabamıza yerleşmiş bir uğur böceği eve adar eşlik ediyor bize. uzun eteğim kırdaki tüm dikenleri toplamış, ayak bileklerim çiziklerle dolu. öyle kendimden geçmişim ki acısını çok sonra hissediyorum. fotoğraflar arkadaşta kaldı, eklerim bir ara. velhasıl akşam yola çıkıp dönüyoruz, istanbul trafiği. olsun, çıkış yolu var ya şehrin! ya olmasaydı?

kardelen gelmiş ben yokken, 6 yaşında bir kız. tatlılar tatlısı. bu evde hiç çocuk yok demiş. fatma nerde diye sormuş sonra. evdekiler benlen alay ediyordu. orada da fatma nur ve mustafa vardı. mustafa 5 yaşında. beni incir ağacının arkasına götürüp bir oyun sergiledi. tekerleme söyleyip dans etti. ablası yoğurduğu çamuru gösterip kurutmaya bıraktığı kilden topu gösterdi. onlara kayıtsız kalmak öyle zor ki. çünkü bu büyük bahçe benim çocukluğumun bahçesine çok benziyor. ve mustafanın oyunu tıpkı benim çocuklukluğumda kendi kendime konuştuğum hayalli oyunlar gibi. bir çocuğun yalnızlığı bir büyüğün yalnızlığı kadar büyük değildir. çünkü göremedikleri onun arkadaşıdır hep. bizlerin göremedikleri ise korkularına dönüşüyor zamanla.

bu gece erken yatıp birimiş uykusuzluğumu gidereceğim. tatlı yorgunluğumu, ayak bileklerimdeki dikenlerin izlerini rüyalarımda yeniden yaşayacağım muhtemelen :) hahahaa, arkadaşım gece kalkıp duvara parmaklarıyla dokunarak hesap yapıyormuş. rüyasındaki hesap makinesi gerçek hayatta bir duvar olunca insan bir tuhaf oluyor -çok gülse de- rüyasını anlattı da... önemli olan işlevselliği tabi.

d..f..

* fotoğraf akçakoca belediyesinden.

1 yorum:

  1. Güzel bir tabiat harmanı yaşamışsınız. İnsan doğanın bir parçası bunu hatırlamak ne güzel.Şehirlerse bizi tabiattan eden yapay kaleler ki orada korunduğumuz düşüncesine kapılıyoruz yanılsayarak.. 1960 larda çocukluğum geçti. Bir ineğimiz vardı, ismi Suna.Yanında yavrusu Cuma (robenson'dakicuma'dan esinlenerek).Ve tekrar bir yavrusu oldu ki Nergis'i battaniyelre sarıp sobanın yanında titremesini seyretmiştik çocuk gözlerimizle.Babam muvazzaf asker olmasına rağmen 3 yaşındaki kızkardeşime hijyenik süt bulamadığından Anadol^'nun o ücra köşesinde bu güzelliği bize yaşatmıştı.. Şimdi yeniden o günlere dönme çabası içindeyim..Sevgiyle kalın

    YanıtlaSil