23 Şubat 2011 Çarşamba

uğultu

bir mânâ sürüsünü önüne katıp gitti.
elleri ıslak kaldı yeryüzünün.

göremiyorum.

suya sığlık karıştı.

d..f..



başımı yastığa koyunca gelenler, uykunun düşmanıdır. ben severim uykuyu, yitebildiğim tek yer; yer mi? bilemiyorum... uyku zamanın bir cebi gibi. belki arka cebi. ibaret olduğum düşüncelerin dışında başka hayat yok burada. burası yeryüzü. uykunun bir yaşam olduğu, hayatları kapsadığı, sakladığı yarı mutlu yalan.

kelimelere bunca ihtiyaç duymam neden?
"neden" çok acıtan bir sorudur, uğultuyla gelir.
nedenin yoksa, sadece uğuldarsın.

bir nedenim vardı oysa...

...

-resim kandinsky

21 Şubat 2011 Pazartesi

üvey kızın kaderi

uzun yüzlü
üvey kızın kaderi
güneyde siyah
kuzeyde esmer...

altı erkek kardeşin
günah tarlası.
kaşıdıkça kanatan kargaşa
bitli saçları.

babanın nefesi yanık
kusurlu,
acımasızca kusurlu meyveleri.

bu kız bana benziyor,
bir de sana.

uzun yüzlü
üvey kızın kaderi
kanatıyor savurdukça
bitli saçları.

saçları,
savurdukça yanıyor,
yanıyor özgürlük arzuları.

-afrika'ya...-

d..f..

13 Şubat 2011 Pazar

Trabzon Hurması



neye benziyor?
Trabzon hurması, kirazdan biraz büyük, küçük çekirdekli... kurutularak da tüketilir. ağabeyim memleketten getirmiş. baktım bir poşette küçük ve kara kara şeyler... unutmuşum, görünce hatırladım. hemen kokladım; nedense köyden gelen şeyleri önce kokluyoruz.



çocukluk yıllarımda bizim arazide bir hurma ağacımız yoktu. yüklediğim video 2006 yılında evimizin balkonundan çektiğim kısa bir görüntü. orada da görünür; bir dere yatağı, az yukarısında bir toprak araba yol, az yukarısında ise evler ortalama aynı hizada beş yüz metrelik mesafelerle dizili... bu sıra evlerin hemen üzerinde ev sahiplerine ait orman arazisi ve ormandan sonra da yine bir sıra evler ve tekrar orman olmak üzere dik bir tepenin zirvesine doğru devam eder yerleşim.

bizim ev araba yolunun hemen üzerinde, onun üzerinde ise ormanlık arazimiz vardı. hemen ikinci sıradaki evin bir hurma ağacı, tam ormanımızın yanında. bu ağaçtan meyve kopmaz, dalı kırmak zorundasındır. bir gün iki ağabeyimin peşine takılıp hurma çalmaya gittik. çalmak, köy yerindeki çocuklar için olağan bir iştir. çünkü göz alabildiğine arazi ve her arazi sahibi garip huylarıyla ün yapmış köylü insanlardı. kimi çok küfürbaz, kimi çok cimri, kimi düşmanlık beslediği komşuyla yıllarca konuşmayan, kimi cömert tatlı dilli...

hurma çalacağımız evin sahiplerini hatıramıyorum, ağabeylerim dalları el çabukluğuyla kırarken ben ağacın dibinden kafamı yukarı kaldırıp o kırmızı minik meyvelere bakıyordum. her biri yusyuvarlak ve koyu turuncu... misket mi, top mu, küçük renkli dünyalar. yemişten çok oyuncak gibi gelmişti. zaten sebze ve meyvelerdendi oyuncaklarımız da. ama sonra tadına baktığımda enfes bir şey olduğunu gördüm.

köyümüzden binbir çeşit hikaye ve kahraman çıkabilir, her Anadolu köyü gibi. bir komşumuz vardı mesela, "oflu" derdik onlara. çünkü ofluydular, sarışın ve mavi gözlü. muhtemelen Rum kökenli... en iyi komşularımızdan biriydi onlar. ailelerin çocukları komşu ailelerden kendi yaşlarına uygun bir arkadaş edinirdi. sekiz dokuz çocuklu ailelerimizden çocular, gençler ve büyükler beraber takılırdı. bazı geceler Almanya'dan gelen video filmleri seyrederdik ama ben hiçbirini sonuna kadar izleyemez, uyuya kalırdım.

ilginç bir şey anlatayım. komşumuz olan ofluların annesi her cümlede "sikine" derdi. ve bu teyzenin ismi "sikine teyze"ydi. evet, garip ama günlük dilde bu çok normal karşılanırdı. çünkü zaten köyümüzün kadınları aralarında açık saçık konuşur, arsız espriler yapar ve büyük kahkahalarla gülerlerdi. mesela karşı sıranın evlerinden birindeki kadına "şişe" derlerdi.

mesela bir Niyazi dayı vardı. hiç çocuğu olmayan. büyük arazisi ve meyve dolu bahçeleri vardı. çocuklar en çok onun bahçelerinden çalmaktan zevk alırdı. çünkü Niyazi dayı çok cimriydi. tüm meyve ve sebzeleri yalnız yaşadığı evinin çatı arasında biriktirirdi. çatı katına çıkıp çalarken yakalanan ve şamar yiyenler hala anlatır. korkunun tadı onları daha da arsızlaştırırmış. Niyazi dayı beş on yıl evvel evinde ölü bulundu.



bir hurmalık yolculuk...

d..f..

9 Şubat 2011 Çarşamba

Paris Sıkıntısı'ndan...

bir kitap listesi yapmıştım bir iki yıl evvel. ortalama 150 kitaptan oluşuyor. tabi okuduklarım, listeye yeni eklenenler sayesinde bu sayı ortalama aynı kalıyor. bazı kitaplar var listede, bir türlü ulaşamıyorum, gözümde büyütüyorum, hatta rüyalarıma bile giriyorlar. herneyse...

paris sıkıntısı, Baudelaire...

-biliyor musunuz, Baudelaire ismini bir türlü telaffuz edemiyorum, Tansu Çiller'in "halisünasyon" kelimesini telaffuz edememesine benziyor.-

bir kaç güzel cümleyi paylaşmak istedim sizlerle.

"...pembe, kırmızı, mavi camlar? sihirli camlar, cennet camları? ne kadar düşüncesizsiniz! yoksul semtlerde dolaşmaya kalıyorsunuz, ama yaşamı güzel gösterecek camlarınız bile yok!"

"hele şükür! insan yüzünün zulmünden kurtuldum, yalnız kendi kendimden çekeceğim artık!"

"bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak" bu cümle çok hoşuma gitti. bir yukardakiyle çelişiyor gibi görünse de, değil; ikisi çok farklı şeyler. hele şu cümle, yalnızlığımı kalabalık içinde yitirmek isteyişimi anlatıyor.

"yalnızlığını kalabalıkla doldurmayı bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez."

"yoksulun gözünde zenginin sevincinin yansıması her zaman ilginç bir şeydir."

"ekmeğin 'pasta' diye adlandırıldığı, tam bir kardeş kavgası doğuracak kadar ender bir katık olduğu görkemli bir ülke varmış demek!"

"yoksulun oyuncağı" hikaseinde çok güzel bir son cümlesi: biri zengin bir fakir çocuk, aralarında bir şatonun bahçe parmaklıkları... "ve iki çocuk, beyazlığı birbirine eşit dişlerle, kardeşçe gülüyordu birbirine."

"şaşırtma hazzı, şaşırma hazzından sonra en büyük hazdır."

"en korkunç acılar, sessiz acılardır"..................................

"tutkuyla severim gizemi çünkü hep 'çözme' umudunu taşırım" anladınız mı, gizeme olan tutkunuzu? merak, insan ruhunun mihengi, değirmen taşını döndüren güç...

"bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu." değil mi? hep bir gitmek arzusu, içimizi deşen bir yol çağrısı... huzursuzların, rahatı aradığı yer, olduğu yer değildir asla. aranan huzur, topraktadır.

"ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi, eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder." bir hikayede geçmektedir bu cümle. özgürlüğü hak etmek için eşitliği kanıtlamak, mücadele etmek...

Paris Sıkıntısı - Charles Pierre Baudelaire
adam yayınları


6 Şubat 2011 Pazar

bir ressam bir hayat


bugün hava güneşli ve tatlıydı. nihayet arkadaşımla Kahlo'nun sergisine gittik. Pera Müzesi, pazar günleri 12'de açılıyormuş. bir katı şenlendirecek kadar eser var; resim, fotoğraf ve eskizler...

herkesin severek izlediği ve Frida'yı bu filmden tanıdığını düşündüğüm "Frida" filmi etkisi olmalı. diğer önemli koleksiyonlarda böyle yoğunluk görmemiştim. filmin bu kadar çok sevilmesinin bir unsuru da şüphesiz birbirinden güzel müzikleriydi. dinlemeyen varsa, bu albümü mutlaka edinmeli.

diğer taraftan bu film, ressamın kız kardeşinin kaleme aldığı biyografik romandan uyarlanmış. (Frida / Barbara Mujica - oğlak yayınları)

"Meksika'da onlarca versiyonu olan bu halk şarkısının, en güzeli, Chavela Vargas'ın o muhteşem çatlak sesinden dinlenebilir. Frida'nın da bu şarkıyı sanatçıdan dinlemeyi pek sevdiği bilinmektedir..." deniyor film müziğiyle ilgili.


albüm ismi: Elliot Goldenthal – Frida Soundtrack

sergide ördüğüm resimler arasında elbette en ilgi çekeni kucak kucağa durmuş bir yaşam tasviriydi. Diego'nun çıplak bedenini kucaklamış anaç ve tutkulu bir Frida; Frida ve diego'yu kucaklamış bir bir toprak yani vatan Meksika betimlemesi ve hepsini birden kucaklamış bir aşk tasviri... ayrıntılar, ince işlemeler... Diego'nun elindeki ateş; bir aşkın, belki de ideolojiden ateşlenmiş bir figürdü... kucaklayan kadın figürünün bir memesinden damlayan süt, besleyen, hayat veren, devamlılık sembolü gibi...

bir sanatçının eserlerinde bu kadar yerel motiflere yer vermesi beni gerçekten heyecanlandırdı. Frida'nın resimlerde ve fotoğraflarda gördüğümüz giysiler ve üzerindeki işlemeler bizim de uzak olmadığımız motiflerdi. eteğindeki dantela, omuzlarında etamin işlemelerini andıran desenler... sonra kaktüslere, çiçeklere ve hayvanlara bu kadar yer vermeleri... bir bütün, bir şölen gerçekten.

tüm bu şölenin, renklerin ve güzelliğin içinde derin bir acı ve yıkım var. az kalmak, doyamamak gibi, biraz da öfke belki. fotoğraflardaki canlı bakışlar resimlere işleyememiş olsa da, aynı şeyleri söylüyorlar. çok şey söylenebilir şüphesiz. arkadaşımın söylediğine göre sergiye gelen koleksiyon eksikmiş. sergide 40 kadar eser var ve sadece 20 tanesi Frida'nın... zaten tüm resimleri 200'ü bulmuyormuş.





dinleyin, izleyin...

d..f..

4 Şubat 2011 Cuma

söz



sözün yalnızlığına sarıldım.
“uyku”
beni bir düşle doyur;
üzerime kapatsın kanatlarını.
yüzleşeyim tenden sonra gelenle.
bıçkın adımların uçurumları
acıtmasın kuyumun karanlığını.
çok yanlış tanımışım
beni öldüren bu mutluluğu.
badem çiçekleri yandı.
şubat yanaklarında...
beni duy.

söz sarıldı yalnızlığıma
gecenin titreyen iskeleti,
narın ayaz kırmızısı
kışkırtıyor,
kışkırtıyor kış sükûnetimi.
bir rüyanın elleri değiyor dilime.
büyüyor ah,
büyüyor sabrımdaki ur.
bahara ne kalacak
zemherinin kemirdiklerinden?
kalkamıyor,
üzerinde bir âh göğüs kafesimin.
bir âh
yılgınlığı lekenin.
annem beni
bir âh doğurdu,
marttan eylüle uzayan…

lekenin mahpusluğu…

göremezsiniz tutsaklığımı
parmaklıklar
ellerimdir.

f..d..


Tüm sözleri bir çocuktan yazıyorum. Yaşamına yetecek kadar söz konmuş heybesine, günü gelip tükenince, yaşamı da anlamsızlaşacak. Gitmek için, ne güzel sebep;” sözüm kalmadı”. Kimse yok dünyada konuşacak. Şairler hep susuyor; diğerleri ise sözü hor kullanıyor, sözün canını yakıyor. Ben her ikisindenim. İkiyüzlü* bir okurum. –*c.b.-
***

mixoac köyümdü benim. üç hecesi gecenin,
bir güneşten yüz üzerinde, yarım maskesi gölgenin.
toz bulutları geldi ve yedi onu.
kaçtım ve yürüdüm dünyanın içinden.
sözlerim evimdi benim, hava türbem.

taşa yazılmayacak yazıt / octavio paz

***


Bir şey uzatıyorum ona, ellerini yumup gövdesine doğru çekiyor. Almak istiyor, çok istiyor hatta ama almıyor. Zorla sıkıştırıyorum bir yerine. Gözlerime bakmıyor. Bu çocuk gururu, üzerimizden bir türlü atamadığımız, büyüdükçe saflığını kaybedip çirkinleştirdiğimiz gururumuz…

Nereden esti bilmiyorum, dünyanın derdi başından aşkın. Topluma bir’den bakmak istiyorum. İnsan kalbinin sınırlarını, ruhunun açlığını, arayışını, kafa karışıklığını, bulduklarında yaşadığı doyumsuzluğu, doyumsuzluğun verdiği hırçınlığı…

Bir şey var, henüz söz değmemiş. Saklıyor kendini insandan. Onun için ölüyoruz.

Eğer iyilik olmasaydı, insanlar yaşamları boyunca mutsuz olurdu. İyilik yapmayanlar ise, kendilerine mutluluk veremeyecek kadar cimriler.

Bunlar, yol düşünceleri. Ellerin, yüzlerin, yorgunlukların sesleri… Gözlerimin mıknatıs gibi çekip düşüncelerime biriktirdikleri… Yazamıyorum eskisi gibi, en azından buraya. Öyle işte…

Sevgili günlük, bugün bir armut yedim, “kumluydu”

d..f..

resim: w. kandinsky / moskovalı kız
(dünyanın karmaşasında çocukluğunu unutmayanlar için...)