26 Ekim 2010 Salı

kuş yüzü


sıkı bir ana kuzusuyum. bu halimden hiç şikayetçi değilim. üstelik çok huysuz bir annem var. görenler ona bayılır, sever hemen. ama derler ya içi seni dışı beni diye... bazen sinir harbi yaşatır bize bazen gülme krizlerine sokar. tabi yaş 74 civarı olunca ve vakit ilerledikçe karmaşıklaşıyor hal.

onun yüzüne bakmak, uzun uzun bakmak kalbime çok iyi geliyor. orada onlarca çizgi var, onlarca derin çizgi... kılcal damarlar gibi yayılmış her yanına yüzünün. birinde benim varlığım var muhakkak. kuş gibidir zaten, kuş anne... yemek yerken lokmaları kuş kadar. takma dişlerine değen metal kaşığın katur kutur sesi bir musikidir. bazen bilerek öfkelendiriyorum onu, yeşil gözleri çakmak çakmak oluyor, çizgileri şişiyor sanki. ama gülerken bir görseniz, kuş yuvasına döner yüzü, öyle sıcak öyle doyurucu... uzayan kahkahası bile bir kuş sesine benzer. bazen izlediğini sandığı tv karşısında elinde bardak, ağzına lokmasıyla uyuya kalması yok mu? bir film gibi... uyumak için bile yattığında, bir kolu hep havada durur, bu inatçılığından. tespih çekerken uyuduğunda tespih yere düşer ve onun sesine uyanıp yerden alır, tam bir iki kere çekip yeniden uyuya kalır. bıraksan kuş uykusuyla saatler geçirir öylece. artık eskisi kadar şaşırmıyoruz ocağın üzerinde unutup yaktığı tencere-tavalara. gündelik bir telaş bu artık. ama hala alışamadığım şey, markette çalışan çocuklarla bile sohbet edip kendini onlara sevdirmesi. hani bakkal tamam da market daha bir uçucu böyle ilişkiler için. kimi laz ana diyor kimi devlet ana. hoş, kuş kadar cüssesi var ama devlet gibi duruyor hala. geçen yıl markette çalışan çocuklara kuymak yapıp götürmüş, duyunca çok gülmüştük. bizden habersiz neler çeviriyor daha, onlarca hikaye...

yanağında makas alacak eti yok. ama elmacık kemikleri al al. eski toprak olmanın verimliliği, toprağın bedeninde bıraktığı dinçlik, hayran kalınasıdır. en tuhaf olanı, ne zaman mutsuz olsam hemen anlayıveriyor. ve tükenmeyen sorulara başlıyor. nasıl bir merhamettir, kaynağı nerededir, hiç bitmez mi?

peygamber, yaşlıların yüzüne bakın der, kalbiniz yumuşar. bu bir gerçek. yaşlılar ve çocuklar insan kalbine tuhaf bir hava veriyor. kabarıyorsun, ruhunu havalandırıyorsun sanki, yenileniyorsun. bugün hastaneye götürdüm onu, tahlil sonuçlarını doktora göstermek için. 6 sene evvelki doktoruna denk geldik. s... hanım, nasılsın diye gülüverdi kadın. bizimki bir mutlu bir neşeli... nurdan gül hanım, 4 yıl düzenli periyotlarla gittiğimiz doktoruydu. bu kuş yüzlü kadını o da unutmamış ve tebessümle hatırladı 6 yıl sonra. şu an tv nin karşısında süt içiyor. muhtemelen bir saattir aynı sütü bitirmeye çalışıyor tabi sürekli uyukladığından bu zamanını alacak.

böyle işte. bazen onu kaybettiğimi düşünüp kendime keder üretiyorum. esasen ürettiğim kederler içinde en acısı onunki. bütün anneler böyle midir? bir insan kalbi buna nasıl dönüşüyor? gerçekten çok merak ediyorum. su gibi, yalan söyleyemeyen, düşündüğünü ilk cümlede kuran garip bir saflık... oysa ne kadar zor bir hayatı olmuş, ne kadar çetrefilli. kuşum benim, her şey uçucu bu hayatta. en kalıcı sensin, en konucu, yuvalandırıcı, yenileyen... seviyorum bu iki kişilik hayatı, en çok da gülen yüzüne bakmayı tüm dünyaya bakmaktan...

insanın en mutlu olduğu an ana rahmi olsa gerek. aksini söyleyen bilinci duymadım henüz.

tanrının kabz ve bast sıfatları vardır. kabz sıfatı, bulutları, göğü sıkan el gibidir. sıkan eldir. bast sıfatı ise sisi bulutu dağıtan güneşli bir gün gibi, sıcak ve masmavi gök gibidir. genişleten eldir. işte anne yüzü insan kalbine değen bast gibidir. anne yüzü tanrının genişleten elidir.

http://fatmasancak.blogspot.com/2010/08/annemi-ozledim.html

d..f..

- mutluluğun kalıcı yerisin. bu yerde bir süre dinleneceğim -

resim: halil coşkun. çok güzel bir anne figürü bana kalırsa bu resim. sarmal yolculukları hep sevmişimdir.

24 Ekim 2010 Pazar

zarafet



şimdi pencereye çıkacağım bir sigara içmek için. orada, göğün karanlık bir yerinde, bana düşecek bir sözle döneceğim.
-bekleyiniz-

evet!

bazen her şey o kadar ağır oluyor ki; hiç oluyor insan.

elimize verilen şey ince durmaz her zaman. onun bize yakışması için, kabalığımızı inceltmemiz gerekir. zarafet... ne güzel bir tasarım. şey değil kaba olan, çoğu zaman biziz.

şimdi elimdekini bırakıp, incelmeye çalışmak gerek, yeniden, acıtarak oymak...

22 Ekim 2010 Cuma

kuş uykusu


kuş uykusundayım.
tutunduğum dalda,
yere düşmekten korkarım.
oysa kanatlarım var.
rüzgar değse sallanır rüyalarım.
yaprak kopsa, ayrılık uyanırım.
oysa kanatlarım var.

gece görmez gözlerim.
küçücük ölümler gezinir yerde
hayat kırıntıları ezilir.
karanlık durmadan
kalabalık cümleler kurar.
duyar kedi kulaklar
guruldar duvarları
şehirdeki açların.

gövdesi sanır aşkı
kanatlarım.
sarmalar onu mavi kokusuyla
düşe yatırır, az uykusuyla.

uzun uykulara vaktim yok,
yerden yüksekte
sırtımı göğe dayarım,
yerdekilerden az yaşarım.

düştüm mü
kalkmam bir daha
korkarım.
oysa kanatlarım var
ama
kuş uykusundayım.

d..f..


resim: sabri akça / kırsalın kış tasvirlerini ve beyazın soğuğuna kırmızıyla eşlik eden değerli fırça. her bir kış tasviri beni çocukluğuma ve hafif uykularıma götürür.

21 Ekim 2010 Perşembe

mevsim ortancası


ilkler, ilk göz ağrısı
sonlar, gözbebeğiyse...
ortancalar ikisinin arasında
iki ucun yaladığı solgun bir dalga
yitik bir varlık, vasatlığıyla.
ortancayım,
tıpkı şu ekim gibi.
ne eylülün güz haykırışı
ne kasımın öldüren aşk sancısı...
ekimim,
bir mevsimin orta direk şuuru.
en tatlı yerindeyim kendimin ama
benden başka bilen yok bunu.

bu yüzden sıradanım
mugayir isteklerim tespihlerden
içine çekilir.
muhalif sözlerim duvarlara çarpıp
solgun, gövdesiz düşer.
bu yüzden sürekli istisnalar dolanır etrafımda
bir kerelik yaşar, dışarı bırakırım.

kolay beğenmem çünkü
...aslında kendimi beğenemediğimden.
çukurda görünmekten korkarım.
ne yaman çelişkilerim vardır
ne yutucu tenakuzlarım...
bir kere ekim olmaya görsün insan
lodos sesi delik deşik eder
titrek bileklerini.

üçüncü dünya insanıyım
bildik masallarla avunan.
şu yamaç şu tarihin
bu dere karlı dere
o dağlar izohips eğrilerinin....
ama bizimdir, bizim!
biz; aklı selim!

etim de yok budum da
çıldırmış gibi bakıyorum, bakma!
şu ekim halime direk diken olta,
sürekli çekeler beni
av yanımdan kolayca.

bir çirkin tutturmuşluğum var
bir de nasıl inatla!
inatla, intiharla...
kaygısız başım, azıcık aşım
derdi ninem sakallarını sıvazlayarak!
sakalım da yok inadıma söz geçirecek oysa.
bir çirkin tutturmuşluğum var
aynalara kazan karası yüzüyle
nazar değdiriyorum.
yıkayıp yüzünü her sabah
en sevdiğim şarkıyı giydiriyorum.
sözcüklerden takıp takıştırıyor
yatağımın ucunda ona yer biriktiriyorum.

bir inattır, ısrarla...
bir gör beni, ekimde nasıl yaşıyorum..?
bir gör yağmurdan çürümüş gözlerimi.
çiğ çiğ istiyor seni
konuşulmamış yerini
içini, yangın yerini...
istemekle bitmeyen ekim halimin
orta direk, vasat, köylü kurnazı zihnini...
bir gör!

öyle ele avuca gelir yanım yok!
cilalı bir yaşam geçmez yanımdan.
bildiğin ekim nasıl kaynarsa arada
doğmadıktan, ölmedikten sonra
bir nafaka güdümüyüm yalnızlığından.
kaçışlarım gidişlerim,
bir şeyleri durmadan terk edişlerim...
aynı şehrin içinde
çuvalda debeleniş gibidir.

ekimin gücenme ayrıcalığı yok.
yok, fazladan hayal babalığı.
en fazla bir kuytuda bir öpüm,
iki durak arasında
cam buğusuna bakarken boş boş
sıkı sıkı tutulmuş bir el,
sıcaklığı vagona işlemiş...
bilemedin en fazla
konuşurum rüzgarınla
çiçeklerin örttüğü bir terasta
gökten de saklanarak
ismini sesli anmak isterim
yüzüne sevgilin gibi bakarak.
içimden yalvarırım
gel beni ıslah et,
büyüt gözbebeklerimi
irislerimi çal isterim,
aklımı bir kez yerinden oynat!
hayat ver bana, yüzümü ışıt!
koynuma iliş, saçını dök...
sonra kapı açılır ve inerim.
aynı yoldan yıllardır
aynı teranelerle...

kavafis'ten bir kadın
waymon'dan kara sesiyle
her akşam eteğimde
noktalı kanaviçe işler.
sonra alışkanlıklarım var
duvardaki çatlakları
her gece bıkmadan sayarım.
uyumadan
göz kapaklarıma bir bahçe kurarım.
monet'in bahçeleri gibi
bakımlı, güzel...
tam gözlerine bakarken
rüyaya dalarım.
aslında ikisi aynı şey
bunu biliyorum.

kolaj yap demişti bir arkadaşım.
tablolardan, şarkılardan, şiirlerden...
yapıyorum.
başka ne yapsın ekimin biri,
cüzdanı avuntu tarihleriyle dolu.

durmadan eziyorum kalbimi
ekimsin sen, duydun mu?
ne ilk, ne son
orta yerde aşınmış bir yontu.
duydun mu?

şimdi git uyu!

d..f..

resim: monet
- dünyanın merkezinden ekimin sesine -

20 Ekim 2010 Çarşamba

ağaç ve kadın


dağlara dönüyorum.
dağların arasında yalnız
bir kadın bir ağaçla konuşuyor.
yalnız bir ağaçla.
onu deli sanıyorlar.
kendi kendine konuşması,
seçtiği kelimeler...
başka bir uzayın kelimeleri.
ama delilik böyle değil midir zaten?
bizim bilmediğimiz bir uzaydan ses veren.
aklın kavrayamadığı.
yalnız bir kadın bir ağaçla konuşuyor.
ve acı öyle büyük.
teselli verecek kökler yok.
dağlara uzatıyor başını.
toprak istiyor ...

b. matur - "son bir kez" isimli oyun metninden...

19 Ekim 2010 Salı

kanatlarım


gök çarmıh...
gel ey İsa!
kanatlarımı kaldır
kanatlarım,
taşa bağlanmış acım,
kanatlarım kadındır.

d..f..

17 Ekim 2010 Pazar

masallar bitti ama "ne me quitte pas"



yağmur adası
tek mevsimli
kuraklık ölgün.

bana anlatma
sözün kandırılışına ağlıyorum.
bana anlatma
kulaklarım su dolu.

çölleri, kuyuyu, dağları...
kardeşleri sorduğun karanlık avluları...
nasıl uyuttun ruhu böyle
ne içirdin kutsal sözcüklere..?
artık çamur giyiyor çıplak ayaklarını
ve sesler kalbi yalanlıyor.

bana anlatma
sağır kalışıma ağlıyorum hala
dilsizliğime...
bana anlatma
masallar bitti.

d..f..

Nina Simone - Ne Me Quitte Pas


http://fizy.com/s/1lrmnx

"beni terketme
manasız kelimeler
bulacağım sana
senin anlıyabileceğin.
sana anlatacağım
bu aşıkları
kalplerinin sadece 2 kez
birleştiğini görenlerin.
sana anlatacağım
bu kralın hikayesini
seni tanıyamadığı için
ölen.

beni terketme"

15 Ekim 2010 Cuma

örtünmek...?



insan neleri örter?
yatağını, masasını, koltuğunu, penceresini, bazen arabasını, evinin zeminini... yemeklerin üzerini, duş alanını... geceleyin, tüm görüntünün ve zamanın üzerine göz kapaklarını örter. insan yaşamı boyunca hep örter. suçunu, gizini, kendine saklamak istediğini... örter...

insan kendine ait olan, ya da en çok kendine ait olmasını istediğini örter.
"seni kendime sakladım"...

türban!
biliyorum, çok alakasız yerden girdim. esasen tam kalbinden... içinden dışına anlatıyorum, bu kez dıştan içe değil, içinden dışına...
türban!
bu sözü sadece tvlerde ve gazetelerde duydum. etrafımda kimse bu adı kullanmaz. örtü derler, örttüğü yerin adıyla birlikte. neden örtünür insan? hepimizin buna verecek bir cevabı var. başını da örten insanın diğerlerinin gerekçesinden çok farklı ya da uçuk bir sebebi yoktur.

giyinmek ve örtünmek... tdk ile...
giymek; Örtünüp korunmak için bir şeyi vücuduna geçirme.
örtünmek; Kendi üzerine bir şey örtmek, Kadın, dini açıdan görünmesi sakıncalı olan yerlerini örtmek.

bir şeyin iki ucudur örtünmek. kadınsın, içinde bir cazibe ve çekim alanı taşıyorsun, bu varlığının asli damarı... kadınsın, beğenilmek arzun hiç tükenmiyor, bu yüzden hangi sosyal statüde olursan ol sevgilinin ya da eşinin ilgi eksikliğinden şikayetçi olabiliyorsun. kadınsın, varlığını giydiren cazibe, karşılığını almak için beklemekte. kadınsın, beğenilmek istersin. diğer taraftan seçme özgürlüğünü kullanmak "da" istersin. "beni şu beğensin sadece, o bilsin varlığımı" diyebilir, bunu "da" isteyebilirsin. ilgi çeken noktalarını törpüler, içine çekersin. örtersin kendini, cazibesini saklarsın. ve hep istenen, insanın ona bayıldığı, kendini onunla önemli hissettiği, var hissettiği: ilklik... ilk olmak, ilk kalmak...

kadınsın; ilklik duygun çok gelişmişse, yaşamını onun üzerinden kodlarsın. gereğinden fazla hassas, gereğinden fazla hoyratsan, hem kendini hem karşındakini korumak istersin. kendini onlardan, onları senden... örtünmek, insanın sadece kendini koruması değil, sunacağın manzaraya karşın seni görecekleri de örtersin.

örtünürsün; çünkü bazen bir böcek gibi hissettiğinde, seni kimsenin görmemesini istersin. ayak altından, gölgeler arasından sıvışıp görünmeden geçip gitmek istersin.
örtünürsün; çünkü çok fazla kapitalisttir bakışlar, çok fazla tüketicidir, çünkü çok acıtır bazen sana et muamelesi yapan gözler... çünkü her bakış beğenilmek arzusunun içindeki estetik duygusunu doldurmaz, her bakış zarafet sahibi değildir, bilmez baktığına ruhundan rüzgar savurmayı... çünkü bir kasap dükkanının önünde ete aç gözlerle bakan kediler gibi... ruhunda olup biteni, kalbinde yanıp söneni bilmeden, bilmek istemeden endamını kıyma makinesinden geçirir gibi bakar bazı kasaplar. örtünürsün çünkü, görünmeden aranızdan akıp giden etten önce ruhtur. bir gölge gibi süzülen aranızdan, ses çıkarmadan, silik, evet silik akmak ister sadece yolların gideceği yere. varsa gerçekten bakışlarınızda bir zarafet, benden önce yere baksın gözleriniz, gölgeme... o benim yerküredeki yansımamdır, kapladığım siyah ev... kapladığım bir karış endam, size bedeni hazdan önce kalbi bir derinlik sunacak... sadece bunun için örtünmektir aslolan...örtünürsün çünkü, ...

soruyu şimdi sorayım: peki neden örtünürsün? bu sorunun cevabı "tanrıya neden inanıyorsun"a kadar gider... evet, ucu çok derinlere inen, kılcal damarları olan bir cevaptır bu. bu cevap da değil mecramız... sadece neden örtündüğümü/zü, dünya yaşamının içinde, buna neden gereksinim duyduğumu/zu anlatmalıyım.
kırsal bölgelerden göç alan büyük şehirler, göç eden insanı bir değişim çarkının içinden geçirirken birçok sıkıntıyı da beraberinde getirdi. adaptasyon, bunlardan en önemlisi... örtünme eyleminin sosyolojik boyutuna değinmek istemiyorum çünkü bu içeriden yazılmış bir yazı olmalı...

sanırlar ki, örtünen kadının estetik duygusu gelişmemiştir. bu basit bir yanılgı. estetik duygusu ancak eğitimle gelişir. ve bu duygunun örtüyle, örtüsüzlükle ilgisi yoktur.

şimdi köşelerde, tvlerde konuşulan örtü benim anlattığım örtü değil! o iktidar örtüsüdür sadece. o, çirkin bir örtüdür, estetiğini çoktan kaybetmiş... o benim anlattığım örtünün güncesinden çalınmış, içi karanlıkla doldurulmuş bir örtüdür. o örtü, kavgasını verenlerin bağırsağını örtmek için icat olunmuştur. benim örtüm ne siyasidir, ne türbandır ne de dogmatik bir kuraldır. benim örtüm, göğümdür.

d..f..

resim: mihai criste

7 Ekim 2010 Perşembe

kış kanatları


...

kış koynuma sokuldu, üşüyen sesi nefesimde uyudu. macera aramak, kaçmak yani... bir nar soyuyorum, açık perdelerden savrulan yaprakları izleyerek. ne batıcı rengi var narın.

aslında en kötü suskunluk, söyleyecek bir şey bulamadığında susmakmaktır.

bir söz kaldı bana senden, uzaklardan söylenmiş, üzerime alındığım kısacık bir cümle.

günler... baharatlar... un, ekmek... kar kokusu sular... sahi, nasıl geçecek bu kış?
sözcükler, çok meraklılar.



"ne kadar çok bilirsen, o kadar bela başa
zaman her şeyi çözer, şu beklemek olmasa"

5 Ekim 2010 Salı

kör demokrasi

tanrıdan taştığım yerdesin.
orada atlar yok.

d..f..




eciş bücüş geçiyor günler. kimi çok ansız, kimi bensiz geçiyor. aldırış etmiyorum. her kış bir sancıyla geliyor, bundan dert yanmıyorum.

gündüz hastanedeydik, annemle. rutin rapor yenileme işlemleri. bu hafta hastanede geçecek gibi. hastaneler ve mezarlıklar insanın günlük yaşamını hafifleten şeyler aslında. ileride ne olmak istediğimizle ilgili bir çerçeve veriyor elimize. dönüp dolaşıp; en fazla insan olabilirim diyorsun, ya da olamam!

bu ülkede sahte sefaletleri karaborsada satıyorlar. gerçek sefaletler, kuytularda kalmaya devam ediyor. hastaların çokluğundan şikayet eden doktor, sıraya girmeden muayenehaneye aldığı tanıdığına dert yanıyor uzun uzun. laboratuvarda çalışan sağlık memuru, sırada bekleyen onlarca kişiyi uzun bir telefon konuşmasıyla bekletiyor. sandaletinin içine beyaz kalın çorap giyen kadın, yaralı ellerini başına tutmuş bekliyor. neyi bekliyor? haklarının gün gelip onu bulmasını! biliyorum, daha çok bekleyecek! hastane bahçesinde yanıma yaklaşıp hikayesini anlatan üç kadından her biri aynı ülkenin kimsesizleri. ne referandumdan, ne iktidar kavgasından ne de ab uyum sürecinden haberdarlar. iktidarlar, onları eğitmemek için hep direndi. onların derdi çok başka! onların derdi, onların yönetime getirdiği adamların derdiyle eşdeğer değil, hiç de olmadı ve olmayacak da! memurun uzun telefon konuşmasını itaat eden bir tutum içinde bekleyen kadın, hor davranışları alttan alarak mahcup bir edayla minnet duyarak başını eğiyor. bu çarkı değiştirecek bir hak-hukuk varlığı o kadına hiç yaklaşmayacak! bizim medeniyet algımız, insanların ayağına ugg giydirebilme zihniyetinden ibaret! insanına, hakkını savunma gücü-becerisi verememiş zihniyetin ayağına vermek istediği ugg nihayetinde kapital debelenme derdidir. biz medeniyetimizi "tanıdığına dert yanan doktorlarla" kaybetmişiz çoktan! demokrasinin canı cehenneme! burjuvazinin ve elitistin demokrasisi pet şişeler kadar doğal ve kullanışlı! sadece kendine dönüşen/dönüştüren boktan bir kısır döngü.

bu ülkenin gerçek hikayeleri anlatılmıyor. öykücüler ancak plastik pet şişelerin dönüşümünden bahsediyor. ve bunun da doğayla bir ilgisi yok! dönüşümün ticari kaygısı! bir araştırma hastanesine gidin ve uzun karanlık kör koridorlarında demokrasinin anlamını bilmeyen ucuz hayatlarla tanışın. demokrasi sözcüğünden utanırsınız. ben utandım bugün!

bugün, orhan kemal'in "bir kadın" hikayesine eşdeğer hikayeler yazabilen kaç öykücü var? orhan kemal hala yaşıyor ve orhan kemal'e o hikayeleri yazdıran şartlar da... değişen tek şey, toplumun içindeki kopukluk! demokrasi sandaletin içine beyaz çorap giyen kadını görmüyor: kör bu demokrasi...

d..f..

2 Ekim 2010 Cumartesi

gece gelen ikrar

açıklayamadığımız, mantıklı cevaplar bulmakta zorlandığımız ne çok şey var, değil mi? her şey olup bitmiştir ama biz hala ağzımız açık bakarız: "neden?". mantığımızın verdiği cevap ise bizi hep bozguna uğratır. çünkü mantık daha çok mantığı muhatap alır. yani, "şu duygusal sebepten böyle davranmış olabilir" açıklaması bize uzak gelen ihtimaldir. önce şuurlu duygusuzluk: "maddiyat" yoklar limanlarımızı...
***

tüm dizeler samimiyete sarılıp, bir "arayış" şelalesinde akarken, ansızın durmak niye?
- "evreka" mı?

o halde şiiri bırak! şiir bulmuşların yeri değildir. şiir satılmaz. şiir okuru şairden şiiri değil, şiirden şairi bilir. şiir hiçbir şairin mülkü değildir.

d..f..

- sçldr -