31 Ocak 2012 Salı

işten çıktım

İşten çıktım. Site parklarının içinden, ayak basılmamış yerlerde yürüdüm. “sıcak nefes, sık adımlar, iz çık iz çık, annem bekler iz çık iz çık…” diyerek metrobüsün yolunu tuttum. Yolda 15 sayfa kitap okudum. Tramvaydan indim, eve doğru yürürken ara sokağa girdim. “iz çık, iz çık, sıcak çorba, nefes buhar, iz çık iz çık…” paçalarım bembeyaz oldu. Zili çaldım, annem pencereye çıkıp kimin geldiğine baktı. Beni görünce kapıyı açtı. Çukur yanağını öptüm, namaza durmuştu, “burnun ne soğuk” dedi. “iz çık anne” dedim, “hıı?” dedi. Üzerimi çıkarmadan yazmaya koyuldum. (pzrts)
***

üzerimi giyindim, cenaze yeşili bir şalı boynuma taktım. patronum üşümeyeyim diye şalımı takmama yardımcı oldu. paran var mı, vereyim mi dedi, istemem, ihtiyacım yok dedim. işten çıktım. site parklarının içinden, ayak basılmamış yerlerde yürüdüm. "aşiyan yollarından ses versem duyar mısın?..." şarkısını söyledim. yanımdan birileri geçerken sustum. arabanın altına sığınan kediye üzüldüm. "çok açım, ABİİLERİM ÇOK AÇIM, ALLAAH RIZAA..." diye bağıran adama para vermek için aradım, üzerimden kuruş çıkmadı. yolda 17 sayfa okudum. 5 sayfada aştı çizilecek cümleler buldum, hepsine cebime attım. eve geldiğimde pencerenin altında durup bir kar topu yaptım ve cama attım. yeğenim baktı gel dedim, omuz silkti. ablama gel yürüyelim dedi, giyinip çıktı. yürüdük, parkta bir sigara içtik, yürüdük. ablam üzerinde para mı, salep alalım dedi. yok dedim. keşke cüzdanımı alsaydım dedi. kar yiyelim dedim. beş lira da mı yok bari kestane alalım dedi. yok dedim, kar yiyelim mi? yemedi. eve geldik. cama kartopu attık. yeğenim geldi, bir süre birbirimize attık. boza içmeye gitmedik çünkü yollar kötüydü. yarın akşam inş... (salı)

parasız olmanın ve dolaşmanın hafifliği vardır. özgürsündür, yalnızca kendin vardır. kestane ya da salep olmadan da olur, kar yersin ))
***

dışarıdan kikir kikir gülüşen çocuk sesleri geliyor.


d..f..

27 Ocak 2012 Cuma

kış masalı


zemheridir, nefesin tüterek yürürsün, artık insanların yüzünü inceleyecek merakın kalmamıştır çünkü herkesin aynı gaileyle baktığını öğrenirsin. sonra düşünür ve bulursun: fikir yürütmeyi sevmez aşk, onun tek hakikati vardır ve oldukça inatçıdır, tıpkı bir kocakarı gibi.
***

salinger'in çavdar tarlasında çocuklar'ı yeni okudum. son 60 sayfaya vardığımda, ne ilginç bir kitap dedim, altını çizecek bir satır bulamamışım. sonlara doğru yaklaştıkça, çavdar tarlasının çağrışımı sardı içimi. bu benim lodosumdu. kimseye anlatmamıştım lodosumu. taa ki geçtiğimiz günlerde küçük bir kahramana dillendirene kadar. anlatırken de kendimi o çavdar tarlasının coşkusuyla koşarken buldum kelimelerde. gözlerimi kapasam, parmaklarımı öpecek gibiydi, lodos. içim, çocukluğumla doldu ama ağlayan o oldu.

"olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir" diyordu kitabın 176. sayfasında.

ve kitabın sonunda "sakın kimseye bir şey anlatmayın. herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra" diyor salinger. aman Allahım, bu korkunç bir doğru. hele ki anlattığın, suskunluğuyla seni onaylıyorsa...

kahramanımız holden, bay c'nin ergenlik dönemi gibi... sayfalarca lanet okuyor sahtekarlara. ve kitabın son sayfasını kapatırken "lanet şey bitti" diyorsunuz.
***

t.angelopoulos'un vefat ettiğini bugün öğrendim. ağlayan çayır filmini izlediğimde içimde olgun bir kıskançlıkla, filmden nefret etmiştim. sonsuzluk ve bir gün filmini izlediğimde de aynı şey olmuştu. bu duygu beğenimi öteledi. taa ki demir özlü'nün hikayelerini okuyana kadar. tezer'in kardeşi demir... şu girişe yazdığım cümleler gibi. "sen" diyor, tüm öteleri, yabancıları, yalnızlığı ruhunun taa içine sokuyor cebren. evet, benim... şehirlerin yalnızlaştıran yüzünü, tezer'den sonra bir kez daha okudum demir'den. ve biliyor musunuz, kış mevsimini ferid edgü sevdirmiştir bana.
***

dışarıda fırtına var. odamdaki baca deliğinden o tanıdık uğultu geliyor. uyumak istemiyorum, günlerdir bastırdığım kelimelerin içimdeki didişmesinden kurtulmak, hepsini buraya boca etmek istiyorum. bazen unutuyorum, kendimi nasıl iyileştirebileceğimi.
***

elimde "pıçak" var dedim, "FıSTıKÇıŞahaP"ın sert ünsüzleriyle... sert sessizlik... içeriyi oyar ve kuyuya hapseder. "bunu neden yapıyorsun?" bu soruyu binlerce kez sorabilirim ve tüm kalbimle söylüyorum ki; bıkmam, belki rahatlarım. içimdeki kocakarının ölmesini bekliyorum. seni kendimden kurtarmak için.

d..f..

-fotoğraf; köydeki evimizden bir kış masalı-

20 Ocak 2012 Cuma

yaşama sevinci



göğe bakıp
seni bir ağaca davet ediyorum dedi.
toprağa bakıp
seni bir lodosa davet ediyorum dedi.
ve bir yaşam doğdu
sevinç içinde.

d..f..

bu şiir bir hikayenin sonuydu. hikayeyi yazmaya devam ediyorum ama...
***

doğuyoruz, yaşıyoruz ve ölüyoruz. bu hayatın en yalın özeti. doğarken kimse nasıl yaşayacağını düşünmüyor, doğduğun için seviniyor. ölürken de bir süre sonra doğmamış gibi oluyorsun, dünya seni hiç görmemiş gibi davranıyor. yaşıyorsun dediğim şey ise bu hakikattir işte. hiyerarşiye, statükoya ve mesafelere duyduğum öfke bu hakikati reddettikleri içindir. Öfkemi anla(yın)

-bir süre yokum-

8 Ocak 2012 Pazar

benim gövdem


ey gövdemin huzursuz varlığı!
kendine kanat arıyorsun,
göçmek ve yerini bulmak için.
böcek kadar ürkeksin
kopmuş yaprak kadar çaresiz.
duaların kadar varsın,
tanrının seni sevdiği kadar..
belki de yoksun,
kendine yeni bir yer arıyorsun.
ey benim gövdem
varlığın teklik üzerinedir...

sizin gövdeniz
tutmuş tüm yeryüzünü
gövdeleriniz sizin, kan balçığı
huzursuzluk kokuyorsunuz durmadan.
toprağı acıyla gübreliyorsunuz.

gövdemin yılgın varlığı,
yüzünüzde bir sığınak arıyor
belki bir merhamet kırışığı
belki bir onur çizgisi
saklanmış olan hileli suretinize.
sizi kendi yüzümde görüyor,
aynalardan kaçıyorum.

ey gövdemin huzursuz varlığı
kimi sevdin de huzur belledin ruhuna?
bu yeryüzü kuzey ve güneye ayrılıyor
ama tanrı, doğunun ve batının sahibiyim diyor.
kutuplardan kork!
aradığın huzur,
bulacağın kanatlardadır.
ve kanatlar, kelimelerin sihriyle havalanır.

d..f..

4 Ocak 2012 Çarşamba

kelimenin sonsuza ilerleyişi


sürekli adını duyduğumuz... içimize başkaları tarafından dikilen kahramanlık anıtları vardır. yüzünü yakından görmemiş, sesini duymamışızdır. ama kahramandır içimizde işte... j. conrad'ın bay kurtz'u gibi... karanlık bir ülkesi vardır aslında o kahramanın, kendi küçük dünyasını kurmuştur. tıpkı içimizde kurduğu hayranlık dünyası gibi. başkalarından dinlemek birini, başkalarından etkilenerek yön vermek tanı(ma)dıklarımıza, kendi güçsüzlüğümüzdür aslında. inanmak için tanımak gerekir. bir insanı, direncini kırabilecek varlıklar karşısındaki duruşundan tanımak gerek. çünkü zaaflarımızdan geri kalandır, insanlığımız.
***

bu zaaflarımızı düşünürken, yaradılışımızın ardından kaybettiğimiz ya da geliştirmeyi bir türlü beceremediğimiz prensiplerimizi düşünüyorum. öte yandan bizimle gelişip serpilen şımarıklıklarımızı, egomuzu, bencilliğimizi, hasetliğimizi... hepsi bende olan şeyler ama sizler de üzerinize alınabilirsiniz. en tamahkar olmayanımız bile, budalaca bir gururla kaybediyor mutedilliğini. cömert olmuşsa bir anlığına, beceremediğinden midir, saçıp savıyor bir anda. merhametinden midir, ezilmeyi göze alıyor, fütursuzca. hamsun'un budala aç'ı gibi... çok gerçek, çok doğru... insan vicdanı, ahlaki değerleri kaybetmeye başladığında içeriden bir sızı salgılıyor. bir daha yapmayacağım dediğin anda da ise; bir başka çeşit teselli sıvısı salgılıyor adeta, bir anda kendini aklayıp, paklıyorsun hatta halkı çıkartıyorsun. budalalığımızdan kalan, en masum kusurlarımızdır.
***

35 can, çekildi yeryüzünden. tereyağından kıl çeker gibi oldu, hiçbirimiz duymadık onları eksilirken. onlar, "vasati kırk çöp" kıvamında özre gerek duyulmayan birlik beraberlik kurbanı oldular, bir türlü beceremediğimiz beraberliğin kurbanı... yeni yılı böğürerek kurtlarken batıdaki beyaz yakalılar, evinde yas tutan aileler vardı. "duygusal olarak bölün(müş)tük gerçekten. kendi adıma yaşadığım şehri ve içindeki neşeyi yadırgadım ve yabancılaştım. üzerine bir de okumakta olduğum ferit edgü - hakkâri'de bir mevsim, kitabı gelince, daha derinden etkilendim. dağ başında kendini unutmuş bu adamın öyküsü, bana şehrin ruh yıkıntıları arasında varlığını yitirmiş kalabalığı anımsattı (ansımak)).

kitabın sonunda; tanınmayan, uzak, o yabancı sevgiliye, filozofa ve dostlara yazılan mektuplar, utandırıyor okuru. çünkü her biri bize yazılmıştır aslında, zaman içinde elimize rötarlı ulaşmıştır. buraya eklemeyi ne çok isterim o mektupları, yazarın kendi hayatından bir parçayı anlattığı...
***

daha uzun yazmak isterim kitapların içinden. bir sığınaktır her biri, kendinden kaçıp kurtulmak, kendini bağışlamak isteyenler, kendini çok sevdiği için öfkelenenler için... okumak kadar yazmak yazmak da bir sığınaktır, tüm odaların, tarafından tasarlandığı... (tasavvur desek tasarımın mekanik sesindense..) insan sesi çıktığı kadar bağırıp, saklanmak istiyor bazen. odalarına kapanmak istiyor. tüm dünya yok olmuş gibi unutmak istiyor varlığı... sert cümleler kurarak dondurmak istiyor. anladım ki, sertlikte değil maharet, kelimenin zamandaki sessiz ilerleyişinde... birikenler, genişletiyor kalbi, açıyor ve katılığı buharlaştırıyor. şiir bu yüzden hiç ölmüyor...

d..f..

resim; Max Ernst - 1927

3 Ocak 2012 Salı

katılımcılar aranıyor

seviyorum, o halde varım :)

haydi katılın bana.

d..f..

-bu akşam için bir yazı planım vardı fakat...-