18 Mart 2010 Perşembe

küçük bir gezinti



























































bu sıralar bir memleket özlemi depreşti yine içimde. 06 yılında çekitğim fotoğraflara baktım. '08 de çektiğim asıl güzel fotoğraflar çöken pc ile buharlaşıp gitti. aslında orada çok daha güzel çocukluk objelerim vardı. çilek mesela... burada dağ çileği diyorlar biz orada "hamunçara" derdik. muhtemelen rumca bir kelimedir, kullandığımız birçok kelime gibi. hamunçara çiçek gibi her yerde bitiveren bir meyveydi. ve civarında bir çeşit bitki daha vardı. ip gibi upuzun, en ucunda sadece bir iki yaprağı olan, uzun bir ot. hamunçaraları toplayıp o ipe geçirirdik, kıpkırmızı taşları olan bir kolyeye benzerdi. bazen hamunçarayı taze fındık yaprağına sarıp yerdik. mayıs ayının sonu gibi olgunlaşırdı hamunçaralar. yeşil çimenlerin, otların içinde kıpkırmızı gülümserlerdi. tatlarını anlatmam mümkün değil. istanbula geldikten sonra uzun bir süre köye gitmemiştim. öyle çok özlüyordum ki, rüyamda sık sık hamunçara görürdüm. hatta adapazarında öğrenciyken gördüğüm rüyayı arkadaşlarıma anlatırdım. bir gün akyazı-altındere ye gittik. karadeniz bitki örtüsünün aynı, dağ içinde bir mesire yeri. baktım heryerde hamunçara var. allahım, o günü hiç unutmuyorum, tüm gün topladım, o ipten de vardı, toplayıp ipe geçirdim, arkadaşlara yedirdim. 2008 yılında en son memlekete gittiğimde bu hatıramı bir daha gerçekleştirdim. gerçekten, müthiş güzeldi, bir rüya gibi tatlı ve doyumsuz. hamunçaranın kokusu da tarifsizdir. buralarda ki tadı tuzu, kokusu başka bir şeye dönüşmüş çileğe hiç benzemez. bir gün yolunuz düşerse, mayıs ayı sonu, haziran ayı gibi, mutlaka hamunçara toplayıp tadına bakın ve hatta koklayın. yukarda bir iki tane fotoğrafını koydum hamunçaranın.

ağabeyimle bir plan yaptık. bu yaz tüm kardeşler toplanıp doğduğumuz o eve ve topraklara gideceğiz yeniden. sekiz kardeş ve çocukları... babamız orada oyun oynadığımız bahçede yatmakta. evimiz ortadan ikiye ayrıktı eskiden. bir tarafında amcamlar ve 8 çocuğu diğer tarafında biz... daracık bir oda hatırlıyorum, orada yan yana yatırırdı annem büyükleri. ben annemle yatardım çünkü en küçüktüm ve annemin kocası bir gurbetçiydi. annemin sol koluna sarılarak uyuyan ve sabahleyin de çay kaşığının bardağın içine bırakıldığında çıkardığı o sesle uyanırdım. tam sekiz çaykaşığı sesi, müthiş bir müzik... evin dışındaki musiki ile evin içindeki müzik öyle uyumluydu ki... fotoğraflarda vardır, dere sesi ve kuşlar.. sonra yatağımdan kalkıp annemin kucağına oturduğumda beni dizinin üzerinde "tatatatataa" şeklinde tuhaf bir türküyle nazlatarak kendi içtiği bardaktan çay içirir, kendi kaşığıyla yedirirdi.

üç katlı bir ev... bilirsiniz... alt kat ahır, orta kat biz, üst kat kışlık malzemler... tabii ineklerin kışlığı da üstte. kuru çayırlar, benim dört kat büyüklüğümde kırmızı küpler... içleri su dolu, elma, muşmula ve armut doldurulmuş... kışın içine kepçe daldırarak buz tutan yüzeyini kırıp çıkartırdık. bir çeşit turşu gibi ama hala çok lezzetli. bazen o çayırların içinde uyuya kalırdım, hiç ineklerin yerinde olmak istediniz mi :) evet, o çayır kokusu bunu insana istediyor vallahi.. huzur kokan bir şey. bazen de kuruması için ön bahçeye serilmiş otlar olurdu. aniden yağmur bastırınca annem üzerlerini bir naylon örtü ile örtmemi söylerdi. onları bir yerde toplayıp üzerinlerine naylonu çekersin ve sen de içerilerine saklanırsın. o irice damlalar naylonu tokatladığında, sen içerde kuru otun sıcaklığı ve kokusuyla göğe bakarsın ıslanmadan. bu bir çeşit salıncaktır, göğün ellerinde sallanıyormuşsun gibi...

yüzlerce muhteşem anı vardır, inanın. anlatmakla bitiremezsiniz. bu yaz sağ salim hepimiz oarada toplanabilirsek yeniden... çocukluğumuzun geçtiği, bizi büyüten ağaçları, merdivenleri, duvarları, daracık patika yolları yeniden şenlendireceğiz. onlar da bizi özlemişler midir aceba? biz gerçekten çok özledik. toplandığımızda açılan sohbet genelde köyde geçen zamanlarla ilgili oluyor. aynı hikayeyi yüz kere de dinlemiş olsak aynı kişiden, aynı tebessümle dinliyoruz ilk gibi. ne sağlam bir bağdır bu! ne bitimsiz bir bağlılık ve çekim gücü...


yukardaki fotoğraflar anısı olan şeyler.
.. bakın mesela bir tane minik balkabağından oyuncak yapardık. şöyleki, kimse görmeden usulca koparırdık ve gövdesine çalılardan ayak takarak ineğe dönüştürüdük. sonra, o mısır koçanı var ya, mısır değil o, kızıl saçlı bir bebek :) genelde uzun ve renkli püsküllüleri makbuldur mısır koçanlarının çünkü bebeği güzel kılan saçlarıdır. bir çift kara lastik... ve bir bileğ taşı, orak bilemek için kullanılır o. ve mart çiçekleri, her yerde... bu çiçekler hem yenir, hem kopartılıp düdük gibi öttürürüz hem de o malum ipe dizip kolye yaparız... e bir de yenir ha... resimlerde evimiz de var... yüksekleri sise bürünmüş dağı-göğü birbirine girmiş koyu mevsimlerin memleketi işte... ve içinde, oracıkta mavi bir ev...

bejan matur'dan duyduğum kitap ismiydi programda... pablo neruda "yaşadığımı itiraf ediyorum" anı, otobiyografi kitabı... vaktiyle bir iki sayfasını okuyup kitaplığımda unuttuğum bu kitabı elime aldığımda kayboldum gittim. çocukluğunun geçtiği o şili ormanları, denizleri, kıyıları, böcekleri, bitkileri... sanki çocukluğumu yeniden yaşadım dünyanın başka bir köşesinde. o kokladığım hamunçaranın kokusu bugün beni anlamlandırıyor. tünel demiştim, bir ses, koku, görüntüden yola çıkan bir tünel gibi yaşam. işte tünelin başladığı yer bu iri dağların içinde saklanmış minik evlerin birinde doğanın kucağında başlıyor müthiş bir ışık ve doğa ile... iki şaire de teşekkür ediyorum. ve tanrıya da minnet duyuyorum. çünkü şehirlerde doğan çocukların hep eksik kaldığını düşünmüşümdür. doğanın içindeki özgürlükle doğmak ve ona ayak uydurmayı öğrenerek yaşama başlamak çok daha insani değerler yüklüyor sanki ruha. belki yanılıyorumdur, kim bilir...

d..f..

-(...)-

1 yorum:

  1. Okuyan herkes kendi çocukluğuna doğru yol almıştır eminim, benim gibi:).

    YanıtlaSil