28 Şubat 2010 Pazar

sanatın varlığını sorgulamak




sanatın ne olduğuyla ilgili tuhaf şüphelerim oldu hep. ortaya bir şey konup onu kitlelere sunmak, sunucu için kendinden ya da sanatından biraz ikiyüzlülük hissetmesi daha gerçekçi. burada sanatın aslında toplum için yapılıyor olması realitesi bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. sanat için sanat yapmak düşüncesi ise sanata tapınmak gibi geliyor. ama daha içkin sanki. bazı sanatçıları duymuşsunuzdur, toplumdam kopuk bir yaşam sürerler. içlerine kapanıktırlar. yaptıkları sanatı bile paylaşmaktan çekinirler. burada düşüncem bu içlerine kapanıklığın nedeninin sanatı sanat için yapıyor olmaları ihtimalinin yanında bir de mecbur kaldıkları durumdur. çünkü sanatkarın kendisi, içinde bu üreticilik güdüsüyle vardır en başından. sanatçılık sonradan kazanılan bir şey değildir. ama yaptığı sanat ile göklere çıkartılmayı gereksiz ve utandırıcı bulur içine kapanık sanatçılar. dolaysıyla sanatlarını kendi kendilerine yapar, mütevazi bir sanatçı yaşamı sürerler. aslına bakarsanız bu bir yönüyle sanatkarın gerçekliğini ve içindeki iç çatışmayı/kavgayı ifade eder.

sanatını toplumla paylaşan sanatçı kesimi ise bazen sanat görgüsüzlüğüne girebiliyor. toplum tarafından anlaşılmak sanatçı için derinliğinin yetersizliğini de ifade eder bir yandan. burada sanat görgüsüzlüğü denilen gereksiz çırpınışlara tanık oluruz. oysa sanat toplum içinse anlaşılmak en değerli paylaşımdır. yetersiz sanılan derinlik sanat görgüsüzlüğüne değil de derinleşme arzusuna dönüşmeli ve toplumdan ırama arzusu bastırılmalıdır. içine kapanık sanatçılarda bu tür davranışlara rastlamazsınız.

sanatın ne olduğunu çok düşünmüşümdür. sahi sanat nedir? sinemada sanatın ne olduğunu "yumurta" filminde anladım. bir yaşam kesitini olduğu gibi aktarıp, sessizliği, gürültüsü, kararsızlığı... bir kahvaltı masasında haşlanan yumurtayı... ve içine serpiştirilen bir "kuyu" hatırasını...

anladım ki sanat denilen şey günlük yaşamın içinde insanın kendini ve varlığını hatırlayıp kendi içine yöneldiği andır. işte "yumurta" filmi bunu çok güzel yansıtmıştı. tıpkı "iki dil bir bavul" filminde olduğu gibi. günlük karmaşa ve şaşkınlıkların içinde gece olup da insan bir başına kaldığında her şeyi farklı yorumluyordu. sinemada festival filmleri sanatı çok güzel başarıyor. "evet, bu" diyorsun.

sanatın öznel oluşu, çok fazla bireysel oluşu her insanın içinden bir kez geçen damara dokunabilme gücüyle ilgili. sanat ürünü insanın içindeki yolculuğu sonucu ortaya dökülüyor. yani sanat eşittir insan. peki ya varlık? varlık, bilgi ve sanatın derinliği için... olabilir mi? doğanın duruşunu bir sanat eseri ise, ona özeniyor olmamız doğanın bir parçası oluşumuzun en bariz örneği de değil mi diğer yandan?

gerçek sanatçı kimdir? doğa mı insan mı, tanrı mı?
bana kalsa tanrı; doğayı insana bir sanat örneği olarak sunup insana sanatı vererek kendi varlığını sağlamlaştırmış. ilham denilen pencerenin tanrıdan başka bir açıklamasını bulamıyorum. şiirin, islam dininde yasak olduğunu savunanlar ve tüm şiirleri ve şairleri yalancılıkla suçlayanlar bir noktada çok eksiktirler. ilham denilen mefhum tanrıdandır. tanrı söz verdiği gibi, renk ve yorum alanı verir. islamda şiirin yasak olması, dönemin şiir sanatında zirvede oluşu ve tanrı kelamı olan kitabın da şiir sanılmasını önlemek içindi. dönem şairlerinin toplumun ileri gelenlerini övmek üzere yazılan şiirlerin süslü söz sanatından ibaret methiyeler olduğundan da yola çıkmak gerekli... ve en önemlisi şiirin kendi içinde gerçeklikle çatışmasıdır. günü birlik aşk şairleri, ilham alanını sığlaştırıp sıkıcı bir aşk metnine tapınarak, gelmemiş zamanlar için sonsuz vaat söylemlerine karışmıştır. oysa sanatta arayış, uzay ruhu ve zamanla birlikte evrenle kat kat açılma arzusu vardır. gün birlik aşk şairleri, aşk sözcüğünü acıtırlar, genişliğini sığlaştırırlar. onlar aynı zamanda sanat görgüsüzleridirler. şiir; içinde felsefesi varsa, arayışı, ilerleyişi, evrenle birlikteliği varsa şiirdir. şiiri söz sanatlarıyla doldurup sözün içini boşaltan şairler bu yüzden sanatı kötüye kullanırlar bence.

çok keskin ve kuralcı gelebilir. ama zaten sanat bir disiplindir. ilham alanını kötüye kullananlar ve onların alıcıları da sanatı disiplinsizce kullananlara da, sanatçının görgüsüzlüğüne de göz yumanlardır.

diğer taraftan da sanatçının kapsadığı insan kitlesine birey olma bilinci vermesi gibi bir de içsel görevi vardır. arayış içinde olan sanatçı, kendi için aradığı mutluluğu/huzuru toplumuyla, insanıyla paylaşmak ister. içinde var olduğu ufku onlara da göstermek için didinir. eser, bu didinmedir. sanatçı, eleştirendir. en ağır eleştiriyi ise eserlerinde kendisine yapar. bu gerçekten de böyledir. bugün sanatçı denilenler devleti pohpohlamak için sıraya dizilmiş adeta. oysa sanatçı özgünlüğünü ve özgürlüğünü korumak için devleti değil, insanı merkeze almalıdır. sanat itirazdır!

sanatın ne olduğunu düşünmek ve onu içimizde yorumlamak gerekir diye düşünüyorum.

d..f..

- dipnot... Picasso'nun bir gravür koleksiyonu serisi şu an pera müzesinde sergileniyormuş. 16 Şubat-18 Nisan 2010 tarihleri arasında sanırım. gitmeli, görmeli..-

.

bulut sis...

yorgunum... sisi eteklerine inmiş ulu bir dağ eteğinde iki gece geçirdim. hastalıklı bir göğü vardı sanki. rüzgarı esmeyen... acele ve kaba saban bir gündü. geçti gitti iki geceyle beraber. bir daha gittiğimde cumalıkızık'a mutlaka uğrayacağım.

25 Şubat 2010 Perşembe

yaşamımıza saklanan bekleyişler




eskiden nasıl anlatırdım, hatırlayamıyorum. bugün epeyce zorlanıyorum. ya bir öykülük ya bir şiirden sesi, içine nasıl dökeceğimi bilemiyorum bu dümdüz cümlelerin.

97 yılıydı, godot'yu beklerken'i izlediğim yıl. bugünlerde o oyuna bambaşka anlamlar yüklüyorum. öyle bir bekleyiş içinde oturuyorum ki, gelmesi gerekenin ne olduğunu sık sık bilmiyorum. beklerken hayatın önümden akıp gitmesiymiş asıl beklemek. beklemek hayatın akışını gözden kaçırmak, umursamamakmış gibi bir şey sanki. ben ne beklediğimi bilsem de, beklediğimin gerçekleşmeyecek oluşu onun bilinmez kılıyor bu yönüyle. ve yaşam akıp gidiyor bilinmez bekleyişimin içinden.

köprüler... bir ağ gibidir zamandaki izlerimiz. sürekli bir köprü üzerinde, başka uçurumlardan köprüler döşemekteyiz. ötekilerimiz, berikilerimiz, sığlımız, derinliğimiz... içimizden daha içerideki içimize bile bir köprü ile geçmekteyiz. bir bilgiden başka çekirdek bir bilgiye inmek için köprülerden geçmek zorundayız. bugün, tüm yaşamların şeffaflığını seyrederken, farklılıkların aynılığa doğru çok geniş bir köprüden ilerlediklerini görüyoruz. köprüler bizi vahdete taşıyor. göçümüzün büyük bir kısmı köprüler vasıtasıyla...

bir mısranın köprüsünde, kalbimi taşıdığı dehliz, bu gün bir köprü yaşamına dönüştü. ve köprü yaşamıyla beklemek, denizleri karşına almak gibi bir şey. sizlere de olmuştur mutlaka. önünüzdeki şeye öyle odaklanırsınız ki, isteğiniz öyle iridir ki her şey buğulu bir camın gerisindedir artık. yani, geçmişte kullandığınız tüm köprüler uçurumlara yenik düşmüştür. tüm eski köprülerinizi terk etmişsinizdir. ve beklemek bir köprüde altından geçen yaşama da yol vermektir.

tüm varlığın bir muadili vardır. buradaki eş değerlik kavramını; karşıt uçtakinin ona varlık hakkı vermesiyle oluşan bir denge metaforu olarak düşünebiliriz. köprü-uçurum, kuyu-kule ve en kuşatıcı ve kaba tabiriyle yaşam-ölüm... denklik, mutedilliktir de bir yandan. kuyu ve kule tabirlerinin zihinde uyandırdığı anlam mesafenin dikey yönlerdeki karşıt uzunluğudur. burada, yükseklik ve derinlik ifadeleri yaşam bulur. denge ise ikisinin zıt gibi durmasına karşın bir ilerleyiş biçimini ve normali rendeleyen anormal seviye içermeleri durumudur. zemin yok. denge, derinlik ve yüksekliğin ruhunda var olan ilerleyiş ve çoğalmanın ortaklığıdır. köprü ve uçurumda ise aşırılığı zımparalayan bir nesne var. aynı mutedillik burada da var, aynı denge. birini var eden diğeri... uçurumun varlığı köprüyü var ediyor. ölüm, yaşamda hayat buluyor gibi. işte denge denilen yaşam değeri, içimizdeki en uç noktaların varlığını bulup, var edip sonra o dengeyi kurabilmek. kuyudan düşmeden, kuyuda boğulmadan... ama içinizde derin bir kuyu yoksa varlığınız eksik ve sığdır, yüzeyseldir gördüğünüz varlık. taşın sertliğini denemelisiniz. göğün yüksekliğini, sıcağın yakışını... yaşamınızda var olan kuyu kadar ona eşlik edecek bir dans arkadaşı gibi kulenin varlığı da şarttır. uyum, ahenk, denge... varlığınıza haksızlık etmeyin, onu yüceltin, artırın, eksiltin, boşaltın, doldurun...

neydi? sürekli tamamlanmak için aradığımız o eksik yanımız hiç dolmayacak bir yerdir aslında. bu boyutta ve zamanda bizi dolduracak ve tamamlayacak bir şey yok. olsaydı tanrı ölümü yaratmazdı değil mi? ölüm, boşluğumuzu, aradığımız eksik yanımızı tamamlayacak, kendi boşluğuyla.

bu metaforlar yaşamımızın içinde var olan, gözle görülmeyen mikroorganizmalar gibi, yaşamları kuşatan soyut varlıklardır. kendilerini tanımlayıp, bilinçli bir tanışıklık verirsek, kendilerinden daha fazla faydalanacağımızı umuyorum. hepimiz köprülerimizi, bekleyişlerimizi, karşımıza aldığımız denizi, kuyu-kule, köprü-uçurum metaforlarını arayalım içimizde. arayalım, bulana kadar. çünkü varlar. beklediğiniz her şey gibi varlar. umut inandığındır, ve inanıyorsan vardır.

denizi karşıma alarak bir köprüde bekliyorum.

d..f..

-muadil: denk, eş değer
-mutedil: ılımlı

(kendisine karşı olumsuz düşünceler beslesem de... bir söyleşisinde okuduğum davranış biçimi beni etkilemiştir. öğrendiğim yeni bir kelimenin önce etimolojisine bakarım diyor. sonra anlamını derinliğine araştırıp yazım dilimin içinde yaşatırım. kendisi elif şafak'tı... mini sözlüklerim devam edecek. amacı; düşünceyi, ruhu bize ait olan, bizden karılmış kelimler vasıtasıyla aktarmak. kullandığımız fransız kökenli kelimelerin sayısını öğrenince, canım yandı doğrusu düşündüğüm yerlerimden.-

.

23 Şubat 2010 Salı

gidemedikleri

Tavana bakıyorum.
Orada bir kuyu vardır
Benden önce açılmış
Yarım bırakılmış bir kuyu.
Bir ölünün kendini hapsettiği
Derinliği bana bırakılmış bir kuyu.

Duvar beni dinlemekten vazgeçtiğinde
Kuyuya iniyorum.
Bir ıslık çalıyorum
Islak bir ıslık…

Her şeye inat bu kuyu beni terk etmeyecek.
Biliyorum.
Sevmem oysa ölüleri
Beni terk ettikleri için.

Hep terk edilmiş bir kalp
Kuyuya saklar gidemediklerini.
Kuyuda saklar gelmeyenleri.

Hiç gelmedin
ama
Beni terk etme.

Kuyu çok derin
Tavan çok alçak…

d..f..

(...)


22 Şubat 2010 Pazartesi

ay

uyandığımda gitmişti.
tülden gri eteğiyle
çekilmişti söylenmiş sözlerin göğünden.
nerede yaşadığını merak ettiğimden bu yana
söylenmemiş sözleri arıyorum.
onlarla gri eteğini çıkarıp
bembeyaz eteğini giyiyor.
ayakları çıplak
gün tozunun sırtında yürüyor.
tuhaf, ışıltı yok yanaklarında.
gelmek için geceyi bekliyor.

d..f..

-ay için..-

20 Şubat 2010 Cumartesi

araya son..



biraz uzadı ara. burada, çantamda taşıdığım ajandamda bir yığın şey var aslına bakarsanız. yazarken bir yandan da kızıyorum kendime. ne olacak bütün bunlar? anlamı nedir bunca yazmanın? "duyurmak" neden? bu sorumun anlamını içindeki parçaları durmaksızın bir yere yazanlar anlayabilir ancak.

yazmak maalesef bir ihtiyaç benim için. içine doğduğum bir durum. maalesef dedim çünkü onunla yaşamak gerçekten çok zor. düşünce gücünden çok sık bahsettiğim zamanları da terk ettim. yazmak ihtiyacımla baş başayım. bu dünyaya kadın gelmek, dünyaya çirkin/güzel gelmek gibi bir durum. sizi gereğini yapmaya zorlayan bir durum. eğer yazmazsa bu ihtiyaç sahibi, inanın bir gün patlayabilir. ve içinde biriken kelimeler onun sonu olur.

okuduğum kitaplarla ilgili rüyalar görüyorum. Latin Amerikasında geziniyorum. diğer yandan dinlediğim müzikle oralarda derinleşiyorum.

mevsim geçişleri bazen keskin oluyor. ayak uydurmakta zorlanıyoruz. hafta sonu çok güzel bir hava vardı ve bahar herkesi kalbinden çarptı sanki.

dün gece bir şey oldu.
"nasıl öpülmek istendiğini anlatır ten,
aşk öğretir ellerine daha hiç dokunmadan"
burada kalsın bu mısralar. bazen unutmuyorum gerçekten.

Ankaradan bahsedeyim mi? üç arkadaşımı görme şansım oldu hatta bir gün ve geceyi beraber geçirdik. tekel işçilerini bile ziyaret ettik. trabzon çadırıydı, evet :) emin olduğum bir şey var ki, hiçbir basın organı/kurumu manzarayı olduğu gibi yansıtma güzelliğine ya da dürüstlüğüne sahip değil. bu memlekette bize hep masal anlatıyorlar, hep uyku gazı veriyorlar. bu memlekette kimse kimseden haberdar değil, kendimizi, birbirimizi halk olarak bu yaygaracı ve dürüst olmayan medya aracılığıyla tanımak anlamak zorunda kalıyoruz. oysa ya eksiğiz ya fazla, katışıksız değiliz o yazılarda ve ekranlarda. bu yüzden, ön yargı olgusu bizim gözlerimizin retina, iris gibi bir görme tabakası halini almış. bu illetten mutlak kurtulmalıyız. samimiyet için aracı değil, sıcak dokunuşlar gerek. arkadaşlarıma teşekkür ediyorum hoş vakitler için.

sıcağı sıcağına aktarabilseydim, çok eğlenceli hikayeler aktarabilirdim ama uçtular hafızamdan. tekrar söylemeden edemeyeceğim; Ankara berbat bir şehir.

biricik arkadaşım nilgün hanım yeni yıl için bana bir metis ajandası armağan etmişti. "illallah" isimli bir 2010 ajandası. ajandanın arasında ise bir şaireden yüzsüzlükle isteyerek aldığım bir kalem mevcut. bu minik şeyler beni fazlasıyla mutlu eder. kalem dinlerde kutsal bir araçtır mesela. İslam dini kalemi ekmek gibi kutsamıştır, saygısız davranılmaması telkin edilmiştir.

bu arada galata kulesinin dibini nasıl özledim, burnumda tütüyor her biri, Eminönü, İstiklal, Balat, ah Sultanahmet, Küçük Ayasofya, süleymaniye... galata ile ilgili bir kaç hikaye de eklemeliyim. üzerine konuşulmuş çok sözler ve yaşamlar vardır.

neyse... bu yazı biraz dağınık ve karmaşık oldu. diğerlerinde toparlanmak üzere, siftah olsun dedim efendim. izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, ilgimi çeken konular, gittiğim sergiler... ekleyeceğim...

d..f..