31 Temmuz 2010 Cumartesi

dalgınlık

bu sabah işe giderken tramvayın camından dışarı dalmışım. bir durak fazla gittim. geçen ay da tramvayın giriş turnikesine doğru yürüyorum. hızlı bir dalış yaptım, pat diye takıldım, dönmedi turnike. şaşkın şaşkın durup elimle yokladım dönmüyor. sonra bir an akpil basmadığımı fark ettim. bu dalgınlık halimi benden başka anlayan olmuyor o an. gerçi ben uzun uzun gülüyorum kendime, o da ayrı bir komedi. gülhane den yukarı yürürken sabahleyin, ağzımı toplayamadım bir türlü. ama en komiği yerebatan sarnıçı nı bulamayışımdı. bir de tramvay durağında bugün mavi gözlü orta yaşlı bir kadın bana bakıp duruyordu. radikal kitap eki okuyordum, boş tramvay beklerken her seferinde baktığını gördüm. acaba dedim tanıdığım biri mi, tanıyıp unuttuğum...?

yavaş yavaş kayboluyorum, ne güzel.

yakında bir okuma kampına gireceğim. gördüğüm, duyduğum kitaplarla haşır neşir oldukça kendimi kaybolmuş, bir "hiç kimse" gibi hissediyorum. bu hafta için güzel planlarım var.

bir kaç cümle de yalnızlık için yazayım. çok güzeldir, sağaltıcıdır, yaşatıcı... iyi olacak, iyi...

ve günlerin kuşu cumartesi... bugün kanadında havalanacağım. uzak bir sırta taşı beni.

d..f..

30 Temmuz 2010 Cuma

ışığa davet

ışık gökten geliyor denmişti.
yerde ışığı davet eden karanlık
bizim biriktirdiğimiz sesti.
bizdik ışığa gideceği yolu gösteren.
***

saçlarımın
yağmur koktuğu zamanlardı.
gürgen yapraklarının arasından sarkan
güneşin küpeleriydi.
ne kadar acele ettimn.

bir kuşa anne olmak için.
benekli yumurtaları seyrederken yuvada
sesimi saklıyordum onlardan.
benim ellerim güneş anne,
toprağın sevdiği bir şarkıydı.
benim ellerim güneş anne,
mavi boyalı pencere kanatlarını açan
son ellerdi.
benim ellerimi hiç büyütmedi yağmurlar.
belki çok tutunmasın diye yaşama
az verdi avuçlarıma sahiplenmeyi.

benim ellerim güneş anne
küpelerini sevdi en çok.
mabetlere tanrı süsü küpelerini
...
ışığı davet eden bendim
karanlığı büyümüş ellerimle.

d..f..

araf




daha saatler var,
o saatlere.
orada,
bir kapının arkasına asılmış
gri bir ceketin
göğüs cebinde
zembereği gölgelerce boğulmuş
bir kış saati...
uzun etekleri çamurlu..
hatırlar mısın bilmem,
ben henüz yaşamadım
ama anımsıyorum,
gelecek.
omuzları dağmış
bir zamanlar.
bir sökükten heybetine sızan
ah o ne hain
ne kahretici...
bir düşünce kemirdi
dağ bedenini.
zaman ölü bulundu
çarkların arasında.

duydun mu zamanın duran sesini?

daha saatler var
o saatlere
git!
zaman öldü,
beklemek
heybetini kaybetmiş
bir dağ şimdi.
***

bir duvarın dibinde uyuyorum.
rüyamdan uyanıp
başka bir rüyanın içine
duvarın diğer tarafından gelen
fısıltıyı dinliyorum.
"git" diyor bana,
"bekleme burada."

tanrım!
ölümü beklediğim bu yer
bir fısıltıyla çalınıyor benden.
nereye gideyim?
yer ve gök arasında
değmediğin neresi var?
***

elimi kesik buldum bir sabah.
avucuma sıkıştırılmış
deniz uğultusu
saçlarımdan koptuğu için inliyordu suya.

her yeni gün
bir rüya kesiğiyle başlamak bir şeylere...
fısıltı su gibi yayılıyor bedenime.
gelme git,
ölme git..!
sen kalmayı da kaçmayı da
bir oyun sanıyorsun hala.
ama değil,
kalmak gün aşırıdır
kaçmak parçalara bölünmüş uykusuz zaman!

gelme git,
ölme git..!
burası
arafın gölgesiz ateşi.
yakma
yan!

d..f..

-şiiri ana rahminden önce duydum, tevatür değildir yanılgılarım.-

27 Temmuz 2010 Salı

Burka


Burka bir başka uzay. İçindeki kadını bir gölgeye indirgeyen, insanoğlunun bulduğu en arkaik form. Burkaya duyulan merak bir başka evrene duyulan merak kadar büyük ve kışkırtıcı.

Kendi hacmi, aurası, bağımsızlığı olan bu kadim giysinin, modern dünyayı meşgul etmesi çok anlaşılır.

Burkayı en fazla Amerikan işgali sonrası ajanslara düşen fotoğraflardan biliyoruz; toz içinde, kurak, Mars'ın yüzeyi gibi görünen mezarlıklarda, ölülerinin başında kıvrılmış, yerle yeksan olmuş kadın bedenlerini örtüyordu.

Burkayı ülkesinde görmek ise bambaşka bir deneyim. Afganistan'ı görüp görmemek kadar dramatik bir fark bu. Hakikatine varmak nerdeyse imkânsız. Afganistan'a gitmeden önce burka giymek aklıma gelmemişti. Ama orada gördüğüm kadınlar, onların burka içindeki varlığı, o kadar dikkat çekiciydi ki, dünyalarına biraz olsun yaklaşabilmek için burka giymeye karar verdim. Dışından bakmakla, içinden bakmak arasındaki fark ancak öyle anlaşılırdı. Burkanın içindeki kadın kimdi? Peşinden seğirten çocuklardan hakkında fikir sahibi olduğumuz o varlık aslında neydi?

Doğurduğu çocukların güzelliğinden, saç ve göz renklerinden hakkında ipuçları bulacağınız o varlık örtünün altında başka bir uzaya ait. Burka ülkesine... Burkanın kadını yok eden, onu hiçliğe indirgeyen bir örtü olduğu kuşku götürmez. Ama o hiçlikteki görkemi, estetiği de kabul etmek gerek. Burka arkaik formuyla başörtüsünden çok daha etkileyici.

Doğuyla ilişkisini batı üzerinden kuran bir kültürden geliyorsanız, burka merakınızı, oryantalizme düşmeden samimi biçimde aktarmanız kolay değil. Burkanın içine girmenin ne anlama geldiğini öncelikle kendinize anlatmanız gerekiyor.

Burka talebim oradaki yardımsever dostlar tarafından, anında karşılandı!

Acemiliğe denk gelen aşamaları Özbek şoförümüz sayesinde rahatlıkla geçtim. Gözlere denk düşen kafesi kaplayan tülün, makasla kesilmesi gerekiyormuş. Sentetik burkanın gözleri Özbek şoförümüz sayesinde dünyaya açıldı!

Yardımsever bir başkası, yüzün nasıl açılacağını gösterdi. Burkanın içinde yüzünüz açıkken her şey normal. Sıradan bir örtü gibi. Ama kapanınca dünya da kapanıyor!

Belki acemilikten, belki de burkanın özelliğinden üzerimdeki örtüyü bir fanus gibi hissettim. Ama bu hissin genelleştirilmemesi gerektiğini toz fırtınasını görünce anlıyorsunuz; orada burkanın fonksiyonel bir karşılığı var çünkü!

Afganistan'da sadece kadınlar değil, erkekler de Tuareg savaşçıları gibi yüzlerini tozdan korunmak için kapatıyorlar.

Burkanın içindeki kadının ne hissettiğini, örtünmeyi nasıl yaşadığını o kültüre ait değilseniz anlamanız çok zor. Binyıllar içinde birikmiş İslam öncesi geleneklere ait o giysiyi, bugünden bakarak yorumlamanız sizi her durumda anakronizme düşürür.

Tarihi kadın üzerinden okuyan ve kadın üzerinden toplumları ileri-geri, modern-ilkel diye kategorilere ayıran aydınlanmacı bakışa malzeme yaratan bu geleneği anlamak için, sıra dışı bir düşünce sistematiğine ihtiyaç var. Fransa'daki burka yasağı sonrasında Nilüfer Göle'nin söyledikleri bu bakımdan önemli. Dönemsel olarak hatırlanan bu görkemli perde için Göle, 'Burkanın karanlığını seviyorum.' demiş. Mahremiyeti hatırlatan koruyucu bir nesne olarak tarif ettiği burka, ona göre; her şeyin görünür olamayacağının işareti. Göle'nin bu kışkırtıcı zihin temrini 'kendisi burka giysin' sığlığına kurban edilemeyecek kadar değerli. Batı'daki bütün tartışma şunu gösteriyor; gelenek içinde anlamlı olan, bir başka kültürde görünür olunca sorun başlıyor!

Burkaya öncelikle Afgan kültürünün kendi dinamikleri içinden bakmak gerekiyor. Ama Afganistan'a bakınca sadece burka görenlere de şunu söylemekte fayda var: Burka Afganistan'da alt sınıflara mahsus bir örtünme biçimi. Taliban'ın bir dönem bütün kadınlar için zorunlu kıldığı burka şimdilerde sadece yoksulların tercihi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile katıldığımız karşılama ve açılış törenlerinde tek bir burkalı kadına rastlamadık. Gezimiz boyunca bize eşlik eden Afganistan'ın kadın Sağlık Bakanı Süreyya Dalil başta olmak üzere, Mezar-ı Şerif'teki karşılamada kadınlar, İran usulü saçları gösteren biçimde örtünmüşlerdi.

Kadınlar orada, yıllar süren Rus etkisinin yanı sıra, Özbek, Tacik kültürden gelen özelliklerle, toplumda güçlü biçimde temsil ediliyorlar. Bürokrat çevrelerin, gücü elinde bulunduran yönetici elitin kadınları burka giymiyor. İktidarda olan elit, kendini burkanın 'karanlığından' kurtarmış yani!

Neticede kadının toplumdaki statüsünü örtünme üzerinden açıklamak çok zor. Afganistan ve Pakistan'da örtünmek alt sınıflara özgüyken, Uzakdoğu'da elitlere mahsus bir özellik. Örtünmenin sınıfa ilişkin farkını Vietnam'da da net biçimde gördük. Hanoi'de eli yüzü maskeli olanlar, tüller içinde tenlerini koruyanlar üst sınıfa ait kadınlardı. Bize rehberlik eden genç kız 'Bizim gibi köylülerin öyle bir derdi yok. Zaten esmeriz. Üst sınıfın beyaz tenlileri örtünüyor burada.' diyordu.

Bu örnek, tarih içinde örtünmenin nasıl üst sınıflardan başladığı, altlarda yaşayanların siyah esmer tenleriyle güneşin etkilerinden korunmak gibi bir lükslerinin olamayacağını kanıtlıyor.

Afganistan'ın Belh şehrinden geçerken fotoğrafını çektiğim burkalı bir kadının görüntüsü ise bambaşka bir gerçeğe işaret ediyordu:

Çocuğunu emzirmekte olan kadın, yüzü tamamen kapalı olduğu halde, göğsünün görünmesini sorun yapmıyordu. Hemen yanında diz çökmüş oturan kocasının kucağında taşıdığı bebek de düşünülürse aralarında eşit bir ilişki var gibiydi. Afganlı erkekler çocuk sorumluluğunu Batılı bir erkek gibi paylaşabiliyorlardı.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: Geleneksel toplumlarda, kadın-erkek ilişkilerini belirleyen şey, kadının örtünme biçimi değil, geleneğin kendisidir.

b. matur / zaman gazetesi / 27/07/2010
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1009031&title=burka

- bir dipnot düşmek istiyorum. Gombrich, sanatın doğuşuyla ilgili "sanatın öyküsü" adlı kapsamlı eserinde; sanat diye bir şey yoktur. tüm eserler işlevseldi başlangıçta diyor. buradan yola çıkarak bugün başka anlamlar kattığımız her gelenek başlangıcında işlevsellikten doğmuştur dersek hata etmiş sayılmayız düşüncesindeyim.

diğer taraftan doğu ile batı arasından oryantalizm denen bir olgunun doğuşu bir perspektif sonucu ya da sorunudur. batının garip bir derinlik sorunu var; içine girememe, ürperme, kendine ısrarla bir üst söylem oluşturma yaklaşımı... fakat üst söylem oluşturmak istiyorsan üzerine çıkmak istediğin değerleri iyi analiz etmen, ruhunu saptaman gerekir. tasavvuf geleneği olmadığı için varlığı bir görüntüden öteye taşıyamayan yorumlar bugün bu sebeple oryantalist kalıyor.

matur yazısını burkanın içine girerek yazmış. ama tabii, ayşe armanın örtünüp yazdığı manada değil, kültürün içine girmek, tozun içine... şüphesiz anlamak için bakmak yeterli değil. eğer sadece bakmakla duymakla dokunmakla koklamakla tatmakla varlığı algılayabilseydik batıdan ne farkımız kalırdı? doğuyu doğu yapan sezgileriyle çıktığı o derin yoldur... yazarın bu yazısı doğunun hala aynı derin yolda yolcuları olduğunun da işaretidir. d..f.. -

25 Temmuz 2010 Pazar

tembel pazar günü

evde yalnızım. bu evimiz için hiç alışık olmadığım bir durum. bu yüzden yadırgamakla birlikte garip bir huzur ve farklılık içindeyim. ailemizin yarısı şehir dışında. geç bir saatte kalkıp güzel bir kahvaltı yaptım. sonra televizyonun karşısına oturup saatlerce izledim. ormanda böcekle beslenen adamdan, avrupa yakası dizisinin tekrarına kadar... ev öyle dağınık ki, çarşaflar yataktan sarkıyor, içilmiş soda şişelerine sigara söndürülmüş, orada burada bırakılmış meyve tabakları, ambalajlar, çıkartılıp fırlatılmış giyecekler... içimi kemiren kurdu takmıyorum. şimdi kalkıp mutfakta bir şeyler yapayım dedim, sadece kendim için yemekten çok yapmaktan zevk alacağım bir şey olsun... günün şarkısı roll over beethoven, chuck berry, elo ve beatles yorumlarının içinden en iyisi elo... girizgah enfes... tatlı bir elvis havası, ohh..



akşamı ettik tembel bir tospağa gibi... şimdi ortalığı bir gıdım toplayıp içimdeki kurdu sakinleştireyim. sonra mutfağa girip ortalığı karıştırayım elo ile... sonra da bir film izlerim, tembelliğim tavan yapar. daha ne olsun :/

d..f..

ordan burdan...


dün gece haber izliyorum kanal 7 de... trt de program yapan nuriye akman'ın konuğu olan ali nesin'den bahsediyordu haberlerde. ali nesin, başörtü sorununa çözüm olarak üniversite rektörlerinin yasakçı ve haksız buldukları kararlara karşı gelmesi gerektiğini, onlara uymamaları gerektiğini söylüyordu. rektörlerin uymadığı kararlar neticesinde yargılanıp hapse atılma tehlikesine karşın da hapishane kötü bir yer değildir diyordu. kanal 7 bu haberi bir bilim adamının özgürlük beyanı olarak hevesle ve heyecanla yayınladı. bir kaç hafta önce aynı ali nesin radikal gazetesindeki "TÜBİTAK Başkanı sayın Prof. Dr. Nüket Yetiş'e açık mektup" başlıklı yazısında bilimsel çalışmalarında önünün sürekli kapatıldığından, çalışmalarının ideolojik sebeplerle yok sayıldığından dert yanıyordu. bu yazının haberi değeri şüphe taşımaz. ama haberi maalesef göremedim bu kanallarda. samimiyeti sorgulamak gerekiyor, eğer özgürlük istiyorsak kendimize istediğimiz kadarını başkası için de istememiz gerekir. yoksa olmaz, samimiyeti kalmaz.

***

annem kuş oldu uçtu akşam üstü... memlekete gitti, trabzona... ne fena kadındır ha, gitmesin istedik, hasta olur, zayıflayan kemikleri kırılır korkusuyla... ama kime diyorsun. işten geldiğimde valizini hazırlamıştı bile. güle güle gitti. gitmeden bana yemek yapmış bir de... on gün kadar yalnızım. artık bol bol memleket havaları dinlerim, annemi özlerim, darmadağın bıraktığı evi azar azar yavaş yavaş toplarım. sonra o yine bir şenlikle ve çarşı pazar telaşıyla gelir. evin her yerine renk katar, ses verir, can verir. 72 yıllık bu enerji beni bile utandırıyor. sağ salim gider döner inşallah. -amin-

bende de nasıl bir özlem yığılması oldu akşam akşam, buradan dağlara denizlere, ağaçlara bakıp fotoğraflarda iç geçiriyorum. gitmeye heves ettiğin onca yere kıyasla doğduğun toprakların çekim gücü başka bir şey. bütünün parçasını çekişi gibi, tamamlanacağın hava su toprak orada. sanki içimizde varlığımızla birlikte büyüyen yalnızlığın annesi o topraklar. bu yüzden buralarda daha hasretle doluyuz her şeye, doyamıyoruz...

(ali nesin'in tübitak'la ilgili bir girişim ve diyaloğunun olduğu çok ilginç ama üzücü olayı anlattığı yazının linki...)
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspxaType=RadikalHaberDetay&Date=09.06.2010&ArticleID=1001454

22 Temmuz 2010 Perşembe

bir dil bir dua


sabah işe giderken göğe bakıyorum her zamanki gibi, mahmurluğu alıyor benden. iş dönüşü başka düşüncelerle seyrettiğim gök sabahki gök değil sanki. bu girizgahı şunun için yaptım...

kuran da tanrının en sevdiğim sözü "siz hiç düşünmez misiniz?" sözüdür. sarsıcı, cımbızlayan, iğneleyen, varlıklar içindeki farklılığımızı en yalın haliyle vurgulayan çok güzel bir ikaz sorusudur benim için. geçen gece içimde şiddetli bir dua arzusu uyandı. size çok açık bir şey itiraf edeyim. son yıllarda tanrıyla olan irtibatımda hep kendi dilimi kullandım.

eğitim sistemimiz her yıl kendini yenilediğini zannetse de ezbere dayalı varlığını bir türlü yok edemedi. benim okulumda bu ezbere dayalı sistemi benimsemiş hantal bir yapıya sahipti. bize orada "düşünmek" öğretilmedi. ezberlemek öğretildi diğer okullarda olduğu gibi. oysa dini eğitimi baz alan okul temel dayanağı olan kitaba uygun davranmıyordu bu eğitim anlayışıyla. insan düşünmek için bir dile ihtiyaç duyar. bu dil onun bütün varlığını ele geçirmiş olmalıdır, tüm zamanını doldurmuş olmalıdır. yani anadili olmalıdır. eğer akademik bir çalışma olmayacaksa insanın kendi dilinden başkasında rahat edemeyeceğini biliriz, yabancı diller her zaman misafirliğe gittiğimiz evler gibidir. hep diken üstündeyizdir, hep biraz rahatsısızdır orada. hal böyleyken bir inanç sisteminin öğretisini nasıl olur da kendi dilimizin dışında idrak etmeye çalışırız.

çok sade bir örnek vereyim. dua etmek benim için tanrıdan istemek değildir sadece. düşünün, tüm sırlarınızı bilen bir arkadaşınızla konuşmanın rahatlığı, hazzı diğer arkadaş sohbetlerine benzer mi? dua, her şeyden önce tanrıyla konuşmaktır. ona kendini, bildiğini bildiğin halde kendi cümlelerinle bir daha anlatırsın. anlatırken sen de bir kez daha anlarsın. belki yanlışını da görürsün. işte bu içsel irtibatı kurarken öz dilinin dışında o derinliği yakalayamzsın. dahası, duaların bile ezbere yapıldığı bir toplumda yaşıyorsak, din dedikleri inanışın içini ne kadar anladıklarını ne kadar doldurabildiklerini düşünmemeiz gerekir. insan tanrıyla arasındaki tüm perdeleri kaldırmalı. dilemek ise çok daha başka güzel.

tanrıdan istemek, dilemek tanrının varlığını ve gücünü bildiğin ölçüde güzeldir. varlığın oluşumunu, devamlılığını, tabiat sistemlerini, dönüşümlerini bilmek... yaşamın kaynağını ve güzelliğini anlamak ve sevmek... bakarken sanatsal bir estetikle baktığının içine girebilmek... bunu başardığında tanrıdan ev ya da araba talep etmezsin. güzel olana hayranlığın seni onun devamlılığını istemeye davet eder. huzur istersin, aşk istersin, daha çok bilmek istersin, daha çok görmek duymak istersin. bunları yaparken de "ecmain" demezsin, tüm insanlar için bu güzellikleri istiyorum dersin. çünkü ana rahminde duyduğun o ilk kelimelerle tanrının varlık rahminde de o seslerle ve kelimelerle vahdete ermiş, bütünleşmişsindir.

bildiğin kadar, sınırların kadar istersin. tanrıdan talep ettiğin hayatının özetidir aslında.

ne zaman dua etme arzusu kalbime düşse ne yalan söyleyeyim, aşkla başlayıp, aşkla bitiriyorum. varlığın özünde onun olduğuna tanrıya inanır gibi inanıyorum. aşk, bilmekten geçer... tanrı insanları ruhlarını aydınlatacak nitelikli bilgiyle kuşatsın. amin.

ve insan yalnızlığından tanrıya ulaşır.

d..f..

20 Temmuz 2010 Salı

yağmur şehir müzik

yağmur yağıyor - 13:35 -
gördüğüm rüya, kulağımın içinde tüm vücudumu gezen bir fısıltı...

hiç ses yok burda yağmurdan başka. rüzgar denizden esiyor olmalı, damlalar batıya yaslanarak düşmekte. denizin rengi içine kapandı.

yağmurlu hamaklı bir hayal geçti demin gözlerimin önünden. bak şimdi hatırladım, yine şemsiye almadım yanıma. her yağmurda 3 liralık şemsiyeye 5 lira veriyorum, göz göre göre verdiğim 2 liralık fark beni kızdırıyor. sırf yağmura yakalandım diye olmaz ki ama, en azından her seferinde yapmayın. akşam caz festivalinin son demlerinde, buika konserine yer bulduk. latin flamenko caz... fakat 2010 avrupa kültür başkentimizde tüm güzel festivallerin yanına çok komik bir de not düşeyim. toplu taşımalar gece 12'den sonra birçok yerde yok, işlemiyor. bizim başkentliğimiz gece 12 ye kadarmış yani! bunu düşünmez mi bir büyük şehir belediyesi?

sahi ne zamandır ne müzik ekliyorum ne resimli bir şey... birikmiş bir şeyler var ama... bir ara dökerim buralara..

d.f..

-yağmurun şerefine..-

19 Temmuz 2010 Pazartesi

kafes

gururun yelelerimizi okşadığı bayır,
hayır diyemedik kendimize.
en zayıf yerimizdi gözlerimiz,
bakmayı bilen gördü içimizi.
en güçlü yerimizdi gözlerimiz
doğru baktığımızda, susardı.

gururun sırtımızı sıvazladığı çekim,
bir nefeste göğü çektik içimize.
insanlar küçüldü,
nokta nokta dizildiler önümüze.

eyy, şemse tutulan,
yüzünün taldasında ağlıyor
kozasını terketmiş kelebekler.
barış gölgesi susa karışmış,
dudağından şerbet hiç yansıması.
eyy, şemsle tutulan,
rüyaları dolduran fısıltınla
kemiklerimden testiler oyuyorsun.
-su, oyuklarımı dolduran dilber-
ağıt kuşları uçuyor siyah kanatlarıyla,
kara kuyu,
kara susku,
yel kara...
eyy, şemsin tuttuğu eller,
kafes demirlerini eritmez...

d..f..

- söz pas tutmaz, sussa da...-

odalar dolusu yalnızlık

çok yorucu bir hafta geçirdim. en küçük abla bir ameliyat geçirdi. git/gellerden ziyade ailenin en küçüğü olmamıza karşın sükuneti ve huzuru telkin eden aile bireyi olma özelliğimiz bazen gereğinden fazla yorucu olabiliyor.

sabah saat 8 civarı. hastanenin bahçesinde on kişiyiz. hastaya moral olacak her türlü akılsız cümleleri kuruyoruz. sonra odasına çıkıyor yalnız başına. pencereden bize el sallıyor. az sonra ameliyat önlüğünü gösteriyor ve yüzündeki korkuyla telaşın birbirine karıştığı zoraki bir tebessümle perdeyi çekiyor. insan tüm sevgilerin ve aşkların içinde ne kadar yalnızmış meğer? "insanlarla dolu yalnızlık"* diyor yazar. gerçekten de öyle. bunca kalabalığa karşın yalnızlığımız ne kadar diri, hep var, hep olacak...

her şey yolunda, şükür... sadece yalnızlığın bizi bunca kuşatmışlığına duyduğum şaşkınlık geçmiyor.

d..f..

-* ferit edgü bu sözü kendisine mi yoksa kafka ya mı ait hatırlayamıyor, ben de kendisinden okudum.-

14 Temmuz 2010 Çarşamba

tezer özlü ve kelimelerin kardeşliğine dair..


kitap okumanın büyük seçicilik ve özen istediğine inanırım hep. eğer siyaseti tarih, inceleme türü okuyacaksan yazarın ideolojik felsefesine dikkat etmen gerekir. felsefe okuyacaksan yazarı yaşadığın çağın şartlarıyla birlikte düşünmek zorundasın. eğer edebiyat okuyacaksan diğer unsurlardan çok daha fazlasına dikkat etmek zorundasındır. siyaset yazan bir yazarın özel yaşamını bilmeniz gerekmez ama edebi bir tür okuyacaksan önce yazarı okuman gerekir. örneğin şiir... yazara dair en içkin yazın türüdür şiir. bir şiiri okurken önce şairin hayatını, sonra o şiiri yaşamının hangi döneminde yazdığı, hangi duygularla yazmış olduğuna dair ip uçlarınız varsa elinizde o şiiri gerçekten okumuş sayılırsınız. ama bundan daha da önemli bir ayrıntı var. kelimeler...

her insanın iç dünyasında diğerlerinden daha çok parlayan bazı kelimeler vardır. o kelimeler, kalbimizde yaşamla birlikte renk değiştirir ve bize türlü türlü çağrışımlar taşırlar. yaşanmışlıklarımız kelimeleri bir maden gibi işler. her şairin kendine özgü bir kelime dünyası vardır ve o kelimeler onun yaşamla arasındaki damarlardır. okuyucu şiiri okurken ortak kelimeleri olan şairleri seçtiklerinde o şiirin içine daha iyi girerler.

dün tezer özlü nün yeni yayınlanan, ferid ergü ile mektuplaşmalarından oluşan kitabını aldım. uzun zamandır okumak istediğim "yaşamın ucuna yolculuk" kitabından önce bu mektuplaşmaları okumanın daha elverişli olacağına kanaat getirmiştir nitekim öyle de oldu. tezer özlünün dinlediği müzikten, okuduğu yazarlara, gezdiği sayısız şehirden, taşıdığındığı onlarca eve, evliliklerinden arkadaşlıklarına kadar birçok ayrıntıya ulaşmış oldum. tabi bunun yanında mektup yazınının da güzelliğine dikkat çekmek isterim. ben eski beri mektup yazmayı çok sevmişimdir fakat bazı yazarların mektuplaşmalarından kendim yazıp rahatlamış gibi keyif alırım. bir dosta yazılmış mektup ruhunuzdaki tüm ağırlıkları, tüm gri bulutları alır götürür sizden. yazdığınız kişinin derinliği, kelimelere yüklediğiniz ya da yüklemek istediğiniz her anlamın anlaşılacağını bilme, bu kaygısızlıkla yazmanın lüksü başka hiçbir yazında yoktur. gerçekten de "soyunmak" gibidir, mektup yazmak. tezer bu mektuplarda rahatsızlığının verdiği bazı özel anların dışında son derece samimi ve büyük bir dolulukla yazmış ve aynı şekilde de cevaplar almış. bir kaç gülünç ayrıntı, dönemin yazar-çizer taifesine ait ipuçları da bulmak bu mektupların diğer tatlı yanları. bu sebeple ferif edgü ye bu mektupları okuyucuyla bukuşturma nezaketi ve tercihi için teşekkür ediyorum.

bir solukta okuduğum kitabı küçük bir yolculuğa çıkaracağım ve mektup arkadaşıma ulaştırmaya çalışacağım. ama kitaba ve tezer özlü ye dair bir kaç şey daha söylemek isterim. delilik mefhumu benim özel kıldığım, yukarlarda tuttuğum bir "mertebedir." tanrı bu hissiyatı ve düşünce yapısını herkese vermez. bazı insanların gerçekten seçilmiş olduğuna inanırım, ama o seçilmiş insanlar kendilerinin seçilmiş olduğundan hoşnut olmazlar bazen. işte tezer özlü de aslında bu düşünce ve yazın halinin kendisine verilmesinden hoşnut olmayan ama buna rağmen yazmaya sığınan özel bir kadın. ruh sağlığı ciddi anlamda yara alsa da o hep bir çıkış yolu bulmuş ve yaşama tutunmayı seçmiş. bunu mektuplarından anlıyoruz. bach dinelemeyi çok sevdiğini, kafka yı büyük bir tutkuyla sevdiğini öğreniyoruz.

çevirmenlerle ilgili bir kaç cümle de eklemek isterim. aslında çok uzun bir yazı olması gerekirdi sadece çevirmenlerle ilgili. çünkü bir edebi yazını çevirmek, yukarıda saydığım "okuma disiplininin" çok daha üzerinde bir disiplin gerektiriyor. varlığa, yaşama dair kendine özgü bir pencere edinmiş her yazar ona yakın bir pencereden bakabilen bir çevirmen tarafından tercüme edilmelidir. can yayınları bu konuda çok değerli eserler üretmekte. örneğin en son can yayınlarından okuduğum hayvanlar çiftliği eserinde çevirmenin çok değerli bir önsöz notu vardı. bu eser sosyalizmle birlikte kapitalizmi de eleştirmektedir deniyordu. oysa daha önce sadece diktatörlüğe dönüşen sosyalizmi eleştirdiği yansıtılmış ve çevirmen bunu özsözde belirterek okuyucuyu dikkatli olmaya davet ediyor. bunlar çok değerli ipuçlarıdır.

"her şeyin sonundayım"
tezer özlü - ferid edgü mektuplaşmaları
sel yayınları
110 sayfa / 10 tl

11 Temmuz 2010 Pazar

cumartesiden kalanlar...

kuşları seyrettim bugün bir köprü altından. vapurlar istifini bozmadan gidip geliyordu sürekli, bir ağırbaşlılıkla. hava gri, yağmur haber bekliyor. derken kuşlar bulutlara bir şeyler fısıldamış olmalı. ansızın döküldü gök. düşünecek ne çok şey var. garson sürekli çay taşıyor masama. düşünecek ne çok şey var, çay dayanmıyor. göğe takılıp gittim. döndüğümde boş değildim.


annemin memelerinde
diş ağrılarıyla beslendim.
süt beyaz işledi ağzımı annem.
temiz, arı, yosunsuz...
sonradan büyüdü tütün sarısı sözcükler.
ellerim annemin yazmasını sararken
sararken, sarardı.
gün geçtikçe esmerleşiyorum.
temmuz açıyor iliklerimi
annemin koynuna benziyorum.
yüzümün kasnağı
hicri aylara bölünüyor.
elmacık kemiklerim şevval
alnımın duvarında ısınıyor zilhicce.
eylül ve nisan senden,
gün geçtikçe esmerleşiyorum.

kuşlar bulutlara ne fısıldar?
aynını sana söylemek istiyorum.
-su, oyuklarımı dolduran dilber-
kuş sözü kadar yok hükmüm,
yok ....

d..f..

işte geldi uyku, elleri vaat dolu..

10 Temmuz 2010 Cumartesi

bekleyip gideceğim bir gün

... elini alime alıp kavradım sımsıkı. avucumuzun içindeki çizgiler kenetlendi, birleşti, aynı yöne akan bir nehre dönüştü. ve sımsıcak tek hecelik bir kelimeyi sakladılar içinde. o bir ağaçtı. her baktığımda daha da incelen, daha da yere derinleşen. gittikçe yontulup bir çelloya dönüşen... ve dönüştükçe bana benzeyen.. hangimiz daha önce geldik buraya bilemiyorum. ama önemsemiyorum bunu. burası bir bekleme salonu. burası cumartesi, günlerin kuşu. burası kimsenin gelmeyeceği bir şehir odası. eli elimde kaldı. almaya gelmeyecek biliyorum. çünkü kaf dağındaki ağaçlar göklere değil, yere dayanıyor. o sırtını toprağa dayamış ben ise göğe. kuşlar parmaklarını taşıyor bana her gün. her güne bir su küpesi...

beni tanımadı, sesimi reddetti. asılı kaldım gökte, yer beni tanımıyor. kalbimi yakıyor mavi. mavi, sözlerinin hücresi...

d..f..

-(...)-

7 Temmuz 2010 Çarşamba

istanbuldan, ordan burdan...

ismini unuttum, bir kadın yazar, akademisyendi sanırım... özen göstermediğimiz dil ile ilgili bir kitap yazmış ve içine tv de geçen cümlelerden tutun, gazete yazılarına kadar tüm günlük dil kullanımından örnekler vermiş. ama en önemlisi cümle şuydu, yabancılar türkçeyi bizden iyi kullanıyor diyordu. kitabın ismi "where are you going to türkçe".. isim kara güldürü örneği istedim diyor. "kara güldürü", kara mizah demiyor... evet jülide gülizar yazarın ismi.
***

akşam istiklalde yürüdük, insanlar ölümüne alış veriş yapıyordu. her şey "al beni" diye bağırıyor.. insanlar bile birbirlerine bir şeylerini satmak ister gibiydi, gözlerini, bakışlarını, saçlarını, bacaklarını... satabileceğimiz ne kalmadı? çağ, pazarlama ve reklam çağı. her birimiz bir ürünün mankeniyiz aslında. ne sıkıcıyız.
***

geçenlerde yahya kemal müzesinin olduğu külliyeye girdim, az nefes alayım, bir tellendireyim diye. restorasyonu bir türlü bitmeyen külliyenin avlusundan bankları kaldırmışlar. her taraf çöp içinde :( içim el vermedi, oradaki kitap dükkanındaki beyden süpürge istedim. bir de kürek. sandığımdan genişmiş avlu. tam iki saat sürdü süpürmem. kıyı bucak süpürdüm ama ellerim su topladı farkına varamadım. beyefendi bana çay ısmarladı. o değil de öyle güzel bir dua eyledi ki.. sürekli tekrarlıyorum içimden, unutmayayım, ben de edeyim diye başkalarına. biraz delidir o dükkanın beyefendisi. ansızın size bir soru sorar ve altüst olursunuz. bakışları da şair ibrahim tenekeciye benzer. aslında avlunun ortasındaki minik yeşil bahçenin de bakıma ihtiyacı var. küçük fıskiye çalışmıyor. izin alabilirsem ve yanıma gönüllü bir arkadaş bulabilirsem bahçenin çiçeklendirilmesinde vs bakımında bizzat çalışmak isterim. hem ne kadar rahatlatıcı, ney eşliğinde kendini unutuyor insan. sanki o minicik avlu istanbul un yahya kemal günlerinde kalmış, hiç de bugüne gelmeye niyeti yok. huzur avlusu...

ne güzel bir şehirdir, yavrum istanbul.

d..f..

4 Temmuz 2010 Pazar

zaman tamircisi

kalp tansiyonunu ölçüyor zembereğin.
bileğinden kanıyor,
zamanın damarları kesilmiş.
gün kaybediyor,
gün, revandan...

öpsün istedim bileğimden,
akan günlerden öpsün.

"tamir edilemeyen saat yoktur*"
demişti bir saat ustası.

tamir edilemeyen zamanlar
kanıyor bileklerimde.
tüm zamanlar bozuk gibi
öyle hissettiriyor
kalbimi sokan akrep.
***

küller sarhoş..
unutulmak, biraz da özgürlüktür.
bir kayanın etekleri
rüzgarla tutuştuğunda
kum ağlar.
işte böyle,
acele etmeden
yavaş yavaş dökülelim
kucaklarımızdan.
gün gelecek
kimse kalmayacak "geride"
gün gelecek,
sonsuzlukla aynı yerde birleşeceğiz.
öyle mi?
geride kimse kalmadığında
biriktiğimiz yeri koruyacağız.
öyle mi?
burada beceremedik,
beceremedik işte.
***

sonra
öpülmekten yorgun düşmüş
dudakları anımsadım.
anımsamak mevsimiyle geliyor.
ağustostu, dardı kapılar
ve limanları terk etmişti şehir.
hangi mutluluk kederi güldürebilirdi?
yolda gördüğüm yorgun dudaklar
ağustos kokuyordu.
çok mutsuz bir ağustos..

işte böyle akıyor zaman bileklerimden,
sıcak bir ağustos gibi...
rengi mutsuz, soluk kırmızı..
***

ne zaman tanınmasam
bunca yaşamışlığımı yadırgıyorum.
o yorgun ağustos sen neredeydin?
güneşin ve rüzgarın
saçlarında bıraktığı toz...

yürüdüm, bekledim, baktım.
kimse görmedi.
kaldım.
zamanım bozuk,
tanınmıyorum.

d..f..

* recep gürgen - bir saat tamircisi, zanaatkarı..

(...)

insan üzüldüğü zaman yüzünü dövüyor çizgileriyle

sözlerden, gözlerden uzak
bir tapınak aynasına bakarken
bir keder dilemek tanrıdan
insandan, sözlerden, gözlerden uzak...

insan üzüldüğü zaman
yüzünü dövüyor çizgileriyle
hep aynı yerinden
derinleşerek...
başka bir yüz çizmek istiyor
tapınak aynasının yüzüne.
***

beni tanımadığında
şiddet gördüm.
ellerim kendini dövdü,
sözlerim sessizliğini..
bir hava baloncuğu gibi
izlerden gittim
görünmeyen.

beni tanımadığında
kan gördüm.
rüyam bozuldu.
***

kuyudan un çektim,
eledim gözbebeklerimi suyla.
ah revan
ah sus!

iniltisi dünyanın
neye dolacak?
neye sığacağız
niye konuşacak?

sükunetinde yangın olanın
sesinde nasıl sağalacağız?
***

sözlerden, sus'lardan uzak...
sükuneti bilmeyen bir dünyanın
dilsiz aynalarında
dudağına yeşeren ova...

yok öyle bir ülke,
kanatsız ruhlar,
öldüğünüzde susmuş olacağız
sadece
sese.
bana göklerden ve maviden bahsetme,
umuttan, aşktan
ve sonunu bilmediğin sonsuzluktan...

daha büyük bir şiddet istiyorum,
tanınmamışlığımı öldürecek,
yokluğumu..
***

...ve şehre siyah kanatlar takıp
gitmesini istedim omuzlarımdan.
beni eskimiş bir gününde bırakarak...

d..f..

*tanrım, yazmak, yazıyor olmak ne büyük bir acı. unutayım kelimeleri, bir kez daha...