4 Mart 2010 Perşembe

galata'dan at beni, in aşağı tut beni




mart ayındayız, bahar geldi ama içimize girmeye çekiniyor biraz. uzaktan seyrediyor olmalı. şimdilik arada uğrayan lodoslarla idare ediyoruz. her mevsimin, her ayın bir şarkısı vardır bende. hatta bir sesi... müzik... aslında ben ona ritm diyorum, her şeyin içinde olan o ses.

bugün Beyazıd dan başlayıp istiklalden çıktım. ayaklarım hala sızlıyor. kediler gibiydim, köşe bucakları koklayan, kendine malzeme arayan... galata köprüsünde aşağıya sarkıtılan oltalardan çırpınan balıkları seyrettim yine. gidip gelen vapurları. koşuşturan bir şehir. aslında yeni hastalığım galata kulesinin dibindeki çay bahçesi. yaz kış bahçesi açık. önünde dikilen ipiri bir yapı. hatta Karaköy'den yukarıya tırmanırken daha bir sokaktan karşına çıkıyor gulyabani gibi. tüm sokak başını tutmuş. yukarıda çektiğim bir fotoğrafı var haşmetlinin.

geçen yıl doğum günümde, bir arkadaşım seni Galata'ya çıkaracağım dedi. yükseklik korkumu bir tarafa bırakıp bir hevesle kabul ettim. daha evvel girdiğim kulenin balkonuna hiç çıkmamıştım. marttı, ve çok soğuk esiyordu. hava gri... balkona çıktık... tanrım! bu muhteşem bir şeydi. avuçlarımın içi terledi, sonra ayaklarım uyuştu, gözlerim yandı. geriye çekilip duvara yaslandım, derin nefesler aldım. arkadaşım solgun yüzümü görünce görevlinin de uyarısıyla içeri girdik. ama her şeyi hatırlıyorum. kuyu,kule metaforum o manzara sayesinde oluşmuştur.

galata kulesinin manzarası şöyle: tüm İstanbul'u içine alan bir bakış. en derin yeri kız kulesiyle ve galata köprüsüyle olan açısı. bunlar birer haberleşme köprüsü gibi. galata'dan havalanan martılar kız kulesine uçuyor. aralarında bir şey var, biliyorum. İstanbul'dan saklıyor olabilirler bunu. fakat tüm bu manzara şöleninin içinde derin bir yokluk vardı. o da galata kulesinin manzaradaki eksikliği. evet, galata kulesinden İstanbul'u seyredeyim derseniz, bilin ki en önemli manzarasını gözden çıkarmışsınız demektir.

birinin anlattığı hikayeyi hatırlamıştım. bir adam sürekli büyük bir mimari yapıda vaktini geçirir, yemeğini, içkisini orada içermiş. bir gün sormuşlar ona, burayı çok seviyorsunuz herhalde, tüm vaktiniz burada geçiyor. adam cevap vermiş: bilakis, burayı hiç sevmiyorum, o kadar çirkin bir mimarisi var ki... sırf şehri bozan dış görüntüsünü görmemek için içine giriyorum. -buna benzer bir hikayeydi, tam cümleleriyle anlatamasam da... -

galata kulesi de bu hikaye gibi işte. içindeyken İstanbul manzarası hep eksik... elbette çok hüzünlü öyküleri de var. ümit yaşar oğuzcan'ın oğlu bu kuleden kendini atarak, 15 yaşında intihar etmiştir mesela. şairin bu intihar için bir de "galata kulesi" şiiri vardır.

kulenin dibindeki çay bahçesinin tek manzarası başını kaldırıp bakabileceğin kadar duvar yığını, kuleye dair. ama bildiğiniz bir şey var, o duvarlar tüm İstanbul'un ruhunu içine çekiyor her gün.

komik bir şey anlatayım :) balık pazarından geçeyim dedim. satıcılardan biri, yüzüme bakıp, abla hamsi de var, hamsi de diye bağırdı. içimden dedim ki, bu burun beni her yerde ele veriyor. mıknatıs gibi çekiyor hamsileri :)

sonra istiklal... ağzımın içine giren, iliklerimin içinde yürüyen insan yığınları... binbir çeşit insan, ses, yüz ve renk... yaz mevsimini özlemenin sebebi oldu, hava şartlarının bu yürüyüşlerimi kısıtlaması.

bu şehre her gün aynı yerlerinden aşık olmak çok yenileyici... ritm dolu...

-galata'dan at beni, in aşağı tut beni... kediler grubuma selam olsun... sevgiyle anıyorum kendilerini tek tek... -

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder