bir tatlı kuru zaman parçası ve yap-boz gibi birbirine eklenen diğerleri...
sonra oluşan bir hayat manzarası...
uzun zamandır kimseyle konuşmuyorum. geçen akşam konuşur gibi oldum,
kendimi yabancı hissettim. işteyim şu an. çalışacak dermanım kalmadı.
son aylarda tüm gücümü çalışmak için kullanıyorum.
bu bir yönüyle iyi bir yönüyle de kötü.
kendini unutmak iyi ama bazı şeyler de kaçıyor, uzaklaşıyor benden.
yazmak da öyle... ne zaman harflerle göz göze gelsem, hep acıyı hatırlıyorum.
depremleri, yangınları, savaşları ve ölümleri...
kaçabilir mi insan gerçeklerden? evet, çocukluğuna kaçabilir.
ben öyle yapıyorum, bir lodosa bırakıyorum saçlarımı,
tatlı bir güze ve dağların arasındaki bakir yaşama...
sahi, nasıl çıktım oradan? neden?
yüzüme aşk eyleyen acı
içine yarım bir kadın doğurdu.
ilk elma yeşil miydi kırmızı mı?
ilk yaratılan aşk
bahar değil miydi?
bu çok güzel olanlar
bir gün bırakmıyor mu ellerimizi?
kaderimizde olmayanı
arayıp oyuyoruz.
altını iskemlelerin
ve tahtların...
kuru çayırların rüzgarda bıraktığı uğultu
suya kavuşunca dinginlik...
karıncalandığında beynimiz
ve üşüdüğünde kelimelerimiz
bir zaman sığınağına sokuluyoruz.
al ellerimi,
başımı tut,
kelimelerimi soğut
diyoruz.
kelimelerimi soğut!
beni dünya acılarının içinde
aşkla yalnız bırakan...
boşluğa bıraktığın bu yalnızlık
tanrının bana kurbanı
sana sözüdür.
kelimelerimi soğut tanrım.
ve granit kayalarla gözlerimi kanat.
yüzümde aşk eden acı
kusurun güzelliğidir.
kulluğun bilinci...
beni onunla affet
ve kelimelerimi soğut.
(amin)
d..f..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder