9 Kasım 2011 Çarşamba

sanatçı kaygısı (ve sanat komplosu)


son dönemlerde, üzerinde düşündüğüm bir mevzuyu yazarak, anlamaya ve adlandırmaya çalışacağım. düşünmenin en faydalı yollarından biri de yazmak benim için.

mevzuya gelince… “sanatın yüceltilmesi ve metalaştırılması…” öncelikle haftalar önce okuduğum bir röportajda, yazar mehmet eroğlu’nun cümlelerini aktarmak isterim: “batı için yazdığınızda, talebe yani batıdaki türkiye algısına uygun ürün vermeniz gerekiyor. bu bakış açısı sadece bizim için geçerli değil. eğer ingilizce, fransızca ve ispanyolca yazmıyorsanız, batılı yayınevlerinin elinize tutuşturduğu temaları ele almalısınız. uluslararası bir kitap fuarında ünlü bir yabancı yayınevinin editörü ile konuşurken, küstah bir tavırla yüzüme gülerek “eğer ugandalı bir yazarsan idi amin, açlık ya da hayvanlar hakkında yazacaksın. kimse iki ugandalının aşkıyla ilgilenmez. isterse yazdıkları romeo ve juliet kadar iyi olsun.” dedi. durum bu, ya hayvanları yazacaksın ya da hayvanla insanın aşkını… batı, bu editörlük yaklaşımını göreceli olarak bize de uyguluyor. sadece bize değil, aynı yaklaşım tercüme edilen bütün dillerde yazılanlar için geçerli… “

beklenilen bir tavır olmasına karşın insan yine de şaşırıyor. nobel ödüllü “büyük” yazarlara baktığımızda, pek çoğunun ülkesinden sürgün olduğunu ve eserlerinde ülkesinin “gerçeklerini” yazdıklarını biliyoruz. ama esas meselenin bu yazarların eserlerinde yer alan “gerçekler” dünya kamuoyunun siyaset bahçesinde önemli argümanlar olarak kaynak teşkil etmesidir.

bu tavra kendi yayın dünyamızda sık sık rastlamak mümkün. tabii sadece edebiyat dünyası değil, gazetecilerimiz arasında da aynı vakaların benzer örneklerini hepimiz iyi biliyoruz. dindar bir yazar, iyi yazdığı için değil; dine yeni bir yorum getirebildiği, dini ideolojik olarak gazetenin ideolojisine yaklaştırabildiği ölçüde ya da dindarları aynı ideoloji içinde eleştirebildiği oranda iyi yazar sayılır. örneğin, ahmet hakan… dindar kimliğiyle yazıyor ahmet hakan, ne yapsa o kimlikle anılacak. peki, yenişafak ya da zaman gazetesinde yazsa idi yazdıkları bu kadar çarpıcı olur muydu? –yazıların niteliğe hiç girmiyorum- ya da sol ideolojiye sahip biri zaman gazetesinde solcuları eleştirse nasıl karşılanırdı genel okuyucu tarafından? zaman okuru dışında sol cenah da, yazarın ne söylediğiyle ilgilenir, açığı kapatmaya çalışırdı belki de. gazetecilik elbette yazarlığın ve edebiyat dünyasının ucundan köşesinden nasiplendiği garip bir mecra… birbirini besleyen yönleri de var.

tekrar asıl mevzuya gelirsek… bir sanat eserini sahibinden ayrı düşünemezsiniz. esasen, sanatçıyla eseri arasında başlangıçtan sona varan, bütünün parçaya hayat akıttığı bir süreç vardır. bu süreçte eserin geçirdiği değişimde, her ne kadar arılaşmasına, bir öz olarak sanat vitrininde yerini almasına çalışılsa da, sanatçının mutlak öznelliği ve buna mukabil kaygıları, esere yansıyacaktır. yani eserin bitmiş ve devamında bir takım revizeler sonucu yazarın kaygılarıyla şekillenmesine, günün şartlarında ses getirecek şekle bürünmesine çalışılacaktır. kimisi buna emek der, kimisi işine saygı kimisi başka bir şey… bir arılaştırma emeği mutlaka gereklidir fakat bu sürece yön veren potansiyel sorgulanmalıdır.

“yazılarında kullandıkları yöntem, yanılgıları ortadan kaldırma ve hataları düzeltme yöntemidir.” – “yanlışların düzeltilmesi her koşulda bir karşılaştırmaya, elde edilenle amaçlananın –çalışmanın baskısı altında her seferinde değişen idealin- karşılaştırılmasına dayanır.” k.r.popper – daha iyi bir dünya arayışı

nice sanatçılar, olayların baskısı altında iki değer (insanlık değerleri ve sanat değerleri) arasındaki gergin durumdan kaçmak için ya fildişi kuleye sığınıyor ya da toplum dinciliğine…” a. camus - denemeler

“sanat piyasası bir mafya değil ama kendi oyununun kurallarına göre oluşmuş ve yok olsa kimsenin fark etmeyeceği bir şey. değerin temelleri giderek zayıflarken, sanat piyasası var olmaya, üstelik gelişmeye devam ediyor. bu gelişmeyi –bir kaş sanatçı hariç- komplo olarak kabul ediyorum.” j.baudrillard – sanat komplosu

bir ülkenin günlük hayatında, ideoloji olgusuna yaşamsal bir paye biçilmiş, düşünceler ve inançlar ikiyüzlü bir özgürlükle sınırlandırılmış, farklı çıkan sesler birlik beraberlik şarkıları arasında boğulmuşsa… bu ülkenin edebiyatı, sanatçıların eserleri, bu ortak dominant (egemen) sesten ciddi bir şekilde etkilenerek; gelecek, saygınlık vs kaygılarla şekillenecektir.

fakat kaygılar tek taraflı değil, egemen güç ile edebiyat dünyası birbiriyle iç içe ve etkileşim halindedir. sanatın varlığı bir yandan toplumu geliştirirken, sanatçı da varlığıyla ideolojik topluluklara güç veren, bir dinamiktir. günümüzde edebiyat eserlerinin değeri, satışıyla eşdeğer tutulmaktadır. değer biçilme aşamasında yanlış ve yanılgıya düşen edebiyat dünyası o. paz'ın; "edebiyatın mantığı, piyasanın mantığı değildir" kıstasından maalesef çok uzakta. sanatçının kendisinin, eserine bu kıstasla değer biçtiği bir edebiyat dünyasında, gerçek edebiyattan ve değerden bahsetmek mümkün değildir.

peki, değer biçen yanlış kıstaslar nasıl varlığını sürdürüyor? elitistlerin varlığı, elitistlerin sermaye akıtarak değer oluşturduğu sanal sanat dünyasında, yeni egemen topluluklar alternatifler geliştirerek kendi varlıklarını ve konumlarını kökleştirme yolunu tercih etmiştir. ve maalesef, bu tercih elitistlerin değer biçme yöntemiyle devam etmiştir. edebiyatla siyasetini destekleyen, canlı tutan ve yayan ideolojik kesimler, denge sürecinde edebiyatı ve edebi değeri katletmektedir.

burada, itiraz etmesi gereken kesim, eserine "tüketilen" muamelesi yapılmasına izin veren sanatçılardır. bir kaç sesin dışında, bu ciddi soruna göz yuman değer, satış, saygınlık, tarafgirlik kaygısıyla hareket eden, hitap ettiği kesimin ideolojik ve piyasa değeriyle yüceltmesini sanatsal değer gibi kabul etme körlüğüdür. bu sebeple, gerçek bir sanatçı gibi eserlerini ticarethanelere taşımamalıdır. sanatçı kişiliği zaafiyet gösterse de, eserlerine duyduğu saygı bu koruma psikolojisini geliştirmelidir.

maalesef tüm bunların kaynağı içimizdeki ikiyüzlülüktür. varolma arzumuz, sevilme, beğenilme ihtirasımız, sahiplenilme, güçlü olma tutkumuz, sarıldıkça daha sıkı sarıldığımız içimizdeki öteki yüzümüz… bilgelik, hırsın köklerini ve ikiyüzlülüğü beslemez.

mutlak gerçek şudur: sanat eserine gerçek değerini veren yegane kıstas, eserin zaman içindeki konumu ve canlılığıdır. bugün milyonlar satan bir eser, yüz yıl sonra küllenmiş ise; sanatsal değeri ortaya çıkmıştır.

d..f..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder