29 Kasım 2011 Salı
kuru zaman parçası
24 Kasım 2011 Perşembe
aramam, sormam, vefasızın biriyim.
geçtiğimiz günlerde, on yıl evvel, aynı evi paylaştığımız okul arkadaşım aradı. en son iki yıl önce aramıştı. benim vefasızlığımdan dem vurmuştu yine. (haklı) yine aynı cümleleri kurdu, yine beni yerdi. sözlü olarak kendimi iyi ifade edemediğim için, içime dert oldu. "evlendik, çocuğumuz oldu vs vs şeyler yaşadık, hiçbirinde yoktun, aramadın dahi..." dedi. tabi, okuldaki onca yakın arkadaştan çok azıyla görüşüyor olmam, bu sitemlerden çok fazla duymama sebep oluyor. dört yıl önce çok yakın arkadaşım, onu aramadığımı-sormadığımı söyleyerek bana acı acı sözle söyledi. öfkelendim ve numarasını sildim telefon rehberimden. bir daha da aramadım. (çok arıyormuşum gibi) neden böyleyim? sadece bana mı oluyor bunlar, gerçekten vefasız mıyım?
22 Kasım 2011 Salı
kör olası çöpçüler
18 Kasım 2011 Cuma
güğüm ve konuşan su
16 Kasım 2011 Çarşamba
ah ve ey..!
15 Kasım 2011 Salı
kız çocuğu ve anne
9 Kasım 2011 Çarşamba
sanatçı kaygısı (ve sanat komplosu)
son dönemlerde, üzerinde düşündüğüm bir mevzuyu yazarak, anlamaya ve adlandırmaya çalışacağım. düşünmenin en faydalı yollarından biri de yazmak benim için.
mevzuya gelince… “sanatın yüceltilmesi ve metalaştırılması…” öncelikle haftalar önce okuduğum bir röportajda, yazar mehmet eroğlu’nun cümlelerini aktarmak isterim: “batı için yazdığınızda, talebe yani batıdaki türkiye algısına uygun ürün vermeniz gerekiyor. bu bakış açısı sadece bizim için geçerli değil. eğer ingilizce, fransızca ve ispanyolca yazmıyorsanız, batılı yayınevlerinin elinize tutuşturduğu temaları ele almalısınız. uluslararası bir kitap fuarında ünlü bir yabancı yayınevinin editörü ile konuşurken, küstah bir tavırla yüzüme gülerek “eğer ugandalı bir yazarsan idi amin, açlık ya da hayvanlar hakkında yazacaksın. kimse iki ugandalının aşkıyla ilgilenmez. isterse yazdıkları romeo ve juliet kadar iyi olsun.” dedi. durum bu, ya hayvanları yazacaksın ya da hayvanla insanın aşkını… batı, bu editörlük yaklaşımını göreceli olarak bize de uyguluyor. sadece bize değil, aynı yaklaşım tercüme edilen bütün dillerde yazılanlar için geçerli… “
beklenilen bir tavır olmasına karşın insan yine de şaşırıyor. nobel ödüllü “büyük” yazarlara baktığımızda, pek çoğunun ülkesinden sürgün olduğunu ve eserlerinde ülkesinin “gerçeklerini” yazdıklarını biliyoruz. ama esas meselenin bu yazarların eserlerinde yer alan “gerçekler” dünya kamuoyunun siyaset bahçesinde önemli argümanlar olarak kaynak teşkil etmesidir.
bu tavra kendi yayın dünyamızda sık sık rastlamak mümkün. tabii sadece edebiyat dünyası değil, gazetecilerimiz arasında da aynı vakaların benzer örneklerini hepimiz iyi biliyoruz. dindar bir yazar, iyi yazdığı için değil; dine yeni bir yorum getirebildiği, dini ideolojik olarak gazetenin ideolojisine yaklaştırabildiği ölçüde ya da dindarları aynı ideoloji içinde eleştirebildiği oranda iyi yazar sayılır. örneğin, ahmet hakan… dindar kimliğiyle yazıyor ahmet hakan, ne yapsa o kimlikle anılacak. peki, yenişafak ya da zaman gazetesinde yazsa idi yazdıkları bu kadar çarpıcı olur muydu? –yazıların niteliğe hiç girmiyorum- ya da sol ideolojiye sahip biri zaman gazetesinde solcuları eleştirse nasıl karşılanırdı genel okuyucu tarafından? zaman okuru dışında sol cenah da, yazarın ne söylediğiyle ilgilenir, açığı kapatmaya çalışırdı belki de. gazetecilik elbette yazarlığın ve edebiyat dünyasının ucundan köşesinden nasiplendiği garip bir mecra… birbirini besleyen yönleri de var.
tekrar asıl mevzuya gelirsek… bir sanat eserini sahibinden ayrı düşünemezsiniz. esasen, sanatçıyla eseri arasında başlangıçtan sona varan, bütünün parçaya hayat akıttığı bir süreç vardır. bu süreçte eserin geçirdiği değişimde, her ne kadar arılaşmasına, bir öz olarak sanat vitrininde yerini almasına çalışılsa da, sanatçının mutlak öznelliği ve buna mukabil kaygıları, esere yansıyacaktır. yani eserin bitmiş ve devamında bir takım revizeler sonucu yazarın kaygılarıyla şekillenmesine, günün şartlarında ses getirecek şekle bürünmesine çalışılacaktır. kimisi buna emek der, kimisi işine saygı kimisi başka bir şey… bir arılaştırma emeği mutlaka gereklidir fakat bu sürece yön veren potansiyel sorgulanmalıdır.
“yazılarında kullandıkları yöntem, yanılgıları ortadan kaldırma ve hataları düzeltme yöntemidir.” – “yanlışların düzeltilmesi her koşulda bir karşılaştırmaya, elde edilenle amaçlananın –çalışmanın baskısı altında her seferinde değişen idealin- karşılaştırılmasına dayanır.” k.r.popper – daha iyi bir dünya arayışı
nice sanatçılar, olayların baskısı altında iki değer (insanlık değerleri ve sanat değerleri) arasındaki gergin durumdan kaçmak için ya fildişi kuleye sığınıyor ya da toplum dinciliğine…” a. camus - denemeler
“sanat piyasası bir mafya değil ama kendi oyununun kurallarına göre oluşmuş ve yok olsa kimsenin fark etmeyeceği bir şey. değerin temelleri giderek zayıflarken, sanat piyasası var olmaya, üstelik gelişmeye devam ediyor. bu gelişmeyi –bir kaş sanatçı hariç- komplo olarak kabul ediyorum.” j.baudrillard – sanat komplosu
bir ülkenin günlük hayatında, ideoloji olgusuna yaşamsal bir paye biçilmiş, düşünceler ve inançlar ikiyüzlü bir özgürlükle sınırlandırılmış, farklı çıkan sesler birlik beraberlik şarkıları arasında boğulmuşsa… bu ülkenin edebiyatı, sanatçıların eserleri, bu ortak dominant (egemen) sesten ciddi bir şekilde etkilenerek; gelecek, saygınlık vs kaygılarla şekillenecektir.
fakat kaygılar tek taraflı değil, egemen güç ile edebiyat dünyası birbiriyle iç içe ve etkileşim halindedir. sanatın varlığı bir yandan toplumu geliştirirken, sanatçı da varlığıyla ideolojik topluluklara güç veren, bir dinamiktir. günümüzde edebiyat eserlerinin değeri, satışıyla eşdeğer tutulmaktadır. değer biçilme aşamasında yanlış ve yanılgıya düşen edebiyat dünyası o. paz'ın; "edebiyatın mantığı, piyasanın mantığı değildir" kıstasından maalesef çok uzakta. sanatçının kendisinin, eserine bu kıstasla değer biçtiği bir edebiyat dünyasında, gerçek edebiyattan ve değerden bahsetmek mümkün değildir.
peki, değer biçen yanlış kıstaslar nasıl varlığını sürdürüyor? elitistlerin varlığı, elitistlerin sermaye akıtarak değer oluşturduğu sanal sanat dünyasında, yeni egemen topluluklar alternatifler geliştirerek kendi varlıklarını ve konumlarını kökleştirme yolunu tercih etmiştir. ve maalesef, bu tercih elitistlerin değer biçme yöntemiyle devam etmiştir. edebiyatla siyasetini destekleyen, canlı tutan ve yayan ideolojik kesimler, denge sürecinde edebiyatı ve edebi değeri katletmektedir.
burada, itiraz etmesi gereken kesim, eserine "tüketilen" muamelesi yapılmasına izin veren sanatçılardır. bir kaç sesin dışında, bu ciddi soruna göz yuman değer, satış, saygınlık, tarafgirlik kaygısıyla hareket eden, hitap ettiği kesimin ideolojik ve piyasa değeriyle yüceltmesini sanatsal değer gibi kabul etme körlüğüdür. bu sebeple, gerçek bir sanatçı gibi eserlerini ticarethanelere taşımamalıdır. sanatçı kişiliği zaafiyet gösterse de, eserlerine duyduğu saygı bu koruma psikolojisini geliştirmelidir.
maalesef tüm bunların kaynağı içimizdeki ikiyüzlülüktür. varolma arzumuz, sevilme, beğenilme ihtirasımız, sahiplenilme, güçlü olma tutkumuz, sarıldıkça daha sıkı sarıldığımız içimizdeki öteki yüzümüz… bilgelik, hırsın köklerini ve ikiyüzlülüğü beslemez.
mutlak gerçek şudur: sanat eserine gerçek değerini veren yegane kıstas, eserin zaman içindeki konumu ve canlılığıdır. bugün milyonlar satan bir eser, yüz yıl sonra küllenmiş ise; sanatsal değeri ortaya çıkmıştır.
d..f..
1 Kasım 2011 Salı
umurunda mı?
gösterin bana kendi yüzünüzü, kendi yüzünüzü ama... yeryüzünün bulutlarını gökyüzünde görenler için sizin yüzünüz yeterince beyaz gelmiyor artık. gri havaların suskusu yok sizin yüzünüzde, o bile yok ve yeterince iyi değil.
bir teknede çırpınan balığı duydum, su isterken zavallı dudakları, tuzlu bir öpüş bıraktı hayata, son kez. son kez ve üstelik bizim gibi, giderken bile isteyen… bir şey ama bir yaşam boyu bulamadığı... ve giderken dudaklarında götürdüğü… işte o biziz, son sesimizdir, hiç bıkmadan dileyen son sesimiz…
biliyorsunuz, bizim yekûnumuzdur gidenlerin hayatı. hep bize ertelediler bizim de onlara ertelediğimiz gibi… hep susup sonralara bıraktığımız, hani senin ve benim gibi… (kimdir bu sen ve ben, hepimizin içinde olan bölünmüşlük mü?) erteleniş ve üzeri boktan bir balçıkla sıvadığımız saçma bir yapaylık. bu değiliz, bu değil…
kuzu sesleri duyuyorum rüyalarınızdan ve kurumuş çayırların şarkılarını… buralardan çalıp çalıp yastıklarınızın altına biriktirdiğiniz münzevi hayatların ışıltılı bekleyişlerini… ki sadece beklerler. beklerken varmış gibi, gelmiş gibi yaşarlar. oysa gelmeyiştir bizi bir ömür yaşatan.
herkes kendine bir cümle arıyorken… “bu mu, bana mı, ben mi, içimden hangi parça..?” bunlar hepimizin yalanladığıdır. ezberletilmiş formüller, tanrı inancımız gibidir hani..? birbirimize eşittir koymaya bayıldığımız yerde, birimiz hep aşağıda kalır diğerinden. duydunuz mu, hiçbirimiz eşit değildir diğerine, onun gözünde.
bir buluta sarılıp uyumak ve yağmurdan rüyalar görebilme arzusu gibi…yiz. oysa tek kanadımız var. hatırla sana bu cümleleri yazdığım yorgunluğu ve onlarca cumartesiden bir güzü… yelkeni rüzgârın cazibesine kapılmış ve gerildikçe isteyen sonsuzluk yüzünü…
uzun binaların üzerinden bakıyorum geceye ve homurdanan şehre. ışıklar canlı ve davetkâr. fark eder mi benim uyanık olmam senin uykunda? işte pencereden ensemi koklayan hava varlığının en güçlü nefesidir. tüm gün göbekli adamların mide uğultusunda bir sabır açlığına gömüldüm. bu her gün böyledir. susup dinlerken sen, onlar önem kazanır. ve sen kendine sorarsın sürekli: “umurunda mı, umurunda mı, umurunda mı?” inan bana hepsinin cevabı “hayır”. ne zaman ki yüzümün yansıması görüyorum bir yerde içimden büyük bir kahkaha patlatıyorum. “senin umurun, senin küçük umurun, kimin umurunda?”
önemsenmek için ağzı açık balıklar gibi çırpınıyoruz bu teknede. hadi, yalanlamayın beni ki ben de kendi ikiyüzlülüğümle barışayım. önemsenmek için girdiğimiz şablonlardan hangisi daha az komiktir bir diğerinden? yok, öyle bir şablonumuz çünkü. çünkü önemli doğmuşuz bir kere önemsiz günü kutsayarak. düşünceniz kusuruma bakmasın, zaman zaman, zamana çatmadan rahatlayamıyorum. o ki, tanrının şımarık gücü… evet, damarlarımdasın.
ne diyordum? evet, herkes uyuyor ve uyanık kalmam için içtiğim uyarıcılar damarlarımda kelimelerle akıyor. beni bul ve ona yapıştır, bir diğerine, akyuvar, alyuvar… vitaminiyiz biz hayatın, sözleriz yani.
“uyandırın beni,
çoktan doğdum ben:
yaşam ve ölüm
bir anlaşma yaptı içinizde,” (o. paz)
ah benim küçük şairlerim, dillerim, iniltilerim, ninnilerim, sabah zillerim. benimlesiniz, ilk gününüzden bu yana. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yalanlarımı bana hatırlattığınız için sizi kendim kadar çok seviyorum. gariptir ki birinizi kendimden çok seviyorum o da kendini benim kadar sevmediği içindir.
artık bana müsaade. korkuluk bekliyor balkonumda. ağır bir geceyi kovacağım üzerinizden, sihirli sözcüklerle. izin verin güne, size kendinizi göstersin önemsediğiniz yüzlerde.
günaydınlarım en sevmediğim gün salınızdan.
d..f..