5 Mart 2011 Cumartesi

Kimse beni kendimden daha fazla acıtamaz


sabahları, aynı saatte, yolda şiş gözlerimi soğuk rüzgarla açmaya çalışarak işe koyuluyorum. alışamadım bu gözlüklere. baktıklarımın yarısı gözlük çerçevesinin dışında kalıyor, oysa ben bir bütün görmek istiyorum her baktığımı. nasıl olacak? zaten sürekli bir yerlerde unutuyorum. olmayacak gibi, bu yaştan sonra yeni bir alışkanlık kazanmak, sigarayı bırakmak kadar zor.

sabah yolda, metrobüsle, ayvansaraydan şişliye doğru giderken, galata kulesine bakıyorum:

camın ardından ısıtan güneş,
kulağımda bir memleketli ses
enseme nefesi değen kadın yolcu...

gözlerim yarım perdeden bakarken,
geceden kalma düşünce hiç yorulmuyor.
ben bir şehirim,
içinde sürgünler taşıyan...
şimdi ne yazsam
terkedilmiş kokuyor.
***

içimde devamı olan bir şiir bu. yazdıkça acıtacaktır beni, yazmayacağım. yazmaktan mı kurtulmalıyım, neden yazmak istediğim sorgusundan mı? beğenilme hissini şiddetli bir ikiyüzlülük olarak kabul ediyorum. ama, beğenilmek de istiyorum. ve en kötüsü, bu beğenilme isteği beni öfkelendiriyor, üzüyor. kendi ikiyüzlülüğüme katlanamıyorum.

sevgili Tezer, "artık sözcüklerin beni rahat bırakmasını istiyorum" diyor. ... ve devam ediyor: "yaşamın yazından daha güçlü olduğunu sanır, yaşamdan hiçbir şey kaçırmak istemezdim. ama gene de edebiyatın içinde yaşamaktan kendimi sıyıramaz, bu ikilmin müthiş çelişkisi altında bunalırdım" diyor.

bu cümleleri duymak ne güzel. beni rahatlatıyor. iyi geliyor. daha iyi gelen başka bir cümle daha var: "yazının, yaşamdan daha canlı bir olgu olduğunu ve yaşamdan taşarak oluştuğunu kavrıyorum" bu cümle edebiyatın yaşamdan soyutlandığı düşüncesini uyandırmasın sizde. çünkü Tezer devamında edebiyatı oluşturan insanların sokaklarda yaşayanlar olduğunu söylüyor.

bir başka açıklama okuyorum radikal kitap ekinde. ilaç arıyorum köşelerde, dileniyorum. Mario Vargas Llosa, bir konuşmasında şunları söylemiş:
"edebiyat, bize sahip olmadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudunu sunduğunda, ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan kattığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir. işte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur."

ölümlülüğümüzü hafifletmek... öyle mi gerçekten? tüm sorularımın cevabı içimde. kendi adıma, ölümlülüğümü hafifletmek değil de, varlığımın yeryüzüne verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemek için yazıyorum. ölümlülük beni hafifleten bir duygu, ölümün varlığı kadar huzur veren başka ne var? şu dünyada insanların iyiliği dışında zerre kaygısı olmayan biri olarak... beni bu dünyada mutlu edecek hiçbir şey göremedim.
nilgün'ün o sarsan mısrası gibi: "Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben"... oysa yaşamı güzel buluyorum. dünyada binlerce güzellik var, binlerce yaşanılası şey...

her sabah işe giderken içimde kıpırdayan neşeyi seviyorum. ama insanların hayatlarını çok atıl buluyorum. güzelim yaşamlarına düğümler atıldığını ve her geçen gün körlük ve duyarsızlığın bir hastalık gibi daha da şiddetlendiğini hissediyorum. tanrım! bu çok kederli, ve ben gerçekten buna dayanamıyorum. mutluluk dediklerinin içinden ölümcül acılar çıkıyor. her örtü bir uzaklığı saklıyor, bu bir gerçek. ben, içime doğru küçülerek bir yumak olmak ve küçük bir noktayla sonlanmak istiyorum.

bu sebeple tanrıya inanıyorum, en büyük nimeti ölüm olduğu için ona tapıyorum.

Tezer beni Pavese şiirlerine sürükledi. ona hayır demeyeceğim. ben bir şehirim, içinde sürgünler yaşayan. kimse beni kendimden daha fazla acıtamaz.

d..f..

-yazmak, yanmak gibi... -

resim: Vildan Doğramacılar

4 yorum:

  1. ben ise yazabilenlerin pek işlevsel bulduğum ses verme denemeleri arasında "neden yazıyorum?" sorusuna buldukları ölçünmeli cevaplarla kendilerini sabote etmeye kalkıştıklarını düşünüyorum. beğenilme arzusunun ikiyüzlülük olarak kabul edilmesi bakış sabitleşmesi gibi kendiliğindenliği zorlaştıran bir değer tuzağı...
    yazılarından aldığım sesi önemsiyorum.

    YanıtlaSil
  2. özben'i duyumsal ve özümsel algılamaya başlayan altbilincin yeniden büyütmeye başladığı kişiliğinin bastırılmış çığırışları, erdemli köleler imgesinde yazınsal karakterlere dönüşür ve algılayan ve duyumsayabilenler için anlam kazanır.

    YanıtlaSil
  3. adsız muhterem,
    samimiyet katışıksız bir şey. yani, kendi kendini denetleyen, şekillendiren... insan o mekanizmaya müdahil olamıyor.

    kederleri, yanlışları, kaygıları, umutları yazıp da ardından beğenilmek istemeyi eylemin özüne aykırı buluyorum.

    belki iyi bir bahane bulursam, teselli bulurum.

    YanıtlaSil
  4. çağlar,
    yetmişli yılların türk dil kurumu sözlüğüne bakıyor gibi hissettim kendimi. optik okuyucudan çıkmış gibi...

    "özben, duyumsal, özülsel" tamam da primitif yazmayı unuttun sanırım.

    bu arada, hoşgeldin bloga...

    YanıtlaSil