27 Mart 2011 Pazar

al beni yarana bandır


dün gece içimde bir sancı vardı. iç sıkıntısı gibi değildi tam olarak. doğum sancısı gibi, bir birikme hali vardı. yazmamak için direndim. başımı yastığa koyduğumda hücum eden kelimelerin ağırlığına dayanamayıp yastığım altındaki kağıt-kaleme davrandım. sonra uyudum. rüyamda saçlarımı tarıyordum, kısacıktı saçlarım ve yana doğru tarıyordum onları. bir köy çocuğunun saçına model verme arzusu gibiydi.

sonra bugün bir şey okudum gazetede. oyuncu Olgun Şimşek diyordu ki; "hayatla bir derdi olan kendi kendisiyle konuşur. Derdi olmayan her yerde konuşur, mutludur" bu cümle beni çok mutlu etti. ben de çok konuşurum kendi kendimle. konuşmak istediklerimi konuşabileceğim kimse yok. çocukluğumda da kendi kendime çok konuştuğumu hatırlıyorum. demek böylesine güzel bir yalnızlığım olacağı için, kendi kendime yetmeyi öğrenmişim. bir ben daha vardı konuştuğum ama susmamı istedi ona. ve ben yine kendime konuşuyorum eskisi gibi.

üsküdar iskelesindeyim. bekleme salonunda, pencerenin dibinde yanaşan vapuru seyrediyorum. halatlar atılıyor, gemi iskeleye bağlanıyor ve ağzını açıyor. insanlar koşar adım vapurun kapısından inip benim ağzıma giriyorlar. ve akşam bu kalabalık lokmayla başlıyor. karaköy sahiline bakıyorum vapurdan. ışık oyunları, kararmış sular. oarada bir yerde, diyorum içimden. yaşıyor, şehir gibi canlı, vücudumdaki bir organ gibi. bana nereden hayat verdiğini bilmiyorum.

tüneldeyim. uçta durmuş raylara bakıyorum. işte çocukluğuma giden tünel bu Tünel. kısa, yokuş ve diğer tarafı çok yakın olmasına rağmen görünmüyor, sadece hissediliyor.

istiklaldeyim. lokmalarım çoğalıyor. ayakabılara bakıyorum, bir yere bir göğe arada bir insanların kıçlarına bakıyorum. ellerinde neler taşıdıklarına. hiçbirinin gözü yok. o sırada bir grup kör geçiyor, görerek, gülümsüyorum. mephistodayım. yine aynı rafların önünde diz çömüşüm, o şiiri arıyorum. yok. onlarca kitaba değiyor elim. biri var, elime aldım, içimde büyük bir korkuyla açtım kapağını, bir cümle okudum, sonra bir cümle daha. sustum, kapağını okşayarak yerine bıraktım. onu hiçbir zaman almayacağım. müziklere baktım, selva erdener çalıyor "seherin vaktinde ötüyor kuşlar"...

d&r'dayım. aynı rafın önünde. aradığım kitapların hiçbiri yok. elimi bir atıyorum ferid edgü. bırakmıyorum onu geri. sonra bir kitap daha görüyorum. onu da alıyorum. hepsi dağ şarkıları söylüyor aslında ağıt, şarkı da değil. ağıt şarkı değildir. gözyaşı şarkıysa, ağıtta şarkıdır.

kalabalıktayım. yürüyorum, çok hızlı ama. kalabalıktan mı, yavaş yürümeyi beceremiyorum. kuledibine geldiğimde terlediğimi farkediyorum. bir kahveye son sigaramı yakıyorum. hep iki şeker koyuyor, ben de dört şekerli içtiğimi bir türlü söyleyemiyorum. oysa sütlü mü diye sormuyor artık. yürüyorum galatadan, halk otobüsüne biniyorum. ayaklarım sızlıyor. bir süre kımıldamıyorum. sonra kalabalık lokmalarımı kusma isteği beliriyor, çok güçlü bir istek bu.

yol boyunca, hiç durmadan yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. gerçekten yazmayı isterdim ama yalnızca düşünüyorum, yazar gibi. işte bu an, kendi kendime konuştuğum andır.

parlak ayakabıları hatırladın mı, caddenin vitrinleri yansımıştı üzerine.
- evet, mor ceketli kadın, siyah benekli çoraplarıyla taşları örseliyordu, elinde bir sigara vardı, sevgilisine içiriyordu gah. ayakabıları rugandı, vitrinin ışığı yansıyordu.
neyi hatırlattı sana?
- hoşuna gidiyor değil mi, kendine bunu yapmayı seviyorsun.
...
- evet, bunu hatırlamak beni uzaklaştırıyor sanıyordum. her yer taş, her taşın altı dolu. parlak ayakabıları seviyorum.
içinden geçenleri biliyorum.
- içimin içi, içimden geçenlerin başka biçimi yok, sen içimsin. vicdan azabı çekiyorum. azap çekiyorum, vicdanım kurusun.

ayaküstü okuduğum yeni sesler kulağımda yankılanıyor. rüyamda taradığım saçlarım, kendiyle konuşan adam. ve bana artık olgunlaştığını söyleyen eski... bunu düşünmüştüm, olgunlaşmayı yani. öyle bir anda çöken ağırlık gibi değilmiş. biraz sinsi, sis gibi çöküyor insanın ruhuna. yerleşiyor. her şeyi sevemiyorsun eskisi gibi, yeni bir yerde oturmak istemiyorsun, aynı eski şehrin yeni eski köhnelerinde gezinmek istiyorsun. tünele girip, kaybolmak istiyorsun. bir de biliyorsun, nerde olsan, orası olmak istediğin yer değil ve buna rağmen hala başka yerlerde olmak istiyorsun. hala gitmek... ne güzel sözdür gitmek. "ben gidiyorum" ne güzel basit cümle.

paco pena - pedregales - claroscura... yol boyunca dinlediğim paco pena, beni gidebileceğim her yere götürdü. kendimle konuşturdu. yordu, susturdu. -paco pena'nın tarzı orhan gencebay müziğinin altyapısına katkı sağlayan flamenkodur, tüm tınılarda bulabilirsiniz-

sonra evime geldim. dün gece sürpriz yaparak ankara'dan gelen ağabeyimi evde bulurum umuduyla, yoktu.
....

uyuyorlar.
ben
uyanığım tüm uykularda.

kestane kabuğu güneş,
insanlar birer kirpi.
bahar
çürümüş kış kokuyor.
al beni
güneşi yeniden yaz,
iyiliğinle uyut.

dünyanın gözleri beton tutmuş
yeşiller ters
kuzey
batıdan yana.
al beni
lale konuş
sarı yut
kaldır kuzeyi yarım dünyadan.

atom masalı
kuşku mayası
kuru, yağandır.
al beni
suyuna bandır.


incinmiş elma çekirdeği
süklüm püklüm kapı
gıcırdıyor dişleri hala
ağrılarımın.
kalabalık
öznesi gizli yangın.
al beni
yanına...
al beni
yarana bandır.

d..f..

- resim; veli sapaz -


(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder