25 Nisan 2010 Pazar

dokunduğunu hissetmeyen eller...



mutfakta kek yapıyorum, manuel mikserle uğraş babam uğraş... o ara büyük abim geliyor yanıma, neden mikserle çırpmıyorsun diyor. hakikaten, neden? unutmuşum işte... dur diyor ben çırpayım tel mikserle sen un dök... kocaman elleriyle tıpkı mikser gibi çırpıyor. ellerine bakıyorum, yara bere içinde ve kalın bir deriye sahip. çünkü o bir işçi. bu eller dokunduğunu hissetmiyordur. sahi dokunduğunu hissetmemek, nasıl bir şeydir kim bilir?

demokratik açılım lakırtılarından günlerdir fenalık geldi. ama demokratik açılıma emeği dahil etmek kimsenin aklına gelmedi mecliste. çünkü onların elleri dokunduğunu hissediyor! ahmet insel'in güzel bir yazısı vardı radikalde, aşağıya linkini ekleyeceğim.

ılımlı islam modeli denilen siyasi tanım, liberalizmi zemin edinen bir model. mutedil bir siyasi dil kulaklara hoş gelirken ekonomik yönünü es geçmekle büyük bir hataya düşmüş oluyoruz. liberalizm, kapitalizme yaşam akıtan şah damarı adeta. tüketim ve serbest piyasa çılgınlığı bugün ekonomik krizlerde orta sınıfın alaşağı edilmesi demek. ekonomik hiyerarşinin katmanları arasında uçurumlar meydana gelmesi vicdani noktada kabul edilebilir bir durum değil.

var olma noktasında devlet dünya sistemi içine karışmış, güçlü bir ekonomiye sahip olabilmek için didiniyor. ama dönen çarklar devletin ekonomisini büyütürken, büyüyen ülke içindeki zenginler oluyor sadece. orta sınıf hep aynı kısır döngüde, hep aynı dar yaka modelinde sürünüyor. şimdi size bilim, felsefe ve sosyoloji alanlarından bir kaç not düşeceğim. hepsi temelde insanın oluşturduğu statükocu hiyerarşinin çirkin varlığını işaret eden düşünceler.

gabriel marcel metafizik üzerine bir sohbetinde diyor ki... kişi kendine bir fonksiyonlar yığını olarak gösteriliyor. önce yaşamsal fonksiyonlar, sonra toplumsal fonksiyonlar... yemek yemek, fiziksel ihtiyaçlarını gidermek yaşamsal fonksiyonlar iken, sosyal yaşam alanında bizden beklenenleri yerine getirmek de toplumsal fonksiyonlarımız oluyor: çalışmak, vatandaşlık görevlerimiz vs gibi... fakat tüm bu fonksiyonlarımız içinde mekanik ve materyalist bir yaşam rutini içindeyizdir. bir robot gibi programlanıp fonksiyon çeşitliliğimizi idame ederiz. sonra günün birinde emekliye ayrılır, yaşamın bu kasvetli yerinde ölümü bekleriz. fizyolojik fonksiyonlar (yaşam ve ölüm gibi) nesneldir. yani kullanılır olan, kullanılırlığını yitirir, sosyal ve yaşamsal fonksiyonlar biter. kayıttan düşer.

bu yaşam, sistemlerin insana biçtiği "fonksinel yaşam tarzı" ne kadar hazmedilir? ne kadar insani? bu tabloyu bir kenara koyalım lütfen...

stephen jay gould'un vaktiyle evrim teorisinin keskinliğine getirdiği itirazı okurken bazı cümleleri çok çarpıcı bulmuştum. diyordu ki gould... insan çok kibirli bir varlık. varlığını evrenin merkezi haline getirmiş. mesela tek hücreliler ekosistem içinde çok baskındırlar ama insanlar tarafından organizmal indirgemecilikle "basit" türler içinde yer alırlar. gould, insan; sosyal alanda da doğa tarihinde izlediği yolu seçerek hiyerarşik bir düzen içinde gittikçe modernleştiğini düşünür diyor. böler; yönetir, statükocu hiyerarşiler üretir; yönetir, elitist bir açı oluşturarak ilerlediğini düşünür burjuva yaşamında.

insanın varlığını fizyolojik ve fonksiyonel alanlarda nasıl anlamlandırdığını gördük bu iki örnekte. birinde burjuvanın insana dayattığı fonksiyonel yaşam, diğerin de insana tüm canlı varlıklar içinde biçtiği fizyolojik değer... fizyolojik hiyerarşide insan en gelişmiş varlık iken, fonksiyonel hiyerarşide burjuva en üst kademede kendini en gelişmiş gösteriyor.

bu noktada devreye sokulması gereken, vicdani sorgudur! insan kainat içinde iradesi ve düşünce gücüyle en gelişmiş varlıktır, evet... ama ona yaşam alanı sunan ekosistem bir canlılar bütünüdür, yani komplekstir. bu önemli birliktelik, tüm canlılara saygı ve yaşam hakkı tanımayı gerektirir. diğer taraftan insana bir madde, bir mekanik fonksiyon sunan yaşam, insanın beden ile ruh birlikteliğini birbirinden koparacak derinlikte bir uçurum açıyor. işte tüketim dünyası, kapitalizm, liberalizm denilen hiyerarşi fabrikası insan ruhunu emip, sığ bir hayat dayatıyor. bedeninin fonksiyonlarını kullanıp işi bitince emekliye ayırıyor, ruhunu tüketiyor.

insan yığınları günlük geçim derdinde debelenirken reklam kazanovaları dört yanımızda flaşlarını patlatıyor. sanayi devrimi ardından fransız ihtilalinde robespierre in "insan hakları bildirgesinde" çok değerli maddeler yer almıştı. bu maddelerinden birinde robespierre diyor ki: "toplum, bütün üyelerinin geçimini sağlamak zorundadır; bunu onlara iş sağlayarak ya da çalışamayacak durumda olanlara da yaşama imkanı sağlayarak yapar. ihtiyaçlarını karşılayamayanlar için zorunlu olan maddi yardım, fazlasıyla sahip olanın borcudur: bu borcun nasıl ödeneceğini belirlemek yasanın görevidir." bir de özgürlükler adına çok şahane başka bir madde ilgimi çekti: "insanın zaman aşımına uğramayan haklarını ihlal eden her yasa, özünde adaletsiz ve zorbacadır. asla bir yasa sayılmaz."

buradan en başa dönersek... liberal ekonomi hiyerarşiler üreten, burjuvalar, elitistler üreten, insan ruhunu örseleyen, yaşamını sığlaştıran son derece kusurlu bir ekonomi anlayışıdır. insana değer veren, yaşam hakkını önceleyen, adalete inanan, vicdanı/sağduyusu çalışan, dini inançları olan hiçbir insan bu sistemi kabul edemez, kendiyle çelişir.

en önemlisi nasıl kapitalist sömürüyle islam anlayışı, özü gereği bir araya gelemezse, liberal ekonomi de aynı gerekçelerle islam ile bağdaşmaz. bu noktada ılımlı islam modeli, zarar veren radikal islamı tecrit etmek amacıyla yeni dünya düzenine uyum sağlayacak yeni bir islam modeli uydurma çabasıdır.

bugün, demokrasiye değer katacak en önemli hak ekonomik dengelerdir. dokunduğunu hissetmeyen fonksiyonel ellerin bir maddeden ne farkı var?

d..f..

http://www.radikal.com.tr/Default.aspxaType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=992559&Yazar=AHMET%20%DDNSEL&Date=25.04.2010&CategoryID=98

1 yorum: