4 Ocak 2012 Çarşamba

kelimenin sonsuza ilerleyişi


sürekli adını duyduğumuz... içimize başkaları tarafından dikilen kahramanlık anıtları vardır. yüzünü yakından görmemiş, sesini duymamışızdır. ama kahramandır içimizde işte... j. conrad'ın bay kurtz'u gibi... karanlık bir ülkesi vardır aslında o kahramanın, kendi küçük dünyasını kurmuştur. tıpkı içimizde kurduğu hayranlık dünyası gibi. başkalarından dinlemek birini, başkalarından etkilenerek yön vermek tanı(ma)dıklarımıza, kendi güçsüzlüğümüzdür aslında. inanmak için tanımak gerekir. bir insanı, direncini kırabilecek varlıklar karşısındaki duruşundan tanımak gerek. çünkü zaaflarımızdan geri kalandır, insanlığımız.
***

bu zaaflarımızı düşünürken, yaradılışımızın ardından kaybettiğimiz ya da geliştirmeyi bir türlü beceremediğimiz prensiplerimizi düşünüyorum. öte yandan bizimle gelişip serpilen şımarıklıklarımızı, egomuzu, bencilliğimizi, hasetliğimizi... hepsi bende olan şeyler ama sizler de üzerinize alınabilirsiniz. en tamahkar olmayanımız bile, budalaca bir gururla kaybediyor mutedilliğini. cömert olmuşsa bir anlığına, beceremediğinden midir, saçıp savıyor bir anda. merhametinden midir, ezilmeyi göze alıyor, fütursuzca. hamsun'un budala aç'ı gibi... çok gerçek, çok doğru... insan vicdanı, ahlaki değerleri kaybetmeye başladığında içeriden bir sızı salgılıyor. bir daha yapmayacağım dediğin anda da ise; bir başka çeşit teselli sıvısı salgılıyor adeta, bir anda kendini aklayıp, paklıyorsun hatta halkı çıkartıyorsun. budalalığımızdan kalan, en masum kusurlarımızdır.
***

35 can, çekildi yeryüzünden. tereyağından kıl çeker gibi oldu, hiçbirimiz duymadık onları eksilirken. onlar, "vasati kırk çöp" kıvamında özre gerek duyulmayan birlik beraberlik kurbanı oldular, bir türlü beceremediğimiz beraberliğin kurbanı... yeni yılı böğürerek kurtlarken batıdaki beyaz yakalılar, evinde yas tutan aileler vardı. "duygusal olarak bölün(müş)tük gerçekten. kendi adıma yaşadığım şehri ve içindeki neşeyi yadırgadım ve yabancılaştım. üzerine bir de okumakta olduğum ferit edgü - hakkâri'de bir mevsim, kitabı gelince, daha derinden etkilendim. dağ başında kendini unutmuş bu adamın öyküsü, bana şehrin ruh yıkıntıları arasında varlığını yitirmiş kalabalığı anımsattı (ansımak)).

kitabın sonunda; tanınmayan, uzak, o yabancı sevgiliye, filozofa ve dostlara yazılan mektuplar, utandırıyor okuru. çünkü her biri bize yazılmıştır aslında, zaman içinde elimize rötarlı ulaşmıştır. buraya eklemeyi ne çok isterim o mektupları, yazarın kendi hayatından bir parçayı anlattığı...
***

daha uzun yazmak isterim kitapların içinden. bir sığınaktır her biri, kendinden kaçıp kurtulmak, kendini bağışlamak isteyenler, kendini çok sevdiği için öfkelenenler için... okumak kadar yazmak yazmak da bir sığınaktır, tüm odaların, tarafından tasarlandığı... (tasavvur desek tasarımın mekanik sesindense..) insan sesi çıktığı kadar bağırıp, saklanmak istiyor bazen. odalarına kapanmak istiyor. tüm dünya yok olmuş gibi unutmak istiyor varlığı... sert cümleler kurarak dondurmak istiyor. anladım ki, sertlikte değil maharet, kelimenin zamandaki sessiz ilerleyişinde... birikenler, genişletiyor kalbi, açıyor ve katılığı buharlaştırıyor. şiir bu yüzden hiç ölmüyor...

d..f..

resim; Max Ernst - 1927

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder