4 Eylül 2011 Pazar

gezinti notları

"tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek"

(furuğ ferruhzad - yeniden doğuş şiirinden...)

yaşamı ve varlığı şiirle algılıyorum. yaşam; ritm, ses semboller ve metaforlarla insan düşüncesine en belirgin şekilde ancak şiirle oturuyor. şaire furuğ;
"yalnız sestir kalan" diyor.

6 günlük gezintim boyunca iki başucu kitabımdan biri f. ferruhzad idi. şiirle ve düşünceyle gezindim.

gazete, televizyon ve internet yoktu. yani ölümler, savaşlar ve büyük harfle konuşan siyasetçilerin sesi kesilmişti. ama bunca yıllık yaşantımda derin bir yer edinmişlerdi, ruhumdaki kuyuda seslerin yankısı vardı.

ilk gün kuşadasına indim. kuşadası kalesinden geziye başladım. güneşli sıcak bir gündü fakat gölgede serin ve rahatlatıcı bir rüzgar vardı. rüzgar parmaklarımın ucundan hiç eksik olmadı, olmasın da... kale bakımsız ve kirliydi. aynı özensizlik gezdiğim tüm tarihi alanlarda aynıydı. bodrum kalesi hariç...
kuşadası'da dolmuşçular turistlere yanlış yol tarifleriyle fazladan ücretlendirme yapıyorlar. genel olarak ucuz fakat bilmediğiniz fark edildiğinde durum değişiyor. bu sebeple hep biliyor numarası yapmak zorundasınız.

aynı gün ikinci durak meryem ana evi... kuşadasından 30 dakika boyunca iç kesime doğru ilerliyorsun. bu arada yol üzerinde onlarca devasa büyüklükte oteller ve eğlence merkezleri var. tarih ve denizle iç içe gibi görünse de bu merkezlere girenlerin sınırsız eğlenceden başını kaldırabildiğini sanmıyorum. yol kenarında iniyorum. hemen bir taksi şoförü yaklaşıyor ve meryem ana evine çıkarıyoruz, 40 dakika bekleyip indiriyoruz 50 tl diyor. dört turiste biniyoruz taksiye. yarım yamalak inglizcemle japon turiste sorular soruyorum; adı sarah, öğrenciymiş, daha önce istanbul ve kapadokya'yı gezmiş. 25 yaşındaymış, bir çay içiyoruz ve bayramımı kutluyor arefe gününde. meryem ana evi yüksek bir tepe üzerinde. sessizlik ve rüzgarın beslediği derin bir huzur var. bakımlı, temiz ve tüm dünya dillerine hitap ediyor. meryem ana evi, bir masumiyet abidesi gibi işliyor içime. meryem ananın bu evde yaşadığı ve vefat ettiği sanılıyor. dünyanın dört yanından turist görmek mümkün burada...
dünyanın dört tarafından akın eden insanlar, sanki bir dileklerinin peşinden buraya sürüklenmiş gibiler. bu gördüğünüz uzun beyaz duvar, binlerce dilek notunun asıldığı bir dilek duvarı. çocuk, ev ve sevgiliye dair binlerce dilek duaya dönüşmüş burada... dilekler arasında en dokunaklısı bana göre savaş karşıtı notlar idi...
meryem ana evinden efes antik kente iniyoruz. fakat gezintinize müzeleri de dahil etmek istiyorsanız müze kart edinmelisiniz mutlaka. büyük rahatlık sağlıyor ve çok da güzel bir uygulama... bu bölgedeki tarihi gezmek için en az iki gün gerekiyor. yedi uyuyanlar mağarası ve artemis tapınağı gibi dünyanın yedi harikasından sayılan önemli turizm merkezi... aslında tarih ve turizm gözünden bakarsanız hep eksik kalır gördüğünüz.

bir ayrıntı... buradaki tarihi kendi tarihimizle; ırk, din ve dilin ayak izleriyle pekiştiriyoruz. insanoğlu binlerce yıldır arıyor, hakikati arayışın ayak izleri bu gezintilerin en önemli parçası... üst üste binen bu ayak izleri, arayışın hiç bitmediğini ve bitmeyeceğini gösteriyor bize. tarih, çok güçlü bir ayna, içiçe geçmiş çerçeveler gibi, dehşet bir kuyu ve ilk başladığı yer yine insan...
yürümek, bakmak, koklamak kadar eski olan başka bir şey de dokunmaktır. vaktiyle bir su gibi pürüzsüz olan bu mermerler bugün zamanın sert elleriyle oyduğu başka bir mimarye dönüşmüş. taşlar, havaya ve suya sertlikleriyle karşı koymuş ama bugüne kalan bedenleri, iskeletleşmiş insan gibi, yumuşaklığını kaybetmiş...
hayal gücünüz kuvvetliyse, efes kentinin canlı görkemini tahayyül edebilirsiniz. fakat bu taşlar aynı zamanda insan acısını özümsemiş gibi...
uzun ve yorucu günün ardından köyümüze ulaşmak üzere yola çıkıyoruz. kapıkırı köyüne iniyoruz. muğla, milas'a bağlı bafa gölünün kenarında küçücük, sessiz ve yalnız bir köy. yalnızlığı elbette insan ve devlet eli değmeyişiyle bağlantılı. latmos dağının eteklerinde, cilalı taş dönemine kadar uzanan bir tarihi var. yerleşik hayata geçen ilk insanların mağara duvarlarına çizdiği resimler ve semboller bizden önce almanlar tarafından keşfedilmiş. birçoğumuzun adını ilk kez duyduğu latmos-beş parmak dağı, avrupanın farklı milletleriin gelip yerleştiği, sık sık turist olarak da ziyaret ettiği gizli bir yer.

kapıkırı köyüne indiğimizde vakit gece... çevreyi göremiyoruz. sadece cırcır böcekleri ve sinek vızıltıları duyuluyor. selenes otel diyoruz, 15 km içeride diyorlar. yani 2 saatlik yolun üzerine daha gideceğiz fakat araç yok. ali ihsan'ı çağırın diyorlar. biraz tedirgin oluyoruz. eski bir aracın önünde bekliyoruz. göbekli tombik bir amca geliyor, babaca tavırlarla 15 dakika süren yolculuğumuzda içimizi rahatlatıyor. köyü, tarihini ve insanını anlatıyor. içimiz ılıyor ve mutlu oluyoruz. otele geldiğimizde sarı ışıklı sessiz ama insan dolu bir teras buluyoruz. insanlar burada, müdavimi olan yerlermiş buralar... iete ilk gün kitap okumakla geçiyor. bisiklete binmeyi hala beceremiyorum.

ertesi gün bodrum... kuşadası bodrum'dan çok daha güzel, onu söyleyeyim evvela... ilk durağımız bodrum kalesi ve arkeoloji müzesi... burada testinin 5 bin yıllık tarihiyle başlııyoruz. farklı medeniyetlerin ellerinde şekillenen testinin, süt, bal ve şarap saklamak ve taşımak için kullanıldığını öğreniyoruz. ellerde şekillenen bu çömlekler her medeniyetin bakış açısıyla anadolu testisine dönüşüyor ve zamanla yerini tahta fıçılara bırakıyor(muş).

ayak izleri demişken... gombrich, sanatın öyküsü kitabında mısırlıların insan figürü yaparken perspektif hatası yaptıklarını ve iki ayağı da aynı perspektiften işlediğini fakat yunanlıların heykel sanatında estetik harikası üsluplarıyla mısırlılara örnek olduğunu yazmıştı. koca kitabın içinde türk islam sanatına kısacık yer ayıran ve tipik bir oryantalist gibi batıyı rafın üst gözünde saklayan bu bakış açısına heykelleri gördükçe hak verir gibi oldum. şu heykel ayaklarının yüzlerce yıllık olmasına rağmen her kıvrımının taşa hayat vermesi gerçekten bir sanat mucizesi...
bodrum kalesi içindeki müze odacıklarıyla sürprizlere açık... surların arasına gizlenmiş dar koridorlar sizi muhteşem bodrum manzaralarına çıkarıyor.
bodrumu görebileceğiniz en güzel noktalardan biri... gözetleme kulesinini penceresi...
bodrum kalesinden sonra kısa bir motor gezisi ve mavi sular... ege denizinin rengi turkuaz... suya bakınca seni içinden çağıran bir sesi var. gel ve bende kaybol diyor, seni medeniyetlerin buluştuğu yerde kaybedeyim...
seni çağıran seslere kulak ver. yoksa zamanla sağırlaşırsın.

"suların hükmüne boyun eğmiş
bir mavi yüzsüzüyüm.

ey zaman!
uçsuz bucaksız mezarlığında
varlık bilincinin sesini duyuyorum." demiş bulundum....


kuyu ve kule burada yaşıyor doya doya...
peki ya mevsimler? mevsimler ölü...
"mevsimsiz şehirlerde
güneş mi doğurur bizi?
dağınık begonvil saçların
beyaz gövdelerini örttüğü taş duvarlar...
burada zaman kokuludur
ve renkler hiç sararmaz.
aşk gibi..." demiş bulundum.

bodrum'un beyaz evlerini süsleyen begonviller, evlerin içinde büyüyen sıcaklığı sokaklara taşımış ve oradan içimize, kırk derece...
köyümüze dönme vakti... yorgunum ama gözümü kapadığımda beyazı ve maviyi görebiliyoum hala... anladığım bir şey var ki, buralarda hep yaşanmaz. uzun bir ömür için çok fazla güzel, uyuşturan bir güzellik bu, dünyadan koparan, bencil bir güzellik...

köyüme varıyorum. ali ihsan amca her gidi ve dönüşte bize kapıkırı köyü'nü, bafa'yı ve burada geçen çocukluk günlerini anlatıyor. bu gölde geçmiş çocukluğu, teknelerde ve yüzerek... fakat gölü kapatmışlar, tarlalar yapılmışüzerine... mağaraların tarihi yağmalanmış. freskler sökülmüş tavanlardan. taaa almanyalardan gelmiş arkeologlar ve sahip çıkmış...

uyuyorum ferruhzad mısraları kulağımda yankılanırken... sabah gölde motor gezisi var, erken kalkıyoruz. motorumuza binip uzak koylara yol alıyoruz. göl üzerinde irili ufaklı pek çok ada var. her birinde bir kale kalıntısı ve kral mezarlığı... yöre halkı buralardan küplerle altın bulunduğunu anlatıyor. kralların mezarlara hazinelerle gömüldüğü tarihi bir gerçek ise...

göl kimi yerlerde çok berrak ve güzel... fakat yem fabrikaları atıklarını göle boşaltıyor. tarihin ve doğanın iç içe olduğu bu saklı yer cennet gibi fakat çok bakımsız. ali ihsan amca da muhtardan çok şikayetçi zaten. merkeze 15 km uzaklıktaki bu köylerin çöpleri toplanmıyormuş. çevrede gözle görülür bir kirlilik yok ama bakımsızlığı aşikar...

motor bizi bir koya götürüyor. burada bir yürüyüş yapıyor, ayaklarımızı suya sokuyoruz.
insan ve insanın en kadim mirası "yağma"... hiçbir zaman bizim olmayacaklara duyduğumuz ihtiras...

yanımda taşıdığım ikinci kitap albert camus-denemeler'i... iki üç kez okunası bir baş ucu kitabı...
diyor ki; "insan güzelliksiz edemez. çağımız, mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu anlamadan düzenlemek istiyor." işte tüm bu tarihi kalıntılar bu gerçeği işaret ediyor.

motor gezisinin ardından akşam yemeği... yılan balığı çupra ve levrek gölde yetişen balıklar.. dolaysıyla masalardan rakı balık eksik olmaz... burada da öyle... izmirden, aydından onar kişilik aile grupları akşam yemeğine geliyor. içiyor, sohbet ediyor ve dönüyor. turistlerin yüzünde hep bir hayranlık emaresi var.

sahi, köye gelip de köy eğlencesi görmeden olmaz. karşı köyden bir genç askere gidecek. eğlence yapılıyor. yemekten sonra gidiyoruz. davul zurna günden başlamış, gençler efe oynuyorlar, rakı masaları kurulmuş. kadınlar bir köşede izliyor ve sıra onlara gelince oynuyorlar. genç erkeklerin boynunda kırmızı tülbent...
ertesi gün, yan otelin delikanlısı onur, bize söz verdiği dağ yürüyüşü için sabah 07:35'te arıyor. hazırlanıyoruz. yanımıza yiyeceğimizi içeceğimizi alıyoruz. uzun bir dağ yürüyüşü bizi bekliyor. sabah 08:00'de başlıyor yürüyüşümüz. güneş dağı kuşatmadan yok almalıyız. aslında geç bile kaldık. kayalar volkanik... yuvarlak hatlara sahip, özellikli kayalar. yumuşak görünümlü fakat çok sert... kocaman kaya kütlelerine yaklaşıp yakından baktığınızda içlerinin oyuk olduğunu görüyorsunuz. öyle şaşırtıcı ki... vaktiyle buralar çam ağaçlarıyla doluymuş fakat yöre halkının ana geçim kaynağı zeytincilik... dolaysıyla tüm görünen dağlık arazi zeytin ağaçlarıyla kaplı... domuz, tilki ve kara yılan dedikleri hayvanların yanında akrep de bölgenin vahşi tarafı...

yol üzerinde kale kalıntılarına rastlıyoruz. üst üste duran iri kaya kütleleri şiddetli rüzgara karşı dim dik ayakta duruyor. gözetleme ve ok atma pencereleri hala kalelerin bir parçası...
aşağıdan baktıkça yakın duran zirve, bizi yüksekliğine çeken bir tuzak gibi... hırsımız hiç sönmüyor. zirve, zirve, zirve... fakat sanıldığı gibi kolay değil. yol başlangıçta düzlük araziden ve kral yolu denilen döşenmiş taşların üzerinden kolaylıkla akarken, yükseldikçe kayaların gerçek yüzüyle karşılaşıyoruz. dev cüsseleri kayalardan tırmanıyoruz. dağcılık bilgimiz yok, donanımlı değiliz, üstelik suyumuz tükenmek üzere....
zirve, gölden 1.400 metre yükseklikte... bir zaman sonra yol iyice dikleşiyor. yarım saatte bir durup bir kaç yudum su içiyoruz. rehberimiz onur, tam zirvenin çok tehlikeli olduğunu, oraya daha önce çıkmadığını söylüyor.

biz zirve istiyoruz. güneş tam tepede, saat 12:35... 4,5 saattir tırmanıyoruz. tırmanışlarımız artık toprak yoldan değil. sadece dev kayaların üzerinden ilerleyebiliyoruz. kayaların arasında 4-5 metrelik kuyular ve boşluklar var fakat kayalar kaygan değil, seni tutuyorlar adeta, zirveye çekiyorlar...

rüzgar çok şiddetli. nefes alırken burun deliklerimiz yanıyor. ellerimizin içi titriyor. sahi, boğaz köprüsünden her gerçerken, galata kulesi'ne çıktığında ellerinin içi titreyen ben, yükseklik korkumu hangi taşın altında bıraktım? biliyorum, o başka bir eyin korkusu.... (sonra..)

ve zirve... esasen burası zirvenin birazcık altı... ama çok değil... tırmandığımız son kaya uçuruma doğru meyilli ama tırmanışı kolay bir kaya... dört elle çıkıyoruz ki.. o da ne! korkunç bir rüzgar, tutunmak mümkün değil! kayanın iç tarafına sığınıyoruz. rüzgarı kesiyor biraz... artık tırmanamayacağımıza karar veriyoruz. çünkü bu şedid rüzgarda tutunmak mümkün değil. son sigaramızı bu zirvede içiyoruz.
güzel görünüyor değil mi? evet, gerçekten muhteşem... 5 saatlik tırmanış sona erdi fakat asıl şimdi başlıyor gün. inişe geçeceğiz fakat hiç suyumuz yok! güneş tam tepede, gölge çok az ve rüzgar şiddetle ağzımızı kurutuyor. ilk üç saat tamamen kayaların arasından, dağ dikenlerinin içinden, dev kayaların üzerinden zıplayarak iniyoruz. köye her baktığımızda hep aynı uzaklığı görüyoruz oysa tırmanırken hep yaklaştığımız hissini veriyordu dağ!

son iki saatte biraz panik oluyoruz. dudaklarımız çatlıyor, dizlerimiz titriyor... köye ulaşmaya çalışırken bir yandan da bir pınar bulabilir miyiz diye bakınıyoruz, yok! kayaya monte edilmiş bir hortum var fakat su akmıyor. 4 kişiyiz, molaları olabildiğine kısa tutuyoruz çünkü uzadıkça yürümek zorlaşıyor. son çok dar, kuru ağaçlarla ve kayalarla kaplı bir vadiden geçiyoruz. çıktığımızda ise kendimizi köyün hemen üzerinde buluyoruz. bu gerçekten bir mucize gibi...

rehberimiz koşar adımla köye iniyor ve bize iki şişe su getiriyor. bir seferde hiç bu kadar su içmemiştim gerçekten. orada yarım saat uzanıyoruz toprağın üzerine... köye dönmek üzere yola koyulduğumuzda köylü amcayla karşılaşıyoruz. eşeğiyle, dağdaki bir pınardan su almaya gidiyormuş. evet, orada bir kaç pınar varmış fakat kimbilir hangi kayanın altına saklanmış.


evet, bu zorlu tırmanış latmos'a idi... latmos, beş parmak dağı... mitolojiye göre ay tanrısı latmos dağındaki bir çobana aşık olmuş. çoban geceleyin dağdaki mağarada uyudukça o dağa inip onu seyredermiş. bir gece çoban sonsuz bir uykuya dalsın diye dua etmiş. ve ay tanrısının dileği kabul olmuş. bu yüzden midir, ay her gece muhteşem bir güzellikle latmos dağının eteklerine süzülüp, oradan göle dalıyor ve ışıl ışıl sulara gövdesini seriyor.

bafa gölünün anlatılamaz bir başka güzelliği ise, gece mehtabıdır. büyük şehirlerde gördüğümüz gök, yapayalnız bir göktür. yıldızları kaçmış, çalınmış bir göktür. bafa gölünün kenarında geceleyin otururken şöyle düşünüyorsunuz; demek ki büyük şehirlerden kaçan yıldızlar, dağlar arasına saklanıyor ve onları arayan insanları bekliyor. evet, samanyolunu ve tüm yıldızları her gece orada bulabilirsiniz. her gece en az üç tane yıldızı kayarken görebilirsiniz ama korkmayın, bu göklerin yıldızları hiç tükenmeyecektir.

mağara duvarlarındaki resimlerde kadın erkek ve aile figürleri yer alıyormuş. alman arkeologun kitabındaki resimleri ve yorumlarını okudum. figürler yerleşik hayata geçen ilk insanlara aitmiş. aile vurgusu yer alıyormuş. kadınlar verim ve bereket sembolü olarak kabul ediliyormuş. kadınların eteklerindeki desenler bile resmedilmiş. fakat en güzeli, savaşa dair hiçbir sembol yokmuş. sadece aile hayatı ve tarım...

dönerken bizi arabasına alan avusturyalı kadın, gölün bakımsızlığından şikayet etti fakat burada yaşamaktan mutluluk duyduğunu da söyledi. ege'ye bir kez daha gideceğim, latmos'a ve bafa'ya.... yıldızlara...

d..f..


4 yorum:

  1. selam fatmacım yazılarını sürekli okuyan biri olaraktan sana yorum bırakıyım dedim (yorum) bıraktım işte nasıl olmuş hi hi tamam biliyorum iğrenç bir espiriydi ama napıyım işyerindeyim işlerim bitti can sıkıntısından bende saçmalamaya başladım işte
    bak habire gezip tozup bide yazılar yazılar yazan şu blogcular varya arkadaşım uyuz oluyom onlara ya hiç düşünmüyorlar benim gibi burnunu kapıdan bile çıkaramayan zavallılar var sana gelince sen gez arkadaşım sana yakışır he bak benimde blogum var henüz çok yeni ablası daha gelişicek.kendine iyi bak see you

    YanıtlaSil
  2. "Ege'ye bir kez daha gideceğim..." demişsin ya, evet evet, kesin bir kez daha bir kez daha bir kez daha... gideceksin! :)
    Ege öyledir, bir kez gidince yine gidersin. Bu defa ben de Bafa gölüne tekrar gittim, sırf kıyısında kahvaltı etmeye, üstelik. :))

    YanıtlaSil
  3. Hatice, -iğrenç esprin de dahil- her şey için teşekkürler :)elimden geleni ardıma koymuyorum.

    YanıtlaSil
  4. Ekmekçikız :) haklısın, gökyüzüne ne zaman baksam, orayı düşünüyorum, yıldızları... biliyor ve seviyor olmanıza pek sevindim efenim.

    bu arada, kendi bloguma anonim yazıyorum, şu düştüğüm hale bak blogspot :/

    YanıtlaSil