17 Temmuz 2011 Pazar

"gitmek gitmek gitmek"

"...gitmek, gitmek, gitmek" diyor, gitmeye doyamayan kadın. okuduğum son kitabında anlıyorum onu. gitti ama gitmek istediği yere varabildi mi, kim bilir?
***
kalabalık bir caddede yürüyoruz. kabalığı seviyorum diyorum. ben kalabalığın varlığını seviyorum, içinde olmayı sevmiyorum, diyor. paris sıkıntısı'ndan aklımda kalan cümleyi söylüyorum yarım yamalak; "kalabalıkta kaybolmayı bilmeyen, yalnız değildir." bana kalabalığı tanımla diyorum, olmayandan tanımlıyor. kalabalık et yığını değildir, diyor.

aidiyeti konuşuyoruz. aklımda "...gitmek, gitmek, gitmek" var. bir yere bağlanamamış sözcük, hep havada, hep revan... gitmek, yersiz bir kelime. göçebe kadının dediği gibi; "gittiğim hiçbir yer, olmak istediğim yer değil, biliyorum." bunu sezmiştim, bir keresinde gitmiştim, uzun uzun ve hep, gitmiştim. gittikçe çekiyordu gitmek. sonu yok gibiydi. anladım ki, içimden gitmeliyim. odalarımı genişletmeliyim.

aidiyet duygusu olmayanlar, gitmek ister dedi. sıcak bir ailede büyümeyenin aidiyet duygusu gelişmez dedi. bunu kendimle özdeşleştiremedim. intiharı sordum; denizin ortasında tutunacak bir şey bulamamak gibidir, dedi.
***
kendime bir "gitmek" buldum. olduğum yerde, durup dururken... kendimi unutana dek çalışarak, düşünmekten ve susmaktan kaçarak... susmak, bataklık gibidir çünkü. bir yerinden tutup içine doğru çeker seni, usul usul, boğuncaya kadar. son çığlık, suskunluğun sonudur. bu doğru. bu yüzden, düşüncelerimi gündelik iş serüvenlerine bırakarak, uzun bir düşüncesizlik yolcuğuna çıkıyorum. her gün saatlerce, bana ait olmayan cümleler kuruyorum. sonra bozup yeniden kuruyorum. hep aynı cümleyi binlerce kez ayrı ayrı kuruyorum. kelimeler yorgun düşene kadar sürdürüyorum. "...gitmek, gitmek, gitmek" başka yol yok.
***
başımı dayadığım pencereden akıyor şehir, akıyor yaşam tüm karmaşasıyla... denizi görüyorum, kızıllığını gün sonunun ve yıldızları kayarken... olmuş mısralar düşüyor dilime, sararıp düşmüş gibi dalından... hiç oralı olmuyorum, düşsün ve çürüsün olduğu yerde. bu iki yüzlü yaşamı reddetiyorum.
***
çantamda ölümü ve gitmek'i anlatan bir kitap... taş bir binayı anlatıyor, her öyküsünde. her cümlesi tonlarca ağır. her açışımda aynı sayfayı bir kez daha okuyorum. satır arasında dolanan deliliği okşuyorum gözlerimle. şefkatle okuyorum, şaşkınlıkla tekrar okuyuşuma... hep çantamda taşınmak ister gibi, elime değmesinden çok hoşnutum. bir leke gibi, benim gibi, bulaşıcı ve kırılgan...
***
yürüyorum uzun uzun. yanımda gencecik bir delikanlı. güzel yüzüyle bana hayallerini anlatıyor. hep anlatıyor, umudunun kaynağını merak ediyorum, nerden aktığını bu coşkunlukla... ne güzel hayallerle başlamak hayata, henüz kırılmamışken biri, sağlamken her kurgunun temeli, kendince... hayranlık duyuyorum ona içimden, yaşama gücüne imrenerek. ben nerden koptum, nerede kaldı ipin diğer ucu?
***
"...gitmek, gitmek, gitmek" aidiyet, ipin ucu...
***
"gözlerini bende bırakıp gitti. bırakacak başka kimsesi yoktu." biliyorsun, burada bir parçan, okudukça öfkelenen. tıpkı benim yazarken öfkelendiğim gibi kendime. bir şeyin varlığını sormak, onun varlığını onaylamaktır, değil mi? oysa kanıtlara ihtiyacım yok. içimde kıvrılan sezgilerim, seninle göz göze geliyor. işte burada, bu kelime, senin için yazıldığı için seni buraya çekiyor. sezgilerini çalıştıran buradaki varlığın sebebidir.
***

bir yalazın
toprakta bıraktığı is kadar
iz bırakamıyoruz toprakta.

d..f..

- tezer ve aslı'ya sevgilerimle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder