31 Temmuz 2011 Pazar
bir tüy ve son doğum
siz "nereden bileceksiniz?"
bildirdiklerinden eyle yâ râb!
***
mavi kanatlara uzanmış,
elleri bozkır rengi
damları yağmur duası...
gök içilmiş,
yetişmez.
bulutlardan salınarak düşen
beyaz bir tüy...
bir tüy,
yitikliğinde yükseliyor
tüm yeryüzü dağları...
bir tüy,
gövdesizliğinde saklı
insanlığın uçurumları...
bir tüy,
kırmızı suların yolculuğu...
bir tüy,
kanıyor özgürlüğü...
bir tüy,
ne ağır,
ne utanç verici güzelliği..
***
(cc) dedi: "Ruh ölmez"
ruhunu öldürenlerden eyleme yâ râb!
***
ölü sözcükler,
durduğum yerde gömülüyorum.
işte buraya aitim,
bu yer
ölüleri yoran bir mezarlık.
uyku bozumu
nihayetsiz rüylar...
***
sessizliğinin çöktüğü rüyalar,
uğultusuz rüzgarlar
parmaklarım...
kelimelerimi susturuyorum
anla!
ruh ölmez, ruhum
son doğumum üzerine göğsünün..
d..f..
24 Temmuz 2011 Pazar
çökme
içinden çöktü yer
içinden derine doğru.
kavuşmak için ilk doğduğu yere,
unutmak ve bilmemek için mutluluğu...
içi dolu turşucuk,
mutluluk...
en eski yalan,
aranıp bulunamayan...
23 Temmuz 2011 Cumartesi
21 Temmuz 2011 Perşembe
yeşillenmek
kapıdan giriyorum
kucağında bir salkım siyah..
okşadıkça
yeşile dönüyor.
yerde uzun bir yaygı
desenleri yaşamdan.
ceylanlar ve geyikler...
ağaçlara değen bahar...
geçemiyorum
arada hayat,
yaşanmış,
bitememiş acı bir hayat.
okşuyor hala
salkım yeşilleniyor.
ellerim siyah,
arada küçücük hayat…
-buydu
ağzıma tıkadığın zaman
yerde-
yeşillenmek tatlı bir günahtı
renk değiştirmek...
tanrı bir günahın içine saklanarak
beni gözetliyor karanlıklardan
bir salkımdan belki de…
orada
yeşillenmeyi bekleyen
kalbimin vuruşları
utangaç...
-buydu
bir şamar gibi günümü susturan
her sabah doğudan…-
oradaydın
kucağında yalnızlık,
okşadıkça büyüyen.
şimdi
yıldızın gökte açtığı delik kapanıyor.
yeri bir karanlıkla dokunuyor.
uyumalıyım,
kurşun rüyalar için....
d..f..
17 Temmuz 2011 Pazar
"gitmek gitmek gitmek"
***
kalabalık bir caddede yürüyoruz. kabalığı seviyorum diyorum. ben kalabalığın varlığını seviyorum, içinde olmayı sevmiyorum, diyor. paris sıkıntısı'ndan aklımda kalan cümleyi söylüyorum yarım yamalak; "kalabalıkta kaybolmayı bilmeyen, yalnız değildir." bana kalabalığı tanımla diyorum, olmayandan tanımlıyor. kalabalık et yığını değildir, diyor.
aidiyeti konuşuyoruz. aklımda "...gitmek, gitmek, gitmek" var. bir yere bağlanamamış sözcük, hep havada, hep revan... gitmek, yersiz bir kelime. göçebe kadının dediği gibi; "gittiğim hiçbir yer, olmak istediğim yer değil, biliyorum." bunu sezmiştim, bir keresinde gitmiştim, uzun uzun ve hep, gitmiştim. gittikçe çekiyordu gitmek. sonu yok gibiydi. anladım ki, içimden gitmeliyim. odalarımı genişletmeliyim.
aidiyet duygusu olmayanlar, gitmek ister dedi. sıcak bir ailede büyümeyenin aidiyet duygusu gelişmez dedi. bunu kendimle özdeşleştiremedim. intiharı sordum; denizin ortasında tutunacak bir şey bulamamak gibidir, dedi.
***
kendime bir "gitmek" buldum. olduğum yerde, durup dururken... kendimi unutana dek çalışarak, düşünmekten ve susmaktan kaçarak... susmak, bataklık gibidir çünkü. bir yerinden tutup içine doğru çeker seni, usul usul, boğuncaya kadar. son çığlık, suskunluğun sonudur. bu doğru. bu yüzden, düşüncelerimi gündelik iş serüvenlerine bırakarak, uzun bir düşüncesizlik yolcuğuna çıkıyorum. her gün saatlerce, bana ait olmayan cümleler kuruyorum. sonra bozup yeniden kuruyorum. hep aynı cümleyi binlerce kez ayrı ayrı kuruyorum. kelimeler yorgun düşene kadar sürdürüyorum. "...gitmek, gitmek, gitmek" başka yol yok.
***
başımı dayadığım pencereden akıyor şehir, akıyor yaşam tüm karmaşasıyla... denizi görüyorum, kızıllığını gün sonunun ve yıldızları kayarken... olmuş mısralar düşüyor dilime, sararıp düşmüş gibi dalından... hiç oralı olmuyorum, düşsün ve çürüsün olduğu yerde. bu iki yüzlü yaşamı reddetiyorum.
***
çantamda ölümü ve gitmek'i anlatan bir kitap... taş bir binayı anlatıyor, her öyküsünde. her cümlesi tonlarca ağır. her açışımda aynı sayfayı bir kez daha okuyorum. satır arasında dolanan deliliği okşuyorum gözlerimle. şefkatle okuyorum, şaşkınlıkla tekrar okuyuşuma... hep çantamda taşınmak ister gibi, elime değmesinden çok hoşnutum. bir leke gibi, benim gibi, bulaşıcı ve kırılgan...
***
yürüyorum uzun uzun. yanımda gencecik bir delikanlı. güzel yüzüyle bana hayallerini anlatıyor. hep anlatıyor, umudunun kaynağını merak ediyorum, nerden aktığını bu coşkunlukla... ne güzel hayallerle başlamak hayata, henüz kırılmamışken biri, sağlamken her kurgunun temeli, kendince... hayranlık duyuyorum ona içimden, yaşama gücüne imrenerek. ben nerden koptum, nerede kaldı ipin diğer ucu?
***
"...gitmek, gitmek, gitmek" aidiyet, ipin ucu...
***
"gözlerini bende bırakıp gitti. bırakacak başka kimsesi yoktu." biliyorsun, burada bir parçan, okudukça öfkelenen. tıpkı benim yazarken öfkelendiğim gibi kendime. bir şeyin varlığını sormak, onun varlığını onaylamaktır, değil mi? oysa kanıtlara ihtiyacım yok. içimde kıvrılan sezgilerim, seninle göz göze geliyor. işte burada, bu kelime, senin için yazıldığı için seni buraya çekiyor. sezgilerini çalıştıran buradaki varlığın sebebidir.
***
bir yalazın
toprakta bıraktığı is kadar
iz bırakamıyoruz toprakta.
d..f..
- tezer ve aslı'ya sevgilerimle...
11 Temmuz 2011 Pazartesi
Türkçe Olimpiyatları
epeydir aklımda olan bir mevzudan bahsedeceğim.
bir reklam filmi izliyorum. yaşam kültürü, giyimi, coğrafi şartları bizden farklı bir ortamda, zenci bir kadın, bir tarlada bizim dilimizi konuşuyor. bu da ne diyorum.... ki "Türkçe Olimpiyatları" reklamı... malum basın, gelenekselleştirilen bu organizasyona epey ilgi gösteriyor, afişlerde, tv reklamlarında, gazetelerde vs... pek çok haber ve reklama rastladık.
ilk zamanlar, eğlenceli bir etkinlik olarak algıladığım bu organizasyon, zamanla bir duygu yoğunluğu ve milli değer olarak sunulmaya başlandı. başbakanlar, cumhurbaşkanları, bakanlar, sanatçılar yoğun ilgi gösterdi. hatta istiklal marşını okuyan afrika uyruklu öğrenciyi koltuğunda izleyen protokol gözyaşlarına boğuldu falan... benim güldüğüm, mizahi bir pay biçtiğim organizasyon, bugün milli bir etkinlik olarak, duygu seline dönüştü. işte ben buna anlam veremiyorum.
efendim, hadi bizim çocuklarımız neyse... milli marşlar eşliğinde zoraki bir duygu dayatmasıyla zaman sonra bir hissiyat kalıbına giriyorlar da... bizim dilimizi, tarihimizi, savaşımızı, aşımızı, sesimizi, kokumuzu, göğümüzü, dağımızı, suyumuzu bilmeyen bambaşka kültürün çocukları, bizim türkülerimizi, marşlarımızı, halk oyunlarımızı neden ve nasıl icra etsin? hadi etti, bizler de tebessüm ettik, hoşluk oldu... peki gözyaşına boğulan protokol ekibine ne demek lazım? bir yemen türküsünün hikayesiyle büyümemiş bir çocuk, o türküye sizi ağlatacak nasıl bir his vermiş olabilir? olamaz! ama olmaması gereken başka bir şey daha var ki, o daha bir içler acısı vaka...
neden bizim marşlarımızı ve türkülerimizi bambaşka kültürlerin çocukların öğretiyoruz? İslamiyeti yaymayı kabul edebilirim ama kültür misyonerliğini anlamsız ve çirkin buluyorum. bizleri kavim kavim yaratan tanrı değil mi?
biz daha kendi ülkemizde samimi bir kardeşlik diyaloğu kuramamışken, ülke olarak ciddi bir etnik köken ve dil krizi yaşarken; birilerinin "Türkçe Olimpiyatları" etkinliğiyle adeta psikolojik bir harekat gibi kendini büyüterek gündeme taşıması travmatik bir olay.
daha travmatik olanı ise; kendi varlığından henüz habersiz bu çocuklara, bambaşka bir kültürel varlığın unsurlarını yamalayarak, duygusal bir bağ kurma saçmalığı... tabi, bu organizayona katılan, övgüler dizen pek çok "müspet" artistimiz de yok değil...
son derece sanal, son derece lüzucet, son derece emperyalist... İslam inancıyla kesinlikle bağdaşmıyor. "kültür köprüsü" masalına sığmayacak kadar otuz iki tekmili birden sırıtıyor.
ille de kültür köprüsü mü kurmak istiyorsunuz? bizim çocuklarımıza da nepal'in marşını ezberletip, sahnede bağırtın, bakalım kaç kişi ağlayacak?!
d..f..
7 Temmuz 2011 Perşembe
iyimser göç
doğurgan bir geceydi.
doğurdukça küçülen,
doğdukça büyüyen gök...
gitmek,
iyimser bir yaşam...
kıyısı köşesi yokluk
ve çekirdeğin umudu...
çizgi...
sınır...
ötenin sonsuzluğu...
yine geleceğim,
patika bir yoldan koşarak.
ellerim su kokacak,
tazelik...
bu ölgün sarı
bana göre değil.
yine geleceğim,
denizleri
gökyüzünden daha çok severek...
d..f..
3 Temmuz 2011 Pazar
aramadığım...
***
aynı kalabalığın içinde, yürüyüp durdum. onlardan biriyim, bunu kabullenmek istemesem de. sıradan, sessiz ve izsiz... ama dürüstüm, samimiyim, olduğum gibiyim. onlar ise çoğu zaman yalan bir uğultu çıkarıyorlar. sürekli birbirlerini övüyorlar. içten değiller. çok sevdiklerinden kısa zaman sonra nefret edebiliyorlar. ve bir çoğu kendine ait değil. her birinin bir sahibi var. satıyorlar sözlerini, ruhlarını, renklerini ve güzelliklerini. sadece övgü ve renkli bir hayat için... bu yüzden onlardan olmak boğuyor beni.
***
bir ölünün sesini aradım. onu ararken başka bir ölü buldum. okudum. inceldim, elendim ve hafifledim. o sıradışı, gerçek ve doğal. tüm yazdıkları hayatımdan çok uzak... ama yine de çekiyor beni itirazları, dik duruşu. naif ruhuyla bir ölgünlüğü ve faniliği işliyor kelimelerine. okudukça kanatlanıyorsun. sonra elimdeki imzalı kitabı bir çöp kutusuna attım. ellerime değdiği için pişmanlık duydum. oradan geçtiğim için de... insan, ilk doğduğu güne ihanet etmemeli, kelimelere tecavüz etmemeli.
***
eve geldiğimde aradığım ölünün sesini bir kutunun içinde buldum. bugün gelmişti, benim için, bana... gülümsedim. tüm ölüler, ne kadar güzel yaşıyorlar hala. ne kadar içimizdeler, hayatımızda... seslerini duyuruyorlar uğultunun içinde, kendi sessizliklerini özletiyorlar.
****
neden ağlıyorsunuz dedim. kaybolduk dediler. yağmur yağıyordu, caddenin orta yerinde, el ele tutuşmuş ağlıyorlar. evin yolunu biliyor musunuz dedim, evet dediler. neden gitmiyorsunuz dedim, korkuyoruz dediler. peki sizi evinize kadar götüreceğim dedim mustafa yusuf ve ahmet kenan'a... götürürken, ben de korkuyordum.
***
adım, fatma sancak... daha çok yaşayacağım.