1 Mayıs 2011 Pazar

Cemaat'in Kayıp Gül'ü ve ÖSYM


Yıllar evveldi, tüm inancımızla bir dava için çalışıyorduk. “ben” değil “biz” diyorduk, bunu tüm kalbimiz ve inancımızla söylüyorduk. Tüm varlığımız “bizimdi”. Biz, inananlardık ve bir cemaat idik. Ama cemaatin bize ihtiyacı yoktu, bizim cemaate ihtiyacımız vardı. Ve bireysel yanlışlıkları cemaate mal etmemeliydik. Bu düsturlara bağlıydık.

Kendisine tabii olmayanlara özenle, şefkatle ve yardımsever davranan cemaat, birgün bana sırt çevirdi. Orada “biz”den sıyrılıp “ben” oldum. Bu "ben", Tanrıdan başka kimseye ihtiyaç duymayacaktı. Bunu o gün öğrendi ve yollarını ayırdı cemaatle. Bu ayrılık varlığıyla aramdaki duygusal bağı koparmadı. Çekilen eziyetleri, çileleri, yaşanılan haksızlıkları biliyordum ve bu memleketin izbe ideolojisine karşı uygulanan politik duruşu o günlerde takdir ediyordum.

Aradan uzun bir zaman geçti. Bir yerde yine karşılaştık. Bu kez o büyümüş ve izbe ideolojiyi ayakları altına almıştı. Keyfi yerindeydi doğrusu. Fakat üzerine yapılandığı sermaye, içinde bir bozulma başlatmıştı. İçimden, çok kalmaz yakında kokusu çıkar demiştim. Hep uzaktan seyrederek, gönül bağıyla baktığım cemaat, son iki yıldır etrafa kötü kokular salan kokuşmuş bir yapıya dönüştü.

Sermayeyle ilkesel duruşunu kaybeden, özüyle çelişerek; sataşan, fişleyen, karalayan ve en sonunda hileye başvuran çirkef bir yapıya dönüştü cemaat. Bu dönüşümün bir diğer ayağında ise AKP var. Neden bahsettiğimi anlamışsınızdır: ÖSYM sınavlarındaki kopya hilesinden elbette.

Mücadele etmek güzel bir şeydir. Her insanın bir mücadelesi olmalıdır. Ama eğer mücadelen ilkeli ve dürüst bir çizgiyle gidiyorsa onurlu bir mücadeledir. Adaletsizlik ve hileyi mücadelene eklediğin anda illegal olursun zihinlerde. Bugünlerde bizleri endişelendiren şey yakınlarımızın sınavlarda başarılı olup olmayacağı değil; gönül vermiş olduğumuz bir yapının nasıl olur da böyle çirkin bir yola başvurmuş olabileceğidir. Bunu yapmak için inançtan arınmış olman gerekir, Hz Ömer’in adaletini ağzına almaya utanman gerekir!

Kendi adıma, çevremdekileri cemaatten uzaklaşması için uyarıyorum. Yakınlarımı bu seçim sürecinde hükümetin ÖSYM’ye tavrına karşı karar vermeleri yönünde uyarıyorum. Her şeyi anlayabilirim, zamanı değildir diye bahanelere yumuşak bakabilirim! Ancak binlerce çocuğun, gencin, binlerce işsiz insanın geleceğini ve yaşamını ilgilendiren böylesine çirkin bir durumu anlayamam. İster cemaat olsun, ister en büyük inancımız olsun; sorgulamak, karşısında durmamız gerekir.

Geçtiğimiz günlerde, cemaatte aynı dönemde beraber çalıştığımız bir arkadaşla karşılaştım. Bir mağazadaydık. Öğretmen kendisi. Sohbet epey uzadı derken konu dönüp dolaşıp gazetelere geldi. Falanca kişi falanca gazetede böyle bir şey yazmıştı dedim, bir konu hakkında. Olumsuz bir şeydi. Aaa dedi, o gazete müspet bir gazetedir bildiğim kadarıyla. Müspet kelimesini böyle bir cümlede duyunca, hatırladım. O dönem, bizden olan her şey müspetti. Diyeceğim odur ki; tek gazeteyi, önlerine sunulanı okuyan cemaat üyeleri “müspet” denileni sorgulamaz; ne deniyorsa öyledir. Ağabeyler öyle demiştir, ablalar öyle demiştir. Velhasıl, biri ÖSYM’de hile yapacağız da demiş olabilir, onu diyen bir abi ya da hoca efendi ise “müspettir”.

Bazen “ben” olmamız gerekir. “ben” olabilmek bir cesarettir. Yanlışa yanlış demek, insanca bir tutumdur. Dilerim, bizleri ürküten ve korkutan bu tür büyük hatalar tekrarlanmaz.

Bir de cemaatin yayıncılığından bahsedeceğim. Malumunuz, timaş ve yan kuruluşları pek çok yayın evi var. Cağaloğlu’nda çalıştığım dönemlerde kitap fuarlarına da katılırdım. Oraya sık sık öğrenci grupları gelirdi. Ellerinde öğretmenlerinin verdiği kitap listesi ile… Bakardım listeye, kitabın adı, yazarı ve yayın evi yazıyor. Örneğin dünya çocuk klasikleri birçok yayınevinde bulunur ama çocukların ellerindeki listede “timaş” yazardı. Çocuklar eğitmenlerin gözetiminde timaş ve yan kuruluşlarının stantlarını gezer sonra çekip giderlerdi. Dehşet bir tekelleşmedir bu. Bir de bu yayınevlerinin kendi yazarları vardır. Misal bu yazar binlerce baskı yapar ve kitabı başka dillere çevrilir. Dünyanın her ülkesinde okullar açan, gönüllü elçiler gönderen bir cemaat yayınevi için bir kitabın başka dillere çevrilmesinden doğal ne olabilir? Nepal’de, Uganda’da dilini ve inancını yaymak için okullar açıyor ve bu yayılımcı politikanı benimsetmek için bir araç arıyorsan bu “kayıp gül” gibi bir kitap olabilir. 17 yaşındaki bir genç bundan çok etkilenecektir gerçekten. Ama sen aynı yazarı ülkende pazarlarken lütfen “binlerce baskı yaptı, birçok dile çevrildi” gibi, okur-yazar dünyasının genel geçer kurallarını hiçe sayamazsın. Bu kitabı ancak elinde listeyle dolaşan çocuklara, gençlere pazarlayabilirsin. Ve gerçek edebiyat okuruna alay konusu olursun. Son birkaç yıldır bu kitap sürekli karşıma çıkıyordu. Aynı sunumla pazarlanan bu kitapla ilgili yazmak istemişimdir hep. Geçenlerde bir eleştirmen yazmış ve çelişkileri gözler önüne sermiş. Ben okurken epey güldüm. Eleştirileri hafif bulduğumu da söyleyebilirim.

Efendim; kitabınız binlerce dile çevrilebilir. Binlerce baskı yapabilir. Ulusal ve uluslar arası birçok programa davet edilebilirsiniz! Bunlar kıstas değildir. Bir okur olarak benim kıstasım senin elli yıl, yüz yıl sonra nerede olacağındır. Okur, eseri okurken bunu anlar, hisseder. Ama çevrilen diller, baskı adetleri uçucudur, popüler olan tükenir ve ölür. Gerçek edebiyat tükenmez, insanlar tükenir, doğar, büyür, ölür ama onlar hep yaşar.

Ey Yazar! Okuruna edebiyatınla gel, yalnızca edebiyatınla!

d..f..

2 yorum:

  1. Fatmacığım,
    Son cümlene gönülden katıldığımı söylemeliyim.
    Bir de bu yazıdan başka öğrendiklerim de oldu, sağol. :)

    YanıtlaSil
  2. rica ederim efendim, rica ederim.

    YanıtlaSil