27 Eylül 2010 Pazartesi

...

...

mektup - I

bulamadım.
bakmak istediğim tek yer gökyüzü. ay'ı ve o yanyana üç sönük yıldızı görünce rahatlıyorum biraz. gök kafesinin üzerimize serdiği örtü bu. sen de onların altındasın. bizim nefesimizle titriyor o sönük yıldızlar. aradığım hiçbir şeyi yerinde bulamıyorum, ay ve üç yıldızdan başka.

kitap okumak istedikçe elime aldığım romanlara karşı bir isteksizlik duyuyorum. tanrım, hepsi bir kuyu gibi. hikayeler de öyle. bu, belki benin seçimimle ilgili. illa kuyu eşeleme hevesim. yazarlar, romanlarında kuyular kazmış, ansızın içinde buluyorsun kendini. sonra karanlığını görüp kuyunun, tanıyorsun. karanlığı tanımak! bütün karanlıklar aynıdır. içinde aynı şeyi taşır: korku ve kendin. peki ya şiir? her yere onunla gidebildiğin "köprüdür". ama geri götürmez. gittiğin yerde kalırsın yani hep uzaklaşırsın.

bu sabah uyandığımda, kuyuyu düşünmek istediğimi fark ettim. bir kulede doğmuşum. o tatlı çocukluk, o dağların şarkılı nöbetleri... kuleymiş; o zaman, bir kuleye inşaa edilmiş. insan büyüdükçe iniyor işte. şimdi hep gölgeler ve kuyular içre, akıcı, yapışkan sesler. kulak duvarlarımda garip yankılar... nereden yüklemişler, kimi şekil yaptığımda kulağıma kazınmış o fonlar? farkında değilim. dalgınlığım beni bir yerde biriktirmiş. kuleden indirilmişim, kapanmış kulenin kapısı. köhne, mahzen kokulu.. hani nem ve küf kokusu, bilirsin. bir değil dağ kokusuyla küf kokusu. bir rüzgar yoksunluğu ayırır onları.

soru sormak, merakın uyanıklığı... uyumasını isterdim oysa. unutmak da, unutulmak da özgürlüktür çünkü. bir ucu yanılsama olsa da. -sana kalsa aşk da bir yanılsama.- sormayacağım. hep, kendimle konuşur gibi her şey. ne sıkıcıdır, kendinden bıkan için. kimi suçlayacağım? bu sebeple lekeledim yalnızlığımı.

ağustos böceğinin sesini duyuyorum. tanrım, ne çok özlemişim bu sesi! özlenen ses... okumuyorum! yığılıp kalmışım duvar dibine. işte, arada uyanıp hafif uykularımdan göğe bakıyorum geceleri. uykunun sıkıcılığı ve boğuculuğundan nefes almak gibi bu! bunu yazıyorum çünkü, elimde değil. yazmadan yaşamak gerçekten inceltiyor beni, bedenen ve ruhen inceliyorum. boğazıma basıyormuş gibi, gizli bir basınç yaşıyor içimde.

yazmak arzusunu çok ikiyüzlü buluyorum. neden yazar insan? neden, ben buradayım diye bağırmak ister içindeki egosundan? buna tahammül edemiyorum! büyük bir ikiyüzlülükle yaşamak, insanın kendine öfke duyması da bir yandan. takdir edilmek, bunu ben bildim, ben yazıyorum, herkesin acısını yazabilirim, mutluluğunuz kakülünüz olsun, yalan..! tüm ketum cümleler ikiyüzlü. ve sen, onların içinde geziniyorsun, bir nehri taşlara basarak geçmek ister gibi, ayakları ıslanmadan!

içimde okuyacağını bilen, kendinden emin bir küstah var. ona, boşa uğraştığını anlatmak istiyorum. ama ona da yeniğim daha baştan. inanıyorum sana. yanlışlığına, yalanlarına, yokluğuna, ölmüşlüğüne, gitmişliğine, uzaklığına, hepsine inanıyorum. içimde yüksek sesle konuşan sezgilerim, sürekli vaat ediyor. vaaz eder gibi.

bu günlerde en korktuğum şey, "gitmek" fikri. tanrım! parsellenmemiş, gidilmemiş, bekareti çalınmamış yer yok, yeryüzünde. içimi kemiren gitmek fikrini nereye götürebilirim? o, doymayan çocuklar gibi, kendine yeni gidilecek oyuncaklar bulmaktan bıkmıyor. e hadi! sen git, bulunca beni de çağırırsın madem!

sana yazmadığım için bana yazdım. oysa sana ne güzel yazardım. buraya taşıyamadım tüm eşyaları. örneğin, en sevdiğim kelimeler eski evimde kaldı. burada "sen", kupkuru bir zamirden başka bir şey değilsin. ne gözün var ne ellerin. ne de senden beklentilerim. ama yine de yazıyorum. çünkü, varım; ikiyüzlü ve küstah!

fatma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder